Dünyamızın hava durumu döngülerindeki bozulmaya ve gezegenimize çarpmakta olan enerji dalgalarındaki artışa 22 Aralık 2004’teki haberimde değinmiştim.

Bununla bağlantılı olarak, dünyanın hava sistemlerindeki bozulmayla birlikte Kuzey Kutbu bölgesi kış gecelerinde gökyüzünün, bir makalede “Tüm ufuk büyü gibi açığa çıktı, sanki Tanrı’nın eli onu aydınlatıyordu” olarak özetlendiği gibi, açıklanamayan aydınlanışı ortaya çıktı. Belki de bugüne dek genellikle Güney Yarıküre’yle ilişkilendirilen etkilerin şimdi Kuzey’de de ortaya çıkması, dünyadaki insanlar için daha kötü bir işaret.

Bu enerji “patlamalarının” kanıtları, evrende geçmiş yıllarda oluşmuş ve günümüzde etkilerini göstermeye başlamış olaylar olarak gösteriliyor giderek.

Bunlardan biri, 23 Şubat 1987 yılında meydana gelen ve, Notre Dame Üniversitesi’nden Peter Garnavich’in, “Gerçek havaifişek şovu sonunda başlıyor ve önümüzdeki 10 yıl içinde her şey daha da ilginçleşecek” olarak yorumladığı Süpernova Patlaması’ydı (SN1987a). Ancak, bu bilgiyle birlikte, Dünya’nın bu olayları izleyebileceği tarihlerin 1995-2015 yılları arasına rastlayacağı da belirtiliyordu. Ne var ki son gelişmeler, bu olayların 2010’dan çok önce meydana gelebileceğine işaret ediyor.

Batılı bilim adamlarındaki belirgin korku, süpernovalarla ilgili teorilerine ve bunların bilinen en “şiddetli patlamalar” olduğu yönündeki açıklamalarına dayanıyor. “Süpernovalar bir yıldızın ömrünün sonunda, çekirdek yakıtının tükenip, açığa çıkarılan nükleer enerjiyle daha fazla desteklenemediği evrede meydana gelir. Eğer yıldızın kütlesi çok büyükse, o zaman çekirdeği kendi içine çöker ve bu esnada dev miktarda enerji açığa çıkarır.”

Amerikan bilim adamları, SN1987a ile ilgili olarak, neyin doğru olduğunu göstermek için değil de, neyi doğru olarak kabul etmek istedikleriyle bağlantılı olarak, var olan teorileri üzerine yeniden çalıştılar. (Ya da, daha kötümser bir yorumla, bu bilgiyi diğer insanlardan gizemek için…) Ama bu “yeniden gözden geçirme” vakası, yine de Amerikalı bilim adamlarının rahatsızlığını ortaya çıkardı. Bu rahatsızlık NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’nden Doktor Neil Gehrels’ın bir ifadesiyle de kanıtlandı: “ Kitlesel bir yok oluş ihtimali hakikaten gerçek, ancak böylesi bir risk bizim düşündüğümüzden çok daha az.”

İstedikleri sonuçları elde etmek için yürütülen bu Amerikan çalışması, Güney Kutbunda ozon tabakasının sürekli olarak yok edilmesini hesaba katmadı ki halen süren 2004 tarihli bir İngiliz araştırmasının bulgularına göre “Güney Yarıküre’de 50 derecenin altındaki güney enlemlerinde bulunan ozon tabakası, uzun dönem normallerinin yüzde 10 altında” idi.

Eskiden, Ozon tabakasının zarar görmesi gayet yerinde olarak kozmik ışınlara (gama ışınları) bağlanırken, Batılı bilim adamları yenilenmiş matematikleriyle bu incelmeyle ilgili CFC’leri (kloroflorokarbon gazı) sorumlu tutan yepyeni bir yöntem geliştirdiler ki Rusya’da bir birinci sınıf öğrencisi bile, eğer bu çok ciddi bir konu olmasa, buna ancak güler.

Bu konuda Batılı bakış açısıyla yapılmış en iyi yorum, adı bilinmeyen birine ait: “Şimdi, sakın beni yanlış anlamayın. Ben, soluduğum havayı kirleten bu garip labaratuar ürünü maddelerin hiçbirini savunacak değilim ve CFC’lerin yani ozon tabakasındaki şu sözü edilen ‘deliği’ açmakla suçlanan atomların oluşturduğu kirlilikten kurtulmak için düzenlenen bu kampanyalara da gönülden destek veriyorum. Ama şimdi bir dakika durun ve düşünün: Eğer CFC’ler, bu sözü edilen delikleri oluşturmuşsa, bunlar neden sadece kutup bölgelerinin üzerindeler? Kutup araştırmacıları ve bilim adamları çok fazla sprey deodorant ve böcek ilacı mı kullanıyor acaba?”

