Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır derler, her ne kadar bu söz küresel ısınma ile birlikte geçerliliğini kaybetmeye başlasa da (bu durum tabiî ki hiç hoş değil) geçtiğimiz bu Mart ayı, benim için bu sözü doğrular nitelikte geçti. Yani, bir gün çok soğuk bir havamdaydım, bir gün ise oldukça sıcak. Anlaşılacağı üzere Mart ayı benim ruhsal havamı da etkiledi. Nasıl mı? Kendimden yola çıkarak size 2 örnek sunacağım;
Birincisi,
Son zamanlarda yazı yazmak dışında röportaj da yapmaya başladım derKi için. Baktım ki yaptığım röportajlar çok beğeniliyor, bende bu işi devam ettireyim dedim. Ama şansızlık mıdır bilmem, önce röportaj yapmak istediğim ünlü kişinin çok yoğun olduğu için röportaj vermeme kararı aldığını öğrendim. Tabiî ki, bu çok normal bir durum. Ama ben ilk defa reddedildiğim için hevesim kırılmadı desem yalan söylemiş olurum. Ama bu tür durumlara alışmam gerekir, öncelikle kendime bunu aşıladım ama son bir kere daha şansımı denemeden de edemedim ve o çok ünlü kişi ile derkinin daha sonraki sayıları için röportaj yapabileceğimi dair söz aldım. Bu durum beni biraz daha rahatlattı ve tekrar eski hevesime kavuşarak yeni bir röportaj adayı aradım kendime. “Olur, yaparız, neden olmasın” cevabını alınca da tamamdır bu iş dedim. Ama daha sonra bu sanatçımız da çok yoğun bir Mart ayı geçirdiğinden dolayı özür dileyerek sözünü bu ay için tutamayacağını söyledi. Oysaki bütün hazırlıklarımı yapmıştım. Ama ne diyebilirdim ki? Herkes kendince haklı… Bende böylece iyice alışmış oldum bu yenik duruma. Ama düşününce şunu fark ettim ki, ben öyle bir Mart ayı geçiriyorum ki, neye elimi uzatsam istediğim sonucu alamıyorum. Bir gün oldukça güçlü-neşeli, güneşli bir havamdayım, bir gün ise hüzünlü-kapalı, oldukça sert-fırtınalı-yağmurlu bir havamdayım. Tıpkı Mart ayı gibi… O yüzden bir an önce yaz gelsin istiyorum, bulutların arasından sıyrılıp güneşi ruhuma çekebilmek için. Hem yaz aylarında hiç sıkılmam ben, ya iyi bir tatil yaparım ya da meşgul olabileceğim bir iş bulurum. En azından şimdiye kadar hep öyle oldu. İnsan bir kere çalışmaya başladı mı bir daha vazgeçemiyor çalışmaktan. Evet, anlaşılacağı üzere ikinci örneğime sıra geldi; ama bu sefer ki daha ciddi bir konu. Çünkü tüm gençliğin sorunu yani işsizlik.
İkincisi,
Yakın zamanda gençlerin işsizlik durumu ile ilgili gazetede okuduğum bir araştırma oldukça ilgimi çekti. Prometheus Danışmanlık şirketi tarafından özel, devlet ve yurt dışında üniversitelerden 2007 yılında mezun olan ve İstanbul’da iş arayan, 27 yaşın altında olan ve okul sonrası hiç deneyimi olmayan 300 kız ve 300 erkekle görüşülerek iş arama profilleri ve beklentileri üzerine yapılmış bir araştırma bu. Gençlerin iş aramaya başlama kararında aile baskısının yüksek olduğu araştırmada görülmüş. Peki, bu her iki taraf için de ne kadar doğru bir davranış? Evet, ailelerin en büyük arzusudur; çocuklarının ekonomik özgürlüğünü kazanması ve rahat bir yaşam sürmesi. Böyle olunca çocukların mutlu olacağına da inanılır. Ama maalesef, öyle düşünüldüğü gibi olmuyor. Zaten, hedefleri olan ya da geleceğinden korkan dolayısıyla bir şeyleri garanti altına alabilme düşüncesiyle, kendi arzuları ile üniversitede okuyor. Tabi, aile zoruyla üniversite okuyan gençler de var, ama ben burada onları kastetmiyorum. Çünkü baskı