Geçenlerde şu meşhur ve malum “Küresel Isınma” mevzuunda birkaç arkadaşla konuşurken biri tam da içimiz kararmış, dibe vurmuşken dedi ki” Ya boş verin bizim ömrümüz yetmez zaten, ne olacaksa olsun, ne düşünüyorsunuz.”  Bir sessizlik oldu önce, sonra “kör kuyuda merdiven bulmuş gibi” bu lafın üzerine atlayıp onaylayan da oldu, “ e sen de bunu diyorsan kardeşim, ben kime derdimi yanayım” bakışlarıyla nutku tutulan da. Ben ikinci gruptaydım ve bir süre susup “bizim asıl derdimiz bu galiba, ne küresel ısınma, ne yükselen milliyetçilik, ne savaş, ne şu, ne bu” diye düşündüm. Neden deseniz de demeseniz de anlatacağım niye böyle düşündüğümü, bari lafı uzatmayayım.

İnsan denen varlığın, nebatattan, hayvanattan en önemli farkı biliyorsunuz düşünmesi. Düşünmek biz istesek de, istemesek de yaptığımız bir şey. “Düşünmüyorum, düşünmeyeceğim” dediğimiz anda bile düşünüyoruz zira.  Düşündüğümüz şeylerin çoğu da ıvır, zıvır kategorisine girecek cinsten. “Akşama ne yemek yapayım, beyaz bana yakışıyor mu, tatilde nereye gitsem, Ayşe bana niye öyle dedi, rejime başlasam mı, şu sigarayı bıraksam mı, geleceğim dedi de neden gelmedi?” vs. “Bunları niye düşünüyoruz, düşünmemeliyiz” demediğimi anlamışsınızdır, açıklamaya gerek yok. Hayat bu ve bunun gibi bir sürü şeyden oluşuyor doğallıkla. Ancak düşünmenin bir de başka bir güzelliği var malumunuz. Hayata anlam katan, duygu katan, doğarsın, yaşarsın, ölürsün döngüsünü cilalayan bir tarafı var. Sanat böyle doğmuş, felsefe böyle, bilim böyle. Bu saydıklarımı hayatınızdan tamamen çıkardığınızda geriye kalanı yaşamanın ne manası kalacak bir düşünün:) Bu dediğim manada düşünen insanlar sayesinde hem yaşam koşulları zaman içinde gelişmiş, hem yaşamın benim “cila” dediğim tarafı ortaya çıkmış. Yoksa hâlâ mağaralarımızda sürünüyor olacaktık. Bu işin bir tarafı; şimdi bunu unutmadan burada bırakıp başka bir tarafa dönüyoruz.

Bu dünya denen şey hepimizin “memleketi”; İzlanda’da yaşayanın da, Meksika’da yaşayanında, Türkiye’de yaşayanın da.  Atmosfere saldığımız gazların yarattığı sera etkisinin sonuçlarından hep beraber etkileneceğiz dolayısıyla. Özellikle son birkaç yıldır sık, sık duyduğumuz fantastik bir felaket filmi senaryosunu dinler gibi dinlediğimiz gerçekler, hakikaten de gerçek maalesef. Dünyanın ve insanlığın başına gelebilecek en korkunç son kehanetlerinde, filmlerinde bugüne kadar hep uzay çıkardı karşımıza oysaki. Ya varlığından bihaber olduğumuz ama bizi zaman zaman gemileriyle gelip yoklayan başka gezegenlerin kötü yaratıklarıydı anlatılan, ya da bilmem ne tarihinde bize çarpacak bir göktaşı. Nitekim geçenlerde Rus bilim adamları 2004 yılında keşfedilen bir asteroitin 2029 yılında dünyaya 27 bin km yakın mesafeden geçeceğini, bunun oluşturacağı hava basıncının ise Hiroşima’ya atılan atom bombasının bin katı etkiye sahip olacağını açıklayarak bu haberlere bir yenisini de eklediler. (Asteroitin yönünü değiştirmek için bilim adamlarının uğraşıyor olduğunu da belirteyim de içinize biraz su serpeyim bu arada. ) Diyeceğim tehlikeyi hep dışarıda aradık bu güne kadar. Şimdi adına “Küresel Isınma” denilen durum tehlikenin dışarıda değil, içerde ve yanı başımızda olduğunu söylüyor bize ve ezberimizi bozuyor. “Isınsın ne olur yani, kutuplardaki buzullardan bize ne kardeşim, ne güzel işte kış yok hep bahar, yaz, su da azalmaz bakma sen onlara” diye diye kendini kandıran ne çok insan olduğunu görünce, hele de arkadaşlarımdan, yani mürekkep yalamış ve hâlâ da yalayan birinden yazının başındaki cümleyi duyunca, işin vahametini daha da çok anladım.

