Yağmurlu bir akşamüstü, her gün geçtiğim sokaklardan birinin sonundaki eski binanın çatısından su damlıyor… Hatta damlamıyor, resmen ağlıyor. Aslında yağmurdan ıslanmamak için adeta binalara yapışarak yürüdüğüm için fark ediyorum bu durumu. Tam köşeyi dönecekken su yığını birden başımdan aşağı boşanıveriyor. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyorum. Çöpün içinde yiyecek arayan kedilerden başka bir şey çarpmıyor gözüme. Sanki herkes almış başını gitmiş, bir daha oradan geçmemeye söz vermiş gibi…
Hızlı adımlarla evin yolunu tutuyorum. Sonra, saptığım sokaklardan birinde yerde yatar vaziyette duran adamı fark ediyorum. Neredeyse asfalta karışmış gibi sessiz. Montu sırılsıklam olmuş sereserpe yatıyor. Elinde tuttuğu içki şişesini bile hatırlamıyor belli ki… Kendi ıslanmışlığımdan tanışıyoruz, ne garip! Başka bir zaman rastlasam fark eder miyim, bilmiyorum. Sesleniyorum, kıpırdamıyor. Yavaşça eğilip nefes alıp almadığını kontrol ediyorum. Neyse ki yaşıyor. Anlaşılan derin bir uykuya dalmış, uyanmamaya kararlı… Ne malum, belki de ölmeyi, bedeninin onu bırakıp gitmesini bekliyor.
Hissedilir böyle şeyler zaman zaman… İlla yerde yatan bir adam olmaya da gerek yok hani…İnsanı kıskıvrak yakalayan bir düzen bedeni ele geçirir. Ruh önce direnir, sonra o da ipleri salar. Zaten asıl hikaye de bundan sonra başlar.
Mesela sabahları…
Ruhları arkalarından yetişemeyecek denli koşturan insanlar topluluğu. Kiminin gözü açılmamış, kiminin saçı başı dağılmış. Aslında hikayeleri seneler öncesine dayanıyor. Daha minicik adımların geri geri gittiği o okul günlerine… Baskın bir “uyan” anonsunun ardından önüne konan ballı, pekmezli kahvaltılara… Kolonyayla taranan, ütüyle ıslaklığı alınan, kolayla ayağa kaldırılan dantel yakalara… Gene de yaranılamayan, yüzlerinden düşen parçaların puzzle bile etmediği ufaklıklara…
Şimdi onlar büyüdü. Artık yataklarından kalkmak, işe gitmek için para alıyorlar üzerine. Hatta kimileri bunlardan evler, arabalar satın alıyor; kimileri ise muadili başka hiçbir şekilde inşa edilemeyecek olan maneviyatlar kazanıyor. Ama puzzle, gene aynı puzzle… O zamanlardan eksik kalmış, halen de tamamlanamamış…
Biri, her geçen gün daha da mutsuzlaştığından bahsediyor. Sonra biri daha, biri daha… Üstelik bu mutsuzluğunun arkasında yapamadıkları yatmıyormuş. Nice hayaller kurmuş, çoğu da olmuş.
Ama gene dizboyu mutsuzmuş. Olmayandan değil, olanla alakalı. Yok diye asmıyoruz suratımızı, varolana bir tepki aslında… Belki de Michel Foucault’nun bir sözündeki gibi;
“… ne olduğunu keşfederek değil, olduğu şeyi redderek…”
Ünlü Fransız filozof Foucault’un, modern toplum ifadelerinde kullandığı bir deyim bu. Hatta geçmişi kapitalizme dayanan, nice insanı da kapı gibi arkasına almış bir yeni çağ hastalığı…
Belki de bu yüzden “ruhumu kaybettim, hükümsüzdür.” diye yankılanıyor iş yerleri. O en kapsamlı teknolojilerle donatılmış ofisler, akıllı binalar, baştan aşağıya cam plazalar, depremlere dayanıklı gökdelenler…
Daha iyi bir hayat istedik.