her şekilde itici gelir gençlere… Kendilerinden istenileni baskı ile yapmaya kalksalar bile, ailenin istediği sonucu genellikle veremezler. Dolayısıyla baskı ile okuyan gençlerin yine baskı ile iş aramaya başlamaları gayet doğal. Peki ya diğer gençler… Onlar sadece, okuldan mezun olunca bir boşluğa düşüyorlar ve bence bu boşluktan kurtulmak için de baskıdan ziyade yardıma yani kendi emelleri, yetenekleri doğrultusunda bir yol gösterilmeye ihtiyaçları var. Yedi yaşından beri görevleri, amaçları hep okumak olmuş. Ama okul bitince çoğu genç “peki, ben şimdi ne yapacağım?”sorusuyla baş başa kalıyor. Bunun üzerine bir de ailenin kendi istekleri-hayalleri doğrultusunda yönlendirme çabalarıyla karşılaşıyorlar. Ve ailenin aslında iyi niyet ya da yardımcı olma yaklaşımı gence baskı izlenimi vermektedir. Nitekim burada yönlendirilmenin maksadı değil kimin hayaline-isteğine ışık tuttuğu önemli. Çevremdeki gençlere bakıyorum da, çoğunluğu işinden ya da okulda okuduğu bölümden memnun değil. Memnun olanların sayılı olması ne kadar üzücü bir durum. Geleceği garanti altına alınsın düşüncesiyle çocuğunu harp okullarına yönlendirenler, meslek okullarına teşvik edenler ya da eskiden olduğu gibi çocuğu doktor, mühendis, avukat olsun diye bu geleneği sürdüren ısrarcı aileler… Bütün aileler böyle değil tabi… Ama ben ne yazıktır ki, birkaç gündür arkadaşlarımın bu dertlerini paylaşıyorum. Facebook, yararlı mı yoksa zararlı bir internet sitesi bilmiyorum ama bildiğim en güzel yanı çok eski ve görüşemediğim arkadaşlarıma beni kavuşturmuş olması. Onlarla yaptığım konuşmalarda hep şunu fark ettim; yaptıkları işi ya da aldıkları eğitim nedeniyle yapmak mecburiyetinde hissettikleri mesleği sevmiyorlar. Ve belli etmemeye çalışsalar bile içten içe ya ailelerine ya da çevrelerindeki diğer yönlendirici şahıslara bu anlamda kızgınlar. Aslında onları dinledikleri ve kendi duygu-düşüncelerini önemsemedikleri için en çokta kendilerine kızgınlar… Bu konuda aileden önce tabiî ki eğitim sistemi sorgulanmalı. Ama ben bildim bileli bunu sorguluyoruz ve yararlı bir gelişme de halen göremedik. Umutla beklemeye devam ediyoruz. Bizden geçti, bundan sonrakiler daha mutlu olsun, böylece topluma daha yararlı olabilsinler diye… Ayrıca yapılan araştırmada gençlerin iş arayışında “ne iş olsa yaparım” veya “işsiz kalmaktansa bir işe gireyim” yaklaşımını taşımadıkları görülmüş. Bence bu sonuçta gayet doğal. Üniversiteden mezun olan genç hayata yeni atılacaktır. İşsizlik olduğunu bilir ama asıl kendisi işsiz konumuna gelince bunun ne olduğunu anlayacaktır. Dediğim gibi, gençler genellikle üniversiteden mezun olunca bir boşluğa düşüyor. Çok alışılmış olan okul yılları artık geride kalmıştır ve önlerinde oldukça sorumluluk yüklenecekleri bir yaşam onları beklemektedir. Ama her şeye rağmen de bir umut vardır. O yüzden öncelik olarak ne iş olsa yaparım demezler ya da ailelerine kulak asmazlar, önce bekleyip umutlarının boşa çıkıp çıkmayacağını görmek isterler. Yapmayı arzu ettikleri meslek ile ilgili iş ilanlarına başvurular ama görürler ki hep tecrübe vs. isteniyor. Sonra da zaten yavaş yavaş ne iş olsa yaparım durumuna ister istemez herkes sürükleniyor. Yaşamak için para şart. Kendini mesleki açıdan geliştirebilmen için çok iyi kurslar vardır üstelik… Ama maddi anlamda ailesine