Erik ağacı o gün çok mutsuzdu. Koruda birlikte yaşadığı diğer ağaçlar, kuşlar, çiçekler, sabah güneşine yüzlerini çevirmiş, o gün yapacaklarını planlar gibi düşüncelere dalmışlardı ve kimse onun mutsuzluğunun farkında değildi. Yazın en sıcak günlerindeydiler ve yağmur uzun zamandır ortalarda görünmemişti. “Bir gelse, ister çiseleyerek, ister sağanak, bir gelse” diye geçirdi içinden, erik ağacı. Gökyüzüne ümitsizce bir daha baktı ama görünürde bırak yağmur bulutunu, diğer bulutlardan bile eser yoktu.

Dalına konan bir serçenin seslenmesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. “Hayrola, bu ne dalgınlık” dedi serçe, merakla. Erik ağacı günlerdir birinin bu soruyu sormasını beklermiş gibi heyecanla anlatmaya başladı başına gelenleri. “Sorma serçe kardeş, öyle mutsuzum ki anlatamam. Bu yaz yağmura hasret kaldık, biliyorsun. Ben de artık sınıra geldim. Geçenlerde kendimi iyice zorlayıp, köklerimden birini elma ağacının tarafına uzattım. Orada halâ biraz su var çünkü. Elma bana ne yaptı dersin; benim o binbir zahmetle büyüttüğüm kökü kendi kökleriyle öyle bir sarmaladı ki, bırak suya ulaşmayı nefes alamayacak hale soktu. Bir de böbürlenerek bana demesin mi,”Zaten meyvelerin bir işe yaramıyor, yabani, uyuz meyveler. Olmasa da olur, ne uğraşıyorsun.” diye. Günlerdir kendime gelemedim. Üstelik, öteki ağaçlar da duydular bana söylediklerini de yardım etmeyi bırak, hiçbiri beni teselli bile etmedi. Eskiden böyle şeyler olmazdı, ne oldu bu korudaki ağaçlara bilmem, öyle kırıldı ki kalbim ölmek bile umurumda değil inan.” Serçe, “Aman be kardeşim, bütün dertliler de beni mi buluyor? Bıktım vallahi canımdan, gel de teselli et şimdi bunu.” diye düşündü ama erik ağacına hiçbirşey belli etmemeyi başardı. “Bak şimdi erik kardeş, sen yalnız senin derdin mi var sanıyorsun, ben ne hikâyeler dinledim şu son günlerde, aklın almaz. Dünya değişti, kimse kimseyi umursamıyor artık. Sizin koru yine iyi. Bir bilsen neler yaşanıyor başka yerlerde. Şimdi anlatıp da seni daha çok üzmeyeyim. Ama dünyanın tadı, tuzu kalmadı. Kötülük, vahşet, vurdumduymazlık aldı yürüdü. Bu gidişin sonu iyi değil ama kimsenin de umuru değil. Bilmem ki yapılabilecek birşey var mı? Geçen gün bir kaplumbağa “Dedem bana anlatmıştı, çok eskiden yine böyle şeyler olmuş da kıyamet mi birşey olmuş, dünyada ne varsa ölmüş. Sonra yeniden doğmuş herşey. Belki de hayırlısı budur.” falan dedi, iyice bozdu moralimi. Sen şimdi toparla kendini, boşver  şu elmayı da, ben yine uğrarım, hadi eyvallah.” deyip, hızla kanatlanıp uzaklaştı. Erik ağacı şimdi daha da üzgün ve umutsuz gökyüzüne bakıp “Sen sonumuzu hayırlı eyle yarabbi” dedi ve elma ağacının kıstırdığı kökünü kurtarmak için gücünü toplamak üzere meditasyona başladı.

Bu okuduklarınız saçma sapan bir masal değil mi? Ama erik, serçe, kaplumbağa yerine insanlar olsaydı karakterlerimiz masal olmaktan çıkar, acı bir gerçeği anlatırdı.

İnsan, “Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı.”