Tabii ki hayır. Eğer CFC’lerin bu sözde deliklerle bir alakası olsaydı, o zaman bu “delikler”, New York, Tokyo ya da Londra gibi, hava akımlarının CFC gazlarını bir araya topladığı yerlerin üzerinde olurdu. Ama öyle değil. “Delikler”, sadece iki yerde görülüyor: Ozon kütlesini oluşturan doğal güçlerle ve bunları keşfeden bilim adamlarının teorileri ve tahminleriyle tam uyumlu biçimde, Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinin üzerinde.

Batı biliminin kendi kendiyle çelişme konusunda uzun bir geçmişi vardır ve bu seferki de bir istisna değil. Tıpkı, birçok Amerikan eğitim kurumunun katkıda bulunduğu bu araştırma metninde olduğu gibi: “Gama ışını patlamalarının uzun dönemli etkileri, tüm dünyaya yayılır ve ozon tabakasınınincelmesi, küresel soğuma, asit yağmuru ve radionuclide üretimi gibi etkilere sebep olurdu.”

Ve bugün, dünya asit yağmurlarıyla yıkanırken, kuzey ve güney yarıkürelerdeki ozon tabakaları genişliyor ve batılı bilim adamları sayıları sürekli artan eğitimsiz yurttaşlarına, arkasındaki bilimsel dayanağın tamamen yanlış olduğunu bile bile, tüm bu hasarın CFC’ler ve fosil yakıtları tarafından verildiği açıklamasını sunuyor.

Ricardo L. Carezani adlı bağımsız bir Amerikalı araştırmacı, “SN 1987 A ve Nötrino” başlıklı makalesinde batılı bilim adamlarının olguları kendi saçma tezlerine uydurmaya çalışma eğilimlerinden söz ederken bunu çok güzel anlatıyor: “Yedi olguyu bir araya getirerek karşı konulmaz nötrino kanıtı, ‘Firavun Bilimi’nin (yani, hiçbir şey) karşı konulmaz kanıtıyla değiştiriliyor. Firavun bilimi nedir bilmeyenler, yalnızca bir masa ve cetvel kullanarak bunu kendileri de yapabilirler: Cetvelle masanın rastgele yerlerini ölçün, keyfinize göre bir denklem uydurup uygulayın ve Pi sayısını elde edin. Bunu herkes yapabilir! Gerçekten!”

Sözcüğün tam anlamıyla bu süpernova meselesinin bir adım sonrasında ortaya çıkan gelişme, Aralık 1997’de gerçekleşmiş ve Big Bang’den bu yana evrendeki en güçlü patlama olma özelliğiyle, insanlık tarihinin astronomik anlamda en önemli olaylarından biri olmuştu: Amerikan haber kanalı CNN bu olayı, “Astronomlar, bugüne dek tanık olunmamış büyüklükte, bir saniyede neredeyse evrendeki tüm yıldızların toplamı kadar enerjiyi açığa çıkaran, dünyadan 12 milyar ışık yılı uzaktaki dev bir gamma ışını patlamasıyla büyülendiler” ifadesiyle duyurmuştu.

NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi, bu olayla ilgili ayrıca şunu ekledi: “Önceden tahmin edilenden yüz kat daha fazla enerji açığa çıkaran ve evrenin Big Bang sırasındaki oluşumundan bu yana meydana gelmiş en büyük patlama olan yeni bir kozmik gama ışını patlaması fark edildi.” Pasadena’daki Kaliforniya Teknik Enstitüsü’nde bu konudaki araştırmayı yürüten iki önemli uzmandan biri olan Caltech profesörü George Djorgovski de, “Bir ya da iki saniye için, patlama uzayın tamamındaki kadar ışığa sahipti” dedi.

Batılı halkların bu olay konusundaki bilgiziliği bir yana, Batılı bilim adamlarının çoğu da hala bu olayın bütün insanlık için önemini, en azından kamuoyu önünde, bugüne dek kabul etmiş değiller. Asya’daki yüzbinlerce ölü bile Batılı halkların, bu evrensel uyarıları dikkate alacakları ya da bu konuda bilgileneceklerine ilişkin bir beklenti yaratmıyor.