daha fazla yaslanmayı içine sindiremez çoğu genç. Dolayısıyla tezgâhtarlık olsun komi olsun bir yerde başlangıç yapılır. Çalışma hayatının ilk adımı atılmıştır artık. Sonrası mı? Bir üniversite mezunu için tam bir hayal kırıklığı… Gerçi bu işe zaten geçici olarak girilmiştir; daha iyi bir iş bulana kadar en azından para kazanmak maksadıyla… Ama saklamaya çalışsa bile bir üniversite mezunu olarak ezildiğini hisseder genç. Bu sefer arkadaşlarımı değil, kendi tecrübemi örnek vereceğim size; üniversiteden yeni mezun olduğum dönemde iş bulamadığım için daha doğrusu iş başvurularıma yanıt alamadığım için, daha iyi bir iş bulana kadar kafede çalışmam için bir teklif almıştım. Neden olmasın ki demiştim, ne de olsa çalışmaya bir yerden başlamak gerekirdi. Ama bu işin de bir eğitimi olacaktı ve böylece Bağdat Caddesi’nde çok meşhur olan bir kafede eğitim almaya başladım. Zevkli olacağına inanmıştım, sonuç itibariyle de öyle oldu. Ama en başta kendimi oradaki çalışan elemanlara sevdirmek zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Benim için insanlarla arkadaş olmak, işin en keyifli-kolay yanı sanırdım. Meğer caffe latte yapımından daha zor bir işmiş. Çünkü öncelikle bana bu kahve yapımını adamakıllı olarak öğretmesi için kendimi kabul ettirmek zorunda olduğum bu işin ustası arkadaşlar vardı. Bütün iş yerleri için takım çalışması çok önemlidir. Ama ben üniversite mezunu olduğum için bu takıma girmekte zorlandım. Çünkü ben diğer arkadaşlara göre eğitimliydim ve üstelik azınlık bile değildim, tek üniversite mezunu olduğum için dışlandım. Tanışma esnasında onlara üniversite mezunu olduğumu söylediğimde bana yaklaşımları ya “ne işin var burada, kafayı mı yedin” oldu ya da “öyle mi bende aslında şarkıcıyım” şeklinde oldu. Tabiî ki, neye uğradığımı şaşırdım. Bir de Türk kahvesi bile yapmayı bilmeyen ben bir üniversite mezunu olarak, onlar için tam bir alay konusu olmuştum, siz düşünün artık bendeki psikolojiyi… Neyse ki, kısa sürede azimliliğimle bu sorunu aştım ve onların arkadaşı olmayı başardım. Ama her biri o kadar mücadeleciydi ki, lise mezunu olmak için çalışıp sınava girecek olanlar, benim gibi olmak için çalışanlar… Ben onlara kötü bir örnek miydim acaba? “Boşverin, boşuna çabalamayın, ben üniversite mezunu oldum da noldu, bakın aynı yerdeyiz” der gibi. Aldığım eğitimden sonra asıl çalışacağım kafeye geçtim, orda da aynı şeyleri yaşadım açıkçası ve bu hizmet sektöründe patronların çalışanlarına tavırlarını da beğenmediğim için (ast-üst ilişkisinin abartılmasından her zaman rahatsız olmuşumdur) kafede çalışma deneyimim sandığımdan kısa sürdü. Ama çocukluk arkadaşlarımla toplandığımızda öğrendim ki, her birinin benzer deneyimleri olmuş… Hatta kardeşim bile ilk iş deneyimini bir kafede yaşadı ama o hobilerine, arkadaşlarına zaman ayıramadığı için ayrıldı. Daha lise mezunu, üniversite mezunu olunca görürüm ben onu, hobi diye bir şey kalırsa artık ; ) Ne acı ki, eğitim sistemimizde hep ders çalışmak, sınavlara hazırlanmak var. Spora, müziğe, resme vs. ayrılan zaman çok az. Gerçi özel okullarda bu durum farklılaşmaya başladı, bu çok güzel ama devlet okullarında okuyanların günahı ne! Keşke herkes hobisi olan, mutlu olabileceği, sevdiği işi yapabilse… Eğitim sistemi ile ilgili sorgulanması gereken çok şey var galiba… Yapılan araştırmada