Sevgili James Redfield, dokuzuncu kehanet kitabında beklenen veya güçlü bir şekil de arzu edilen şeyin kainat tarafından bizlere gönderildiğini söyler. Aynen öyle! Bizimkilere, hep derdim ki; ” Ben bir gün, bir yer de aklımdan geçenleri insanlarla paylaşacağım. Artık, bu politika mı olur, ne olur bilmiyorum.” Sonra, politikanın benim tam karşı tarafım da duran insanlar tarafından kuşatıldığını deneyimleyince, o taraklar da bezim olamayacağını da anlamış bulundum. Kısmet, düşünceleri burada paylaşmakmış.

 

İşte, şimdi nereye kadar devam edebileceğini bilemediğim bir yola çıkmış bulunuyorum.  Aklıma gelen, kafam da fırtınalara sebep olan ne varsa geçip de şu bilgisayarın karşısına yazıyorum ya… Keyfime diyecek yok. Bu, inanılmaz bir tatmin, belki de yıllardır yakalayamadığım, orta okul sıralarında falan yaşadığım türden bir heyecan.

 

Bu sabah, saat üç sıralarında da aynı şey oldu. Kızımın huysuzlukları beni yine öfke topunun içine yuvarlıyordu ki, aklım da bir resim belirdi. (O sırada, karı koca takribi, altıncı kez uyanma aşamasını yaşıyorduk!) İmgemin içinde masmavi sular vardı ve bir yerlerden bir yunus çıktı ortaya. Ona baktım, o da bana… İçim de öylesine fırtınalar koparttı ki o gülümseyen bakış, bir an da suyun içine girmek ve O’nunla yüzmek geldi içimden. Atladım…Beraber yüzdük, oynadık ve geriye sinirden hiçbirşey kalmamış bir şekil de, sonsuzluğa uzanır gibi süren zaman dilimin de tekrar yataktan kızım için kalkabildim ve bunu kendimi çok daha iyi hissederek yaptım.

 

Yatağa döndüğüm de, televizyon da seyrettiğim ve içim kaldıramadığı için de, tam olarak tamamlayamadığım görüntüler geçmeye başladı aklımdan. Bu dünya da insanlar yaşamasa, herşey çok daha huzurlu ve temiz olurdu fikrinin oluşmasına sebep olacak resimlerdi bunlar. Bilinç altına itmeye çalıştığım şeylerdi. 

 

Bizlerden çok farklı olarak Avrupa’da televizyon sektörü, üzerine eğitim misyonu da yüklenmiş. Eşim sebebi ile seyrettiğim ve beni derinden etkileyen bir programla ilgili yazmak istedim. BBC Prime’da gördüklerim yunuslardı. Yer, Japonya….Burada yaşayan insanların en fazla tükettikleri etlerden birisi de yunus eti. Onların öldürülüş sahnelerini çekmeye çalışan grup önce engellerle karşılaşıyor, çekimi yapan kadınlardan biri fenalaşıyor ve insanlar ekranda ki bizler de dahil, yüreğimiz paramparça, bu hayvanların katledilişlerini izliyoruz. Bir grup yunus radar sistemleri etkilenecek şekil de, yüksek oktavlı sesle bir noktaya toplanıyor. Daha sonra, yollarını tamamı ile şaşırmış sürü vurularak, yavaş yavaş ve kan revan için de ölümle tanıştırılıyor. O grubun içinde birbirini isimleri ile çağıran aile bireyleri, anne olmadığında çocuğu yardımlaşma ile bakıp büyüten ergenler, aynı insanlar gibi yalnızca haz duydukları için beraber olan dişiler ve erkekler var. Kendinizi, aynı kaosun içinde, sevdiğinizi kaybederken, çocuğunuz ölürken düşünebiliyor musunuz? Ben, düşündüm…..  

Programın sunucusu, hem karşılaştıkları engelleri halka duyurmak, hem de orada ki insanların olaya bakış açılarını görüntülemek amacı ile, bir sürü insanı da ekran karşısına çıkartıyor.  Bir Japon, şöyle diyor; ” Avrupa insanının ve bizim insanımızın olaylara bakış açısı farklıdır. Biz, bunu doğal görüyoruz ve etini tüketiyoruz, karışmayın!”

 

Sonra, bu sefer de yunus etinin yendiği bir lokantaya gidiliyor. Herkes, orada etin ne kadar lezzetli olduğundan dem vuruyor. Spikere de ikram ediliyor ve adamcağız  nezaketle eti yemek zorunda kalıyor ama yanında dizüstü bir bilgisayar var. Yunuslarında kullandıkları bir dilleri olduğunu kanıtlayan bir program yüklenmiş bilgisayara. Bu sefer, ekran da onların ne kadar zeki varlıklar olduğunun, kendi sosyal hayatlarının, yardımlaşma ve empati duygularının dahi bulunduğunun kanıtlanışını göstermeye çalışıyor. Oysa ki insanlar, hala etin lezzetini ve bunun bir gelenek halinde yendiğini anlatıyorlar!

 

İşte bu nokta da benim kafam da şimşek hızıyla olaylar akıp gitmeye başlıyor. Kendi içimden şöyle diyorum; Demek ki, Japon’u, Türk’ü, Fransız’ı pek de bir şey farketmiyor. İnsanların içinde hiç gelişmeyen genler var.

 

Artık, dünyaya yakışmayan bir sürü görüntü herkes tarafından izlenmekte. Eskiden, kapalı kapılar ardında işlenen cinayetler herkesin yemek masasında tartışılır konulara döndü. Yapılan hertürlü caniliğin de ismi, gelenek!!! Bakın, şimdi Allah’ın Japon’una, adamın da ağzında yine aynı nakarat.