Biz Ruslara çok inanılmaz görünse de, Batılılar (özellikle de Amerikalılar), bu “sosyal darwin’ci” insanlar, son Amerikan uzay mekiği felaketi ile Kuzey Yarıküre’deki kutup bölgelerinin aydınlanması ve global hava durumu kaosu arasındaki bağlantıyı göremiyorlar! Hatta devletlerinin, çocuklarını bu şekilde davranmayı dikte eden bir eğitim sistemiyle yetiştirmesini istiyorlar! Bu çocukların aileleri bilerek ve isteyerek, hatta Rus tarihinde bu kurumların yok edici etkilerinin açık şekilde görüldüğünün de farkında olarak, çocukları bu kitle telkin merkezlerine gönderiyorlar.

USA Today’de çıkmış bir makalede, atmosferin yüksek kısımlarında Columbia gizemiyle ilgili ipuçlarına rastlanabileceği belirtildi. “Uzay mekiği Columbia’nın başına gelenler, onun yörüngesinden çıkıp bir meteor gibi gizemli ve henüz anlaşılamayan bir atmosferik bölgeye girmesiyle başladı. Bu bölgeye bilim adamları ‘ignorosfer’ (ignore: İngilizce’de kaale almamak, önemsememek, görmezden gelmek anlamında) adını taktılar. Süpersonik jet Concorde, bu bölgenin altında, dünya yüzeyinin 11 mil kadar üstünde uçabiliyor.

Sadece bir roket 53 mil olan en üst sınırında uçabilir. “İgnorosfer”, mezosfer ve stratosfer’in üst kısımlarını kapsayan bir tabaka. Görünmez bulutlar, “kırmızı ruhlar” denilen garip elektrik parıltıları ve bulutların üzerinden çakan mavi şimşekler bu katmandaki ince hava tabakasında görülüyor. Göktaşlarının yandığı katman burası. İgnorosfer olarak anılmasının sebebi ise bir roket olmadan hiçbir şey yapamamanız. Bilgi toplamak istendiğinde; hava balonları için çok yüksekte, uydular içinse çok alçakta kalan bir katman.  (Ayrıca Amerikalı’ların asıl adı “İyonosfer” olan bu katmana taktıkları “ignorosfer” ismiyle ilgili öne sürüp halkı bunlara inandırmaya çalıştıkları sebepleri de gülmeden göz ardı etmek imkansız. Aslında gülmekten öte üzülünmesi gereken bir gerçek bu, çünkü dünyadaki herkes Amerikalıların bize neler yapmakta olduğunun farkında.)

Bu birbirinden bağımsız görünen olayların birleştiği nokta ise nadir görülen bir fenomen olan, “Gece parlayan bulutlar” (Noctilucent clouds).

Gece parlayan bulutlar nedir? “GPB ilk kez 1884 yazında, 1883’te Krakatoa’nın patlamasından sonar keşfedilmiştir. Atmosfere püskürttüğü çok büyük kütlelerdeki tozdan dolayı en başta volkanik patlamanın GPB’nin oluşumuna katkıda bulunduğu düşünülse de sonradan patlamanın oluşumla bir ilgisi olmadığı kanıtlanmıştır.”

Gerçek anlamdaki “keşif” ise tartışma konusudur; ancak son araştırmalar ilk ikna edici gözlemlerin İngiltere Sunderland’den T.W.Backhouse tarafından yapıldığını göstermektedir. Gadsden ve Schroder (1989) neden gece parlayan bulutların 1885’ten önce keşfedilmediğini sorguluyor ve Krakatoa’nın patlamasının, gözlemcilerin alacakaranlıktaki gökyüzünü daha çok dikkate almalarına neden olduğunu ileri sürüyorlar. Bu, hiçbir gözlemcinin parıltılı gökyüzüne ilgi göstermediğini önerdiği için anlaması zor bir hipotez. Bu, aynı zamanda, sürekli gözlem yapan astronomlar ve meteoroloji uzmanları asla bu kadar büyük bir fenomeni gözden kaçıramayacakları için, pek mümkün olmayan bir senaryo.

Gece parlayan bulutlar öyle bir fenomen haline geldi ki, birçok bilim adamı “Neden sayıca artıyorlar?” ya da “Kışları karanlık olan KuzeyKutbu göklerine yansıttıkları ışık miktarı nedir?” gibi sorulara cevap arıyorlar. “GPB’lerin giderek daha çok görülmesi iklim değişikliğiyle ilgili olabilir,” deniyor CAWSES(Güneş – Dünya Sistemi İklim ve Hava Durumu) tarafından düzenlenen araştırmanın “2004-2008 için önerilen yeni SCOSTEP programı” adlı raporunda.