“Bizim asıl derdimiz bu galiba, ne küresel ısınma, ne yükselen milliyetçilik, ne savaş, ne şu, ne bu” diye düşünmemin nedeni de bu.

Hiçbirimiz kazık kakmadık dünyaya, birgün tası, tarağı toplayıp gideceğiz. O günün ne gün olduğunu bilenimiz de yok. Gideceğiz de, bizden sonrasını hiç umursamamak nasıl bir şeydir, bunu anlamak benim için zor. Üstelik bunu söyleyen arkadaşım çocuğu daha lise çağındayken ona ev almış biri iken, nasıl bu sözü söyleyebiliyor ve gerçekten de inanarak söylüyor bunu anlamam da zor. Çocuğunun kendisi göçüp gittikten sonra başını sokacağı evi düşünüyor da, soluyacağı havayı, içeceği suyu, basacağı toprağı vs. umursamıyor yani. Bunu umursamadığı gibi kendinden başka hiçbir şeyi de umursamıyor. “Benden sonra tufan” diyen hangi atamız ise onun yolundan gidiyor ve dediğim gibi yalnız da değil, milyonlarca onun gibi insanla beraber gidiyor o yoldan. Niye mi böyle düşünüyorum? Uzun zamandır bu işi dert eden, “dünyayı kurtarmak için son beş yılımız kaldı” diye durumun vahametini anlatan az sayıda “düşünen insanın” çabalarının ne kadar yetersiz kaldığını görüyorum da ondan. Ne yazılı ve görsel medya, ne sivil toplum örgütleri ne özel sektörün etkili, yetkili önde gelenleri ve ne de devlet dişe dokunur bir çabanın içinde değil.

1997 yılında imzalanan ve 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü bu konuda atılan önemli adımlardan biri. Protokolü imzalayan ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmasını öngören uluslararası bağlayıcı bir antlaşma. Kyoto’nun öngördüğü hedefler soruna tamamen çare değil ama yine de küresel ısınmayı durdurmak için atılacak bir ilk adım. Ne var ki, bugün en fazla sera gazı üreten ülke olan ABD Kyoto Protokolünü imzalamaktan ve yükümlülük altına girmekten kaçıyor. Kaçan ülkelerden biri de maalesef bizim ülkemiz, yani Türkiye.

Yazıyı buraya kadar okuyan sevgili okurum, şu arama motoruna “küresel ısınma” yaz ve kıymetli vaktinin birazını harcayıp önüne çıkan siteleri bir incele. Ne yapman ve ne yapmaman gerektiğine bir bak. Mutlaka yapabileceğin bir şeyler çıkacaktır, sana en basit geleninden başlamak da mümkün ayrıca.

Bir de düşün, bu bir felaket senaryosu değil, şimdiden sonuçlarını yaşamaya başladığımız bir gerçek. Düşün ve gözünün önüne getir olacakları, öğrendiklerinden sonra her nasılsan daha “farkında” olacağına eminim.

1 saat boyunca düşünmek 20 dakika aerobik yapmaya eşit olacak şekilde 110 kalori yaktırıyor ayrıca bilesin. Üstelik terlemeden, nefes nefese kalmadan.

Gülseren Karaçizmeli