ortaya çıkan bir sonuçta; imaj, ücret ve kariyer odaklı iş arayışı içersinde bulunan yeni bir kuşak ile karşı karşıya kalındığı… Bu duruma da çok şaşırmamak gerekir. Bir kere kariyer odaklı iş arayışı her üniversite mezunu genç için çok normal bir durum. Ücrete ve imaja gelince, ülke içinde yaşadığımız bitmek bilmeyen ekonomik krizler, iş yeri iflasları, işçi alımının durdurulması hatta işten çıkarılma, ödemesi geciken faturalar, hele bir de bakmakla yükümlü olduğunuz aile fertleri varsa o zaman imajı olan sağlam bir yere kapak atmayı istemek kaçınılmaz oluyor. Bir de gençlerin yüzde 70’i İstanbul’da çalışmayı tercih ediyormuş. Zaten sadece İstanbul’a okumak için gelenler değil, doğudan batıya her gün iş bulma ümidiyle birçok insan geliyor. Televizyonlardan, medyadan görüldüğü üzere de en hareketli, işlek yer olarak çoğunlukla gösterişli hayatı dikkate alınan İstanbul, böylece yerleşmede ve çalışmada en uygun şehir olarak görüldüğünden başı çekiyor. Göç, ayrıca ele alınması gereken çok kapsamlı bir konu ama işsizlik ile de yakın ilgisi olan bir sorun. Türkiye’nin doğusunda gerekli alt yapı çalışmaları yapılmadıkça, göçü engelleyici tedbirler alınmadığı sürece yani doğudaki eğitim şartları, olanakları düzeltilmedikçe, yeterli iş için istihdam alanları sağlanmadıkça insanların İstanbul’a ya da batıya göç etmelerini anlamamak, doğudaki sorunları görmezlikten gelmek olur. Araştırmaya dönecek olursak, gençlerin seçici işsiz veya tembel işsizliği olarak tanımlanan grupta yer aldığı ortaya çıkmış. Bu sonuçlara göre gençlerin durumunu tembel işsizliği olarak açıklamak doğru olur mu bilmiyorum ama seçici işsizliğin ülkemizde devam edeceği kesin… Tabiî ki, benim yapılan bu araştırmaya yönelik kendi izlenimlerimden, yaşadıklarımdan ve aldığım çeşitli sosyolojik ve psikolojik eğitimlerden yola çıkarak yaptığım bu yorumlar; zenginlerden çok genel itibariyle günümüzde sayısı gitgide azalan, kendini halen orta sınıf olarak gören ama aslında günümüzün şartlarında bu durumdan kendisi de emin olamayan karamsar gençlerimizi ve bu uğurda maddi ve manevi hayat mücadelesi veren ailelerini dikkate alarak yapmış olduğum kendimce araştırmalarımın bir sonucu.
Günümüzde orta sınıf olarak kalmak için zorlanan birçok aile var artık; yaşanılan ekonomik krizler ile birlikte siyasi sorunlar da her geçen gün daha da artıyor. Keşke başörtüsü kadar eğitim sorunları da dikkate alınabilse…
Ben hiç aile baskısıyla karşılaşmadım; istediğim bölümlerde okudum, kendi arzumla istediğim, doğru olduğuna inandığım işlerde çalıştım. Ama henüz mutluluğu yakalayamadım. Peki, mutluluk şart mı? Kimse mutsuz olmayı istemez. Çevremdeki mutsuz gençlerden ve kendi tecrübelerimden ve de yakın zamanda okuduğum bu araştırmadan yola çıkarak sadece gençlerin işsizliğine ve bunun nedenlerine ucundan biraz değinmek istedim. Ayrıca bu sayıda röportaj yapamadım ama önemli bir konuya değindiğimi düşünüyorum. Gençler olarak daha yaşayacağımız, göreceğimiz çok tecrübelerimiz olacak. Umarım, her şeye rağmen geleceğimiz, yeni nesillerin geleceği karanlık değil aydınlık, karamsarlıklarla değil umutla, güzelliklerle ve başarılarla dolu yani bol güneşli olur… 😉
Kaynakça: www.hurriyet.com / 20 Mart 2008 Prometheus Danışmanlık şirketi tarafından yapılan “Gençler ve İşsizlik” konulu araştırma.