Öncelikle şu “modern insan” tanımına hasta olduğumu belirtmekle başlayayım. Bana sanki aklımızın almadığı, altından kalkamadığımız her şeyi bir sandık gibi bu başlığın içine tıkıştırıyormuşuz gibi geliyor. Birinin para hırsından bahsederken bir bakıyoruz ki kapitalizmin arka kapısından sıvışıvermişiz. Veya konumuz, ilişkilerin gevşeyen bağlarıysa hemen modern çağın getirisi olarak “yalnız insan” etiketine yükleniyoruz. Tüketim toplumunun birer şahane parçası olarak kimin ve neyin araçları olduğumuzu çoğu zaman gözden bile kaçırabiliyoruz. Kalbi yormayan yağ içerdiğine inandığımız bir ürünü satın alırken, gün boyu yuttuğumuz egzoz dumanı aklımıza bile gelmiyor. Detoks yapıp vücudu arındıracağız derken, öte yandan dertlerden kurtulmak için avuç avuç ilaç yutuyoruz.

Sanayileşme devrimi ve bunun bir getirisi olarak küreselleşmenin yarattığı durum, kitle iletişim araçlarının da ektiği tuz biberle çoğumuzu pişmeden yanan etlere benzetti. Oysa bir dalga gibi insanların üzerinden geçen her moda, bireyin kendine dönük ve kendi iyiliğine hizmet eden o ince zarı yırtma tehdidi taşıyor.

Artık bir şeyin herkesçe tercih edilebilmesi mi, yoksa spesifikleşmesi mi daha değerli? Standart kavramların oluşturduğu formatlar mı, özerk ve dikine derinleşen parça başı kavramlar mı önemli? 20. yüzyılın çıkış yapan sektörü pazarlamanın rotası bile kitlelere yönelik uygulamalardan direkt olarak bireyin kendisine hitap eden bir anlayışa doğru kayıyor.Üyesi olduğumuz internet siteleri bile yan masamızda çalışan iş arkadaşımızdan daha çok şey biliyor bizimle ilgili… Giydiğimizden, yediğimize, en son gittiğimiz filmden değişen sevgililere kadar her şey iletişim değeri taşıyor, buna bağlı olarak da bir aksiyon planının parçası olarak işliyor.

Bu bilgi patlaması yüzünden önümüze konan her yemeği paldır küldür mideye indirip sıradakini bekler hale geliyoruz. Yeni çıkan bir albümün dünyanın öteki ucuna ulaşması an meselesi; beğenilmesi ve tüketilmesi ise dakikalara endeksli… Her sene gardopları baştan yaratan akımların bile hızı, bizim beden değiştirme hızımın önünde seyrediyor. Elimizi attığımız her üründe, daha iyisinin yarın üretilmiş olacağı fikri alt beynimizden pike yapıyor. Bu yüzden kabaran maymun iştahımızın dönüştüğü tüketici açlığına hizmet eden her yenilik, bu ‘dahası’ hiç sonlanmayacak olan düzenin inandırıcı gözüken bir yanılsaması ne yazık ki…

Mesela çocukken yediğimiz çokoprens ambalajlarını biriktirdiğimiz günleri hatırlıyorum. Aslında şimdi düşününce komik geliyor ama o ambalajlar iki avuç arasında ovalandığında kırmızı paketin üzerindeki yaldız ele geçerdi. Yani eller bir nevi simlenirdi. Hatta elini kazara yüzüne süren bir çocuk parıl parıl parlayarak gezinir, tüm muhabbetlere konu olurdu. Tabi o yaşımızda sim diye bir şeyden haberdar değildik. Sadece parladığı için beğenimizi tetikleyen bir süstü ve cazipti. Adeta sihir gibi çokoprens ve güzellik arasında garip bir bağ oluşmuştu. Sonra birimizin velisi “kanserojen” feryadıyla uyardı çocuğunu da o da gelip bize söyledi. Eli ateşe değmişçesine ambalajları ovalamaktan vazgeçen bizlerin, ilk modern toplum hastalığı tabiriyle tanışması da bu şekilde olmuştu. Sonra simli her şeyin kanser yaptığını sanmamız da cabası tabi…

Bugünkü duruma bir bakalım. Sıkıysa 7-8 yaşında bir çocuğu simle kandırın. Değil yaldızlı bir ambalaj, simin fabrikasını kursanız umrunda olmaz. Onlar şu anda simin kart versiyonuyla ilgililer. Belki msn’de bir arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar, belki de sanal dünyalarında ayakkabıcı dükkanı işletiyorlar. Uzaklık filan diye bir şey de yok. Birine ulaşmak artık parmakların bile değil, iki dudağın arasında. Modern toplum neredeyse tüm imkansızlıklara bir olanak yaratmaya çalışırmış gibi gecesine gündüzüne katmış çabalıyor. Uzaya ayak bastık, canlı kopyaladık, çocukları olmayanlara ikizler, üçüzler doğurttuk. Kısacası bu dünya ile ilgili aklımıza gelip de, az çok cesaretimiz de varsa yapamayacağımız şey yok.