Ama bedelinin yolu bedenimizden, oradan da fırsat bularak beynimizdengeçiyordu ne yazık ki…
Sanayileşme döneminde Henry Ford’un işçilerinden birinin söylediği gibi, ‘O kadar güçlü makinaların yanında sadece sayıydık. Zaten işi, bizden daha iyi yapabilecek robotlar varken, bize ne gerek vardı?’
Sonra da bu düzene dayanan başkaldırı ve arkası gene bu düzene dayalı tüketim toplumu… İhtiyaçlar değişti, metalar değişti… Gün geldi bir otomobil bile insanın ruhunu ifade edebilir düzeye geldi. Tüm bunların üstesinden gelebilmek için, gene bu düzenin belirlediği sınıfın iyi bir noktasında görev almalıydık. Patron, yönetici, müdür olmalıydık. İşte bunun için iyi okullarda okuduk, diller öğrendik, insanlarla tanıştık, işlere girdik, paralar kazandık, evler aldık, arabalar sürdük, tatillere gittik… Tükettik de tükettik hayatı. Sömürebildiğimiz kadar sömürdük kaynakları.
Tabi sonra birilerinin köleleri olunca ağır geldi hayatın anlamı. Zamanında içini boşalttığımız tüm kavramlar, yüzümüze çarpınca poyraz gibi acıtan gerçeklere dönüştüler.
İşte beden tacirleri bu noktada devreye girdi. İstekleri, amaçları içinde boğulan, hapsolan bedenlerimizi bu esaretten çıkarırmış gibi yaparak, aslında büyük bir girdaba pazarladılar bizi. Bir nevi köleliğe pazarladılar.
İnsanoğlu durur mu? Hemen köleliğin en çekilebilir hali üzerine metotlar bulmaya başladı.Belli ki kazandığı paranın kaynağı mutlaka birilerinin egolarından geçen damarlardaydı. Ya okşadı onların gururlarını, ya sustu çokça haklarını. Ya olgunluk gösterip sabrından feragat etti ya da görmezden geldi, kör edildi beynine, bedenine sahip olanlar tarafından…
Ve gün gelip de “mutsuzluk” hissiyle karşı karşıya kalan bir ruhu kurtarmak için, posası çıkmış bir bedenden dahi medet umar hale getirdiler onu. Nlp seminerine gönderdiler, pilates yaptırdılar, yoga öğrettiler. O da yetmedi daha çok para verdiler, daha çok harcasın diye. Bu düzenden fena para kazananlar da olmadı değil. Psikiyatrlar, güzellik salonları, süpermarketler, oteller, restoranlar…
Bunlarla mutlu oluruz sandılar.
Evet gün, parayla olunan mutluluğun nice mutsuzlukları örttüğü, örttüğünü sandığımız bir gün. Bu esnada değişen kimyamızdan, psikolojimizden, fiziğimizden ise ne kadar haberdarız meçhul!
Uyku düzenimizden yemek saatimize, neyle meşgul olacağımızdan neyi hayatımızın odak noktası haline getireceğimize, ismimizi neyin altına etiketleyeceğimizden, her gün bineceğimiz vesaite kadar artık herşey başkalarının kontrolü altında…
Bedenle başladı bu ticaret. Sonra beynimize ulaştı. En son hayatımızda son buldu. Şimdi nedensiz (olduğunu düşündüğümüz) mutsuzluklarla ve daha da telafi edilemezi oranını aşağıya çekemediğimiz bir “doyumsuzlukla” mücadele ediyoruz.
Daha da ironik bir tabirle parayla parayı satın almayı veya silahla silahı vurmayı deniyoruz.
Oysa daha görecek kaç gün kaldı?
Yerde yatan bir adamı bile sırf ıslandığımız ve aynı kaderi paylaştığımız için mi göreceğiz?
Yoksa kiralık bir bedenle yaşamayı, beleş bir bedenle ölmeye tercih mi edeceğiz?
Karar bizim!
Hatta kârı da…