Hayırlı olsun hepimize, tüm sorunlarımız yetmiyormuş gibi artık bir de nurtopu gibi “küresel ısınma”mız oldu. Daha doğrusu nurtopu demek yanlış bu konuya, yıllardır bilim adamları sürekli uyarılar yaptılar “Dünya elden gidiyor, ozon tabakası deliniyor, kutuplar eriyor…” şeklinde ama medyamızın bu haberlere ilgilisi gazete içindeki minik bir sütundan öte değildi. Her türlü TV şaklabanı çarşaf çarşaf yer alırken, yaşadığımız gezegene ilişkin çok önemli haberler mini mini sütunlarda ayıp olmasın şeklinde geçiştiriliyordu. Aslında bu ilgisizlik bir yandan da Türk halkının küresel sorunlara bakışını yansıtıyordu. Bu problemlerin hepsi zaten dış mihrakların dertleriydi. Biz zaten o kürede yaşamıyorduk ki, “küresel” kavramı da bizi işaret etmiyordu aslında. Biz zaten nerdeyse %90’ı İstanbul diyebileceğimiz ayrı bir gezegende yaşayan, birbirini yemekle meşgul bir halktık. Zaten binbir türlü dertle uğraşıyorduk; hakemler tuttuğumuz takımların aleyhine tezgah kuruyorlardı, X Y’den hamileydi de bebeğin adı ne olacaktı, Z bakire miydi değil miydi, bilmemnestar’da bu hafta ne olacaktı vs. tarzında bir sürü derdimiz vardı. Bizi tüm dünyadan olup bitenlerden haberdar eden eşsiz (!) haber bültenlerimizi izlerken, her nasılsa araya bazen bir iki haber sıkışırdı hani hatırlarsınız: Bir yere nükleer santral yapılmak istenmektedir ve uzun saçlı bazı gençler protesto etmek isterken polisten dayak yemektedirler. TV’de bunları gören çok bilen halkım da “Ya bunların işi gücü yok mu, nelerle uğraşıyorlar, baba parasıyla geçinince böyle oluyor işte böyle, değiştir kanalı hanım bakalım XYZ Şov başlamış mı…” şeklinde tepki verirdi bu haberlere. N’oldu sevgili halkım? Popomuz güneşten kavrulmaya başlayınca aklımız başımıza gelmeye başladı mı?
Hayır, başlamadı maalesef! Bizim “küresel ısınma” ile ilgili ilişkimiz sadece medyada bu haberlerin daha fazla yer almasıyla “Haaa, böyle bir şey varmış demek, bizi de etkileyecekmiş ha! Aman Allah korusun!” deyip tahtaya vurmaktan ibaret oldu. Bir de pazarda sebze meyve fiyatları yüksek gelip satıcıya “Ne bu fiyatlar?” diye sorduğunuzda adam pişkin pişkin sırıtıp “Küresel ısınma var ya, abla” demesiyle anladık “küresel ısınma”nın kötü bir şey olduğunu. Fakat hayatlarımıza aynen devam ediyoruz, nasılsa Türk’e bir şey olmaz diyerek. Nitekim hükümetimiz de böyle düşünüyor olmalı ki Kyoto Protokolü’nü imzalamıyorlar. “Biz biraz daha sanayileşelim, Amerika kadar kirletmeye başlayalım, o zaman düşünürüz ağalar” modundalar. Gerçi sadece bizim hükümet değil böyle düşünen, dünya kaynaklarının %40’ını tek başına sömüren ve yüce (!) demokrasilerini sürdürebilmek adına her yolu kendine mükellef gören ABD gibi bir ülke de imzalamamış. Keza bilim adamları geçen hafta tüm ülkeleri uyarmışlar “Durum çok ciddi, böyle giderse 2100 yılında insanoğlu kalmayacak diye.”, verilen yanıta bakın “Batı tarzı endüstri sistemi, istenilen önlemleri almaya müsait değil!” Dünya nüfusunun beşte birine sahip Çin, bu rapora aldırmamış bile.Yine diğer nerdeyse diğer beşte birine sahip Hindistan da sallamamış. Yahu iktidar hırsı bu kadar kör edebilir mi insanları? Hiç mi akılları çalışmıyor! Bu gezegen yok olursa endüstri, sanayi, hadi daha basite indirgeyelim popolarının altındaki o çok sevdikleri ve kalkmamak için gezegeni bile yok etmekten çekinmeyecekleri koltukları kalabilir mi? Peki bir insan göz göre göre nasıl yaşadığı gezegeni yok edebilir?