Başka bir proje de, Amerikan Stanford Üniversitesi’nin işbirliğiyle gerçekleşen HAIL (İyonosferik Şimşek için Holografik Oklar) Projesi. Bu projenin amacı doğrudan “Şimşek boşalmaları ve mezosfer/alt iyonosfer arasındaki direk elektrodinamik eşleşmenin kırmızı ruhlar veya cinler olarak bilinen çarpıcı ışıltılı optik emisyonları, hızlı iletkenlik değişimlerinin VLF izleri ve yıldırımların üzerindeki geçişkeniyonlaşma yamalarının radar kontrolü”.

Spesifik olarak, bu artan kozmik ışın patlamaları gezegenimizde, başka şeylerle birlikte, üst atmosfer ışımasının artmasına, Dünya’nın manyetik alanında bozulmalara ve bu sebeple küçük uçakların düşmesi gibi kötü olaylara sebep oluyor.

Bunlar pilotlar tarafından yerçekimi veya kaldırma gücü dalgaları olarak bilinir. “Yerçekimi, veya kaldırma gücü dalgaları, atmosfer içinde yer alan bozulmalardan dolayı ortaya çıkan basınç dalgalarıdır. Dalga hareketi için gereken geri yükleyici güçler (potansiyel enerji), kaldırma kuvveti ve yerçekimi tarafından sağlanır.”

Tüm bu bulgularla eşzamanlı olarak gerçekleşen şey, Amerikalıların bunları yaşlıların bilgileri (onlara gore mitoloji ve efsaneler) ve yalnızca bugüne ait değil, ileride gerçekleşecek olaylara ilişkin uyarılarıyla bağdaştırmasıydı.

Bunun bir öneği 1987 süpernovanın (SN1987a) maksatlı bir yalancılıkla Hopi Amerikan kızılderili efsanesinde geçen Mavi Yıldız olduğu iddiasıdır. Problem, Mavi Yıldız ve önemi hakkında bildirilen her şeyin yalan olmasıdır. Bu başarılmıştır, çünkü sosyal darwinciliğin “gücü”, insanların gerçeği kendi içinde arayıp bulma yetilerini bastırıp, devletin kitle propagandasına teslim olmasını sağlamasındadır. İkinci Dünya Savaşı sırasındaAlmanya’nın Nasyonal Sosyalist (Nazi) Sistemi’ndeki gibi, kitlelerle uyumlu olmayan bireyler sosyal sınırlarının dışına atılırlar.

Şu örnekler, Hopi yerlilerinin atalarının hikayelerinde bir Mavi Yıldız olduğu söylentisini başlatanın Hopiler değil, iki Batılı insan olduğunu görmeye yeterli: “Hopi Hayatta Kalma Seti” adlı kitabıyla Thomas E. Mails ve “Kehanet ve Tahminlerin Ötesi” adlı kitabıyla Moira Timms.

“Ben hiçkimseyim. Ben bir şaman, doctor, guru veya medium değilim. CIA, NASA veya başka bir gizli servisin eski bir çalışanı da değilim. Eski bir varlığın reankarnasyonu veya cennetten gelen bir ziyaretçi de değilim. Güvenilirlik adına size sunacak hiçbir şeyim yok. Ben hiçkimseyim… Ve bu hoşuma gidiyor.”

Robert Sabah Göğü, kendini Leading Edge’in 95. sayısında yayınlanan “Mavi Yıldız aldatmacası“ adlı makalesinde böyle tanıtıyor. Bir Hopi olan Sabah Göğü, Mavi Yıldız efsanesinin Hopi mitolojisinde veya öğretilerinde yer almadığını söylüyor. Bu, 1970’lerin başında icat ettiği bir terimdi ve o zamandan beri Hopi yaşlılarıyla vakit geçirip Mavi Yıldız Kaçina’nın sırlarını öğrendiğini iddia eden birçok araştırmacı, spiritual kaynaklarından Mavi Yıldız ile ilgili vahiyler aldıklarını söyleyen medyumlar bu terimin peşine düştü. (Sabah Göğü bu ada sahip bir Kaçina’nın var olmadığını söylüyor) [Not – Kaçina: Hopi kültüründe mistik değeri olan yapma bebek.

Rusya’da da gördüğümüz üzere bu, daha eski toplumların Batı’yla etkileşime girdikleri sırada ortaya çıkan düzenbaz doğalarıyla ilgili olabilir. Tıpkı, Batılıların Hopi olarak adlandırdıkları Kaçina kültünde olduğu gibi. Batılıların ”her şey tekildir, hiçbir şey birbiriyle bağlantılı değildir” görüşünde, inançlarının da katkısı vardır. Şöyle ki Batılıların atalarının inançları, tüm diğer uygarlıkların inançlarından ayrılmıştır ve bu onları tüm dünyayı anlamak ve tüm dünyayla aynı ruhu paylaşmaktan alıkoymuştur.