 

Türk toplumunda da yok mu? Köküne kadar var hem de! Kan davası diye karşı ailenin bireylerini katlediliyor, namusum diye eşler kesilip doğranıyor, kurban bayramı adı altında  sokaklar da inek kovalanıyor v.b…. Adı, yine gelenek, yine inanış!!! Bir şekil de, Allah’ın ismini ağzına alan, toplum kurallarına aykırı bile olsa, insanlığın karşısında da dursa dokunulmaz!

 

Antalya’da yaşarken, bir gün aslında Almanya’da yaşayan ve yaz ayı için yurduna! dönmüş olan yan komşuların bahçesinden, böğürtüler yükselmeye başladı. Ben, pek tabi ki gördüğüm rezilliğin karşısında belediyeye telefon ettim. O’nun öncesi karı koca dayanamayıp, onlara bağırıp çağırdık. ” Birisi durdursun bu felaketi! ” diye haykırdık. Almanya’da yapabilir misiniz böyle bir şey ?! diye sordum. Onlar ise, hayvan demek biz de küfür sayılır ya ben onu küfürden saymam, o varlıklardan sevgi ve vefa yönünden alınacak çok ders var diye, yaratık misali alınlarına sürülmüş kanla suratlarıma bakıp, kendi bahçelerinde herşeyi yapabileceklerini söylediler. Hatta, ailenin babası dövmek için yanıp tutuştu da, Allah’tan evin içindeydik. Mahkemeye gidilse, durumun bu şartlar altında aleyhe sonuçlanma riski bile var, hiç şaşırmam. Sonra ne mi oldu? Belediyede ki görevli şöyle dedi; ” Eğer hayvanı ticaret amaçlı kesmiyorlar ise biz, müdahale edemeyiz. Adam, adaklık kesiyordur!!!”

 

Burada ki mantığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Hayvanın sokak ortasında katledilmesi vaciptir!!! Yeter ki ticari amaçlı olmasın! Yani herkes, kendi alanının içinde katliam yapabilir. Adaklıktır!

 

Demokratik, hukuk toplumunda kimse ama hiçkimse kendi inanışları doğrultusunda, diğer insanların gözü önünde katliam yapamaz! Bu tür anlayışlar ve inanışlar da örf adet diye hasır altı edilemez!   

 

Artık, kafamızı biraz kaldıralım şu çamurlu, pislik ortamdan! İnsanlar, ne zaman kendilerinin dışında varlıkların da sosyal yaşamlarına, onların varoluşlarına saygı duyacaklar, o zaman gerçekten, bu dünyanın dengelerini oturtabilecekler.

 

Bu program, ben de sürekli tükettiğimiz etin aslında, hangi yollardan tabaklarımıza ulaştığı sorusunu getirdi. Japon, tabağına gelen leziz yemeğin  nasıl da büyük yıkımlarla o noktaya ulaştığını düşünmez iken, biz de de aynı olayların her yıl sokaklar da, diğer zamanlar da da kapalı kapılar ardında gerçekleştiğini düşündürdü.

 

Artık, tüm bu olanlardan bizler de sorumluyuz! Her boka maydanoz olmadığımız, düşünüp de kendi alışkanlıklarımızı değiştiremediğimiz ve o canlıların hayatına talep göstererek katledilmelerine sebep olduğumuz için bu olayın içinde parmak izimiz var! Son yapılan araştırmalar, beyinsiz olarak nitelendirdiğimiz koyunların dahi, 55 kadar kişiyi hafızalarına alabildiklerini, güler yüzlü insanları somurtuk olanlara tercih ettikleri ve aşık olabildiklerini kanıtladı. İnsan eti lezzetli olsaydı, kesip yiyebilecek miydik? Anneyi çocuğunun gözleri önünde öldürüp, eti daha lezzetli diye çocuğu da mı mideye indirecektik?

Klasik sorulardır; ” Dünyayı sen mi kurtaracan? ” Evet, ben kurtaracağım! Sizinle birlikte. Biz, çocuğumuz, yetiştirdiğimiz ve hayata kattıklarımızla beraber.” Ne diye kendini bu kadar üzüyorsun? ” Uzüleceğim!! Evet, dert edeceğim çünkü ben, eğer bir insan isem ve doğayı değiştirme yetisine sahipsem, bunu iyi yol da kullanmaya çalışacağım. En azından, kişisel anlamda bunu yapacağım. Kendi doğrularım ve hissettiklerimle beraber. Zaten, aksini istesem de yapamam ki! Bu, belki de yüzyıla varabilecek bir süreç biliyorum ama aynı zaman da biliyorum ki, birşeyleri değiştirmek isteyen insanlar da var, en azından onların varlığının bilincinde olalım ve yalnız bırakmayalım.

 

Ve yunus…Teşekkürler. Düşüncelerim de bile olsa benimle beraber yüzdüğün, beni iyileştirdiğin ve kendini tekrar hatırlatıp bu yazıyı yazdırttığın için. Çok teşekkürler….

 

NOT: Yazımı bitirmiştim ki hemen ertesi gün, Peter BBC’den gördüğü diğer bir haberi bana getirdi. Haber, yine yunuslarla ilgiliydi. Bu sefer de, 40 kadar yunus yanında çocuğu olan bir insanı deniz de beyaz köpekbalığından kurtarmış, güvenli bir şekil de geri dönebilmeleri için onlarla beraber sahile kadar yüzmüşlerdi.