Eğer insanlar yaşadıkları hayata, kendilerine, dünyadaki varlıklarına değer vermiyorlarsa elbette ederler. Maalesef bu dünyanın büyük bir çoğunluğu yaşadıkları hayata küfrederek gezegen üzerindeki varlıklarını sürdürüyorlar. Çoğunun hayat seçimleri bizim evdeki kedi Zuma’dan farklı değil, şartlı refleks tepkilerle sürdürüyorlar yaşamı. “Küresel ısınma, gezegeni yok edecek, insanlık yok olacak.” dediğinizde verilen tepki ölüm korkusundan öteye geçmiyor. Bizden sonraki kuşakları, bu dünya üzerindeki canlıları, bu gezegeni düşünmek vs. yok. Direk “Ben de ölecem.” korkusu. Bilim adamları da, 2100 gibi bir tarih verince de dünyanın yok oluşu için çoğu şöyle bir hesap yapıyor: “Ulan ben şu anda 35 yaşındayım, kaç sene var daha bu olaya 93 sene. Ohooo zaten ölmüş olurum, koy o zaman dünyanın dibine hacı!” Bir an rahatlıyorlar ve aldırmıyorlar. Fakat zannediyorlar ki 2100 olacak ve her şey birden çökecek, o tarihe kadar her şey güllük gülistanlık sürecek. Artık eskisi kadar su bulamayacaklarını, yiyecek ve su için savaşlar çıkabileceğini, dünyanın birbirine gireceğini düşünmüyorlar. Amerikalılar rahat zaten, ordumuz var mı var, dünyanın hakimi kim? Bizleriz. Nasılsa bizim ülke bir şey olursa, gider başkasının toprağına çöker, gene biralarımızı içip yeah, yeah! Çığlıkları atıp demokrasimizin yüceliğini kutlayabiliriz… havasındalar. Bizim halkımızın tavrını zaten anlattım, yöneticilerimiz de “Amcaoğlu, şurdaki koya bir otel kondurursa, ben de nasiplenirim, sonra hayatımın sonuna kadar gül gibi geçinir, giderim.” mantığıyla her türlü yağmaya teşne oluyorlar. (Şu anki hükümet için söylemiyorum bu sözlerimi, yıllardır süregelen bir mantık bu.) Yağma, kirletme; yağma, kirletme… derken yüz sene içinde koca bir gezegenin içine ettik elbirliği ile.
Diyeceksiniz ki “E, ben mi yaptım bunu, yönetenlerin hatası bu…” Hayır, efendim. Yönetenlerimizin yaptıklarından da biz sorumluyuz! Bunda sadece halkın yöneticilerini kontrol etmesinden, tepki göstermesinden bahsetmiyorum. (O konuda müthiş özürlü bir halk olduğumuz kesin de…) Daha basit, çok çok basit bir şey söyleyeceğim size: Kaçımız yaşadığımız hayattan keyif alıyoruz? Kaçımız “Ben böyle dünyanın ta…” şeklinde küfretmiyoruz? Kaçımız kendiyle mutlu?.. Şimdi bunları spiritüel saçmalık olarak nitelendirenler olacaktır ama ben insana ve yaşama dair çok temel bir şey soruyorum. Kendimiz ve hayata dair düşüncelerimiz, tüm insanlık realitesini etkiler bunu biliyor musunuz? Kendiniz ve hayat hakkında neyi düşünürseniz, siz onu yaşarsınız. Şimdi bir gezegen dolusu insanın yaşadıkları hayattan mutsuz olduğunu ve sürekli küfrettiğini düşünün, bu nasıl bir enerji ortaya çıkartır ki? Keza hayattan korktuğumuz için, müthiş bir korku ve içine kapanıklık halindeyiz de aynı zamanda ve herkes kendi poposunu kurtarmak derdinde. Amcaoğluna otel diktirmeyi düşünen yönetici de, piyangodan para çıksa da yırtsam diyen sokaktaki vatandaş da… İnsanlık realitesi korku, bencillik ve kendi poposunu kurtarmak üzerine düşüncelerden oluşuyor çoğunlukla. Böyle bir realitedeki yöneticilerin de, diğer insanlardan farklı olabileceği düşünülebilir mi acep? İçimizde ne varsa, yöneticilerimizden de aynen onu alıyoruz emin olun. Kızıp küfrediyoruz, ama düşünün bakalım onlardaki güç sizin elinize geçse, kaçınız onların yaptığını yapmazdı ki? Kendinize karşı dürüst olun.
Konuyu daha fazla dağıtmadan toparlayayım ve neler yapabileceğimize dair önerilerimi söyleyeyim. “Küresel ısınma”, Türkiye dışındaki ülkelerin problemi değil; birebir bizim de içinde bulunduğumuz ve bu gezegen üzerindeki herkesin hayatını baştan aşağı etkileyecek bir problem. Bunu engellemek için yapılabilecek uzun ve kısa vadeli faaliyetler var. Kısa vadeli olanlarından mesela aklıma ilk 28 Nisan’da Kadıköy’de yapılacak mitinge katılmak geliyor. (Ne kadar çok kişi orada olursa, o kadar çok ses çıkar.) Ayrıca çeşitli web sitelerinde dünyaya zarar vermemek için hayatımızda ne gibi faaliyetlerde bulunabileceğimize dair çözüm önerilerini uygulamak da çözüme katkılardandır. Uzun vadede ise insanlık realitesinin değişmesi gerekiyor ve bunun için de insanların yaşadıkları hayata daha farklı bir gözle bakabilmeleri şart. Bunun olması için illa koşulların düzelmesi de gerekmiyor ayrıca. Sizin hayata nasıl baktığınız, yaşadığınız koşulları da belirliyor. Ne kadar olumlu duygular ve düşüncelerle doluysanız, o kadar katkınız oluyor dünyaya aslında. (Neyse bu öyle iki satırda anlatılamayacak kadar uzun bir konu, başka bir yazımda değineceğim tekrar.)
İnsanlık olarak kendimize şu soruyu sormamız ve yanıtlamamız gerekiyor bence:
Biz insanlık olarak bu kadar güzel bir gezegeni hak ediyor muyuz? Hak ediyorsak neden içine etmek konusunda bu kadar fütursuzuz? Etmiyorsak neden buradayız?
Düşünün bakalım…