Batılıların maruz kaldığı, devletin organize ettiği mitolojik yalanlar ve propagandanın içerdiği- her ne kadar saklı tutulsalar da- sırları daha önce de size sundum.

Hepinizle de paylaştığım, “Görülür hale gelen kuyrukluyıldız dünyaya felaket uyarısı getiriyor” başlıklı Amerikan okurlarıma yönelik olan son mektubumda da, Yeşil Kuyrukluyıldız’ın [Not: Machholz Kuyrukluyıldızı kastediliyor] yaşamakta olduğumuz şu sıkıntılı yıllar ve gelecek afetlerle ilgili tarihi anlamıyla birlikte, atalarımızın ve evrenin sesini dinlemenin önemini belirttim.

Şu geride bıraktığımız haftaların olaylarıyla bize gösterildi ki, dünyanın eski halkları bu şarkıları hâlâ biliyorlar ve bunlar geçen afet sırasında yok olmadılar. “Yaşlıların deniz bilgileri bir Tayland köyünü kurtardı” haberinde olduğu gibi. Dünyanın hayvanlarının da bu şarkıyı bildiğine tanık olduk yine: “Tsunami hayvanların altıncı hissiyle ilgili inançları güçlendirdi” haberinde olduğu gibi. Ayrıca, dünyanın eski insanlarından, dinlemeye hazırlıklı olduğumuz taktirde bu şarkıların rüyalarımızda da olduğunu öğrendik, “Karısı sellerle ilgili bir düş gördü, evini setlerle yükseltti ve tsunamiden kurtuldular” haberinde olduğu gibi.

Çok uzun yıllardan beri Evren bize, tüm insanlığa, uyarı şarkısını söylüyor.

Güney Yarıküre dolaylarında, insanların gökyüzünde büyük Macellan Nebulası’nı gördüğü yerde, Aborijinler denen Avusturalya’nın eski halkları, “yıldızların altında uyudular ve rüya gördüler. Karanlığı kucakladılar. Bu onların kültürüne şarkı, dans, ritüeller, sanat ve mitoloji aracılığıyla girmiştir.”

“Büyük Magellan Nebulası, 200,000 ışık yılı uzağımızdaki, çıplak gözle görülebilen bir bulutsudur. Genellikle hafif buğulu bir bir bulut olarak görülür. Ek olarak, gökyüzündeki en güzel görüntü olduğu söylenen Tarantula Nebulası (biçim olarak bir örümceği andırır), Magellan Nebulası’nın üstünden geçer, yani çok fazla görünüme sahip bir takımyıldızdır.”

Bu aynı zamanda Kılıçbalığı olarak da anılır, size daha önce sözünü etmiştim. Jacqueline Brook tarafından yazılmış olan “Göklerdeki Kayamız, Adın Kutsanmış Olsun” adlı bir kitapta şöyle der: “Hermes ile özdeşleştirilen kuyrukluyıldız (sözcük anlamıyla ‘kılıçbalığı’) oval biçimiyle açık yeşil renkte ışıklar saçar…”

23 Şubat 1987’de son dört yüzyılın en parlak süpernovası güney gökyüzünü aydınlattı ve dünyalılara bir şarkı söylemeye başladı.

Dinliyor musunuz?

Eğer dinliyorsanız, Batı dünyasının bilim adamları tarafından söylenen yalanların hepsinin korkudan doğduğunu göreceksiniz. Korkuları, kurmak için binlerce yıl harcadıkları materyalistik dünyalarının yakında yıkılacak olmasından kaynaklanıyor.

Bir yandan dünyanın büyük korkunç orduları ile evrenin uçsuz bucaksız gizemli güçleri savaş için hazırlanırken, diğer yandan Batı ülkelerinin insanları kendilerini ölüme sürükleyecek olan uykularını sürdürüyor ve olan biteni görmezden gelmeyi yeğliyorlar. Günümüzün dünyasında Batı insanı tamamen kaybolmuş, ruhsuzlaşmış, yüzünü kaybetmiştir ve başına geleceklerden habersizdir.

Biz ve bizim gibi olanlar, kendimizi, uyuşukluk içindeki bu kitleden kurtarabileceğimiz kadarını (sadece insani yaşamlarını değil aynı zamanda ruhlarını da) kurtarmaya adadık.