İşte anlatmaya çalıştığım bu düzenin bir getirisi ve ironik bir şekilde götürüsü olarak birer birer emekliye ayrılan hislerimiz… Örneğin benim artık sime karşı bir hevesim kalmadı. Üstelik kanser filan yapmadığını da biliyorum. Çok merak ettiğim bir sanatçının taa Türkiye’ye kadar gelip konser vermesi bile ilgilendirmiyor mesela. Hangi şarkıları söyleyeceğini tahmin ediyor, sahneden indikten sonra hakkında çıkacak haberleri de öngörebiliyorum. Zaten istesem şu anda da hem telefonumun hem bilgisayarımın tek tuşuna basarak kendisine ulaşabilirim. Videosunu izleyebilirim, söylediği bir parçanın üzerine kendim söyleyebilirim. Mesaj yazabilirim, fotoğrafımı gönderebilirim, onun için yazdığım şiiri paylaşabilirim. Uçağa atlayıp evinin önüne hediye bile bırakabilirim. Yani amaç ona ulaşmaksa yeter ki istemeyeyim. İşte tüm bunları yapabilme imkanım olduğu için hevesim yok kalkıp onun konserine gitmeye. Bu arada ufak bir nüans farkına da dikkat çekeyim. Gitmek istemiyor değilim, sadece gitmeye hevesim yok. Keza heyecanım da yok. Yani hevesten sonra geldik ikinci H yetmezliğine… Bu çok daha beter bir şey… Heyecan duymadığımı bildiğim bir şey zaten hevesimi de baltalıyor. Belli ki çoğu şey yaşanmış, görülmüş, keşfedilmiş… Birebir yapmış olmasak bile uygulamaları hakkında az da olsa fikir sahibiyiz. Olmasak bile tüm fikirler bir pencere açmakta… Bu yüzden merak bile etmez hale geliyoruz. Dünyanın öbür ucundaki müzeyi internet üzerinden gezebiliyor, hayalimizde bile göremeyeceğimiz bir insanın nasıl seviştiğini gene aynı yollarla izleyebiliyoruz.

Nerede başlayıp nerede bittiğini görebildiğimiz bir şey için heyecanınız kalmadığı gibi hayalimiz de kalmıyor dolayısıyla… Bir de bakıyoruz ki aradan üçüncü ‘H’ de çıkmış. Dolayısıyla hayal edilemeyen bir şey yoksa hırs da alıp başını gidiyor. Çünkü insanın olmayı veya olmasını arzuladığı bir şeyi başarmasında hırs ateşleyici bir özellik … Tabi hırsı daha anlamlı kılan şey, elbette ki bu süreçten alınan haz… Bu da beşinci ‘H’miz oldu. Hazlarımız da azaldı. Bu yüzden hayranlığımız da yok belki… Mesela ben öyle eskisi gibi hayran olamıyorum ona buna… İnsanlar ‘Aşk kalmadı’ derlerken aslında bunun altında yatan hayranlık erezyonunun farkında değiller. Tüm bu hisler gibi hayranlığımızın da eşiği yükseldi. İştahımız var belki ama artık onu doyuracak şeyler bulabilmekte zorlanıyoruz. Öyle bir açıklık ki işte bu, doyana aşkolsun, doymasına rağmen arayana isegeçmiş olsun.

Tabi tüm bu başlıkların insanın gözünü çıkaracak denli birbirine teyelli olma ihtimali çok tuhaf… Bu yüzden gözümüze çarpan, içimizi bulandıran, aklımıza takılan şeyler ardı ardına geldi mi kendimizi hasta hissetmememiz olanaksız. Tabi bunların bir uzantısı olarak beliren modern toplum hastalıkları ise yenir yutulur cinsten değil… Örneğin panik atak, obsesyonlar, sürmenaj, depresyon, yabancılaşma… Hatta daha da somut örnekler vermek gerekirse kanser, aids, obezite, kuş gribi gibi kitlelerin kaderlerine işleyenleri de sayabiliriz. Dolayısıyla tüm bu sürecin bir sonucu olarak içinde bulunduğumuz durum bizi daha önceleri görülmemiş hastalıklarla karşı karşıya bırakıyor. Uzunca zamandır heves, heyecan, hırs ve hayal gibi konularda efor sarfetmediğimiz için başımıza bir olay geldiğinde onunla en azından psikolojik olarak baş etme kondisyonumuz düşük kalıyor. Kanseri ancak yeneceğimize inanırsak yenebiliyoruz. Ve aslında dünyaya karşı azalan inançlarımızı deniyoruz. O da olmazsa depresyonumuzdan kurtulalım diye aldığımız ilaçtan kanımıza dahil olan mis gibi serotonine teslim oluyoruz. Tüm ‘H’ yetmezliklerimiz sıraya giriyor, birazcık destek bulabilmek, moral alabilmek için…

Bu çıkmazlar kısır döngü gibi birbirine açıldıkça aslında içten içe bizi huzursuz ediyor. Evet daha çok bilgiliyiz ama daha çok mutsuzuz. Eskisine göre daha çok şeye imkanımız var ama daha az şeye isteğimiz var. Daha çok şey yapabilecek gücümüz var ama keyif alacağımız çok az şey var. Ne demişti Sokrates, “Ne kadar çok bilgi o kadar çok mutsuzluk…”

Onca zaman sonra dönüp de yüzyıllar önceki filozoflardan feyz almak da koymuyor değil adama… Gerçi bir açıdan mutlu olmalı, çünkü onca imkansızlık içersinde bu farkındalığa erişmişlerse demek ki modern topluma yüklediğimiz suçlar ne kadar anlamlı?

Belki de Akdeniz dillerinde H harfinin hiç okunmamasının bir anlamı olmalı…

Elçin Demiröz