“Doğanın gücü karşısında insanoğlunun çaresizliği” düşüncesidir aslında Dünyamızın canına okuyan. Çünkü kendini doğa karşısında güçsüz hisseden insanoğlu, güç kazanmak için binlerce yıldır çabalıyor. “Yeneceğim seni doğa” diye haykırıyor.
Halbuki bu bir güç savaşı değil. Kiminle savaşıyoruz ki? Doğa dediğimiz ne ki? Biziz arkadaş biziz… Bizler doğanın ta kendisiyiz. Dünyanın çocuklarıyız. Annemiz toprak, babamız gökyüzü dermiş kadim insanlar. Şimdi süpersonik cep telefonlarımız var diye o insanları “ilkel”, kendimizi “modern” sayıyoruz. Halbuki “ilkel”, bilgiyi “ilk elden” alan anlamına geliyor. İlk el de neresi doğanın kendisi, var oluşun kendisi. “Modern” ise yaşanılan çağa uygun, yani modaya uygun, yani aslında birileri tarafından gayet eğilip bükülebilen anlamına geliyor ki koskoca reklam ve halkla ilişkiler endüstrisi niye var? Birileri “modern” tanımı yapsın diye…
Çözümü “ilk el”den alarak bulabiliriz arkadaş. Güç savaşıyla değil. Doğa kendisiyle savaşılacak değil, uyum halinde olunacak bir düzendir. Onu yenecez derken kendi varlığımıza yumruğu çakıp duruyoruz da farkında değiliz…
Ama önce dilimizde ve zihnimizde başlayacak bu değişim. Doğa korkulacak bir şey değildir ve uyum halinde olduğumuz sürece bilakis bizi destekler. Depremlerle kucağında sallar, yağmurlarla besler, güneşiyle ısıtır. Ama sen gelip sistemin canına okursan ve karşısına dikilirsen de alırsın cevabını işte…
Uyum olduğu sürece çaresiz değil, bilakis onunla birlikte daha da güçlüyüz. Bizler var oluşun ve doğanın sahipleri değil, parçalarıyız… Bunu ne kadar hızlı idrak ederiz, o kadar hızlı dönüşüm başlatırız. Bu kadar basit!
Önce dilde, ifadede ve zihinlerimizde… Sonra realitede…
Yarın buralar imara açılınca çok değerlenir diyerek gezegenin parçalarını satın alıp, ellerini ovuşturarak bekleyen kardeşlerimize sevgilerimle…