Bu en gelişmiş canlı neler yaptı bugünlere gelinceye dek bir bakalım:

Üç milyon yıl önce insanın yeryüzündeki macerası başladı. İlk insanlar yiyecek bulmak ve barınmak derdindeydi öncelikle, aynen bugün olduğu gibi. Avlanmak için başlayan alet yapmak düşüncesi zamanla gelişip, çeşitlendi. Tarımı keşfettiler bir zaman sonra. Tekerleği, sabanı ve yazıyı bulmalarıysa hayatlarını oldukça değiştirdi. Şehirler ve medeniyetler kurmaya başladılar. Sonra da kısaca şunlar girdi insanların hayatına: İmparatorluklar ve dinler, savaşlar ve işgaller, başka kıtaların keşfi ve yeni icatlar, ticaret ve kölelik, devrimler ve buhar makinesi, demiryolu ve telgraf, veba ve kolera, ampulün ve aşının keşfi, uçak ve otomobilin bulunması, buzdolabı ve çamaşır makinesi, telefon ve radyo, sömürgecilik ve ırkçılık, birinci dünya savaşı ve milletler cemiyeti, ekonomik krizler ve borsa, ikinci dünya savaşı ve toplama kampları, atom bombası ve radyasyon, sinema ve müzik, uzay yolculukları ve bilgisayar. Üç milyon yıllık serüvenin şu anda aklıma gelenlerle bir özeti. Unuttuğum, atladığım şeyler vardır mutlaka. Ama hatırladıklarımın içinde en çok savaşlar var.

Mülkiyet ve iktidar hırsı, ırkçılık ve din, nedeni ne olursa olsun insanoğlu tüm tarihi boyunca binlerce savaşta birbirini öldürdü. Güçlü olan, zayıf olanı yok etti. Dünya toprakları durmadan el değiştirdi, birçok medeniyet ve onun ürettikleri yok oldu. İnsanoğlunun hırsı, bencilliği, doymazlığı, kibirliliği türlü bahanelerin arkasına sığınıp bu savaşlara gerekçe oldu. Dünyada dengeler, zamanın gereklerine göre sürekli değişti. Düşmanlar dost, dostlar düşman oldu. Yeni bir denge kurulana dek bu böyle devam etti, sonra yeni dostlar, yeni düşmanlarla devam etti insanın dünya gezegenindeki hayatı. Bu satırları yazarken gözümün önünden binlerce savaş fotoğrafı geçiyor. İnsanların kılıçla, baltayla, tabancayla, tüfekle, bombayla öldürüldüğü savaşlar ve parçalanmış, kanlar içinde, bedeninin bir parçası yok olmuş acı içinde kıvranan insanlar. Çocuğunun ölümünü gören veya haber alan ana, baba yüzleri geçiyor gözümün önünden. Sevdiğini kaybetmiş bir kadın, bir adam. Kollarının arasında arkadaşının son sözlerini çaresizlikle dinleyen bir asker.

Altmış yıla yakın bir zamandır dünya savaşı boyutunda birşey yaşamıyoruz. Ama savaşlar halâ bitmedi. Savaş, nedeni ne olursa olsun, sonucu ne olursa olsun, insanoğlunun kaybettiği bir şey. Her savaşla ,“insanlığımızdan” birşeyleri daha kaybediyoruz. Her savaşla, bizden sonra dünyada yaşayacak nesillere kötülüğün tohumlarını ekiyoruz. Her savaşla, yaşamın güzelliklerini unutup, karamsar, umutsuz, sevgisiz, hoşgörüsüz insanlar yaratıyoruz. Ve o insanlar birbirleriyle savaşmadıkları zamanlarda yaşayabilecekleri tek yer olan dünyanın dengesini bozmak ve doğasını yok etmek için bugün olduğu gibi, her şeyi yapmaya, inanılmaz bir aymazlıkla devam ediyor.

Savaş sadece silahla değil, geride bıraktığı görünmez etkileriyle de insan için ve insanlığın geleceği için en büyük tehlike. Meşru hale getirilen ve sanki bir film senaryosu yazılır gibi planlanan bir şey artık savaş.

İnsanoğlu savaş dışında da “sınıfı geçecek” bir nota sahip değil ne yazık ki. Irkçılık halâ en gelişmiş zannettiğimiz ülkelerde bile devam ediyor. Milyonlarca insan açlık sınırında yaşam savaşı veriyor. Bize dokunmayan doğal felâketlerden zarar görenlere yardım etmek, aklımıza bile gelmiyor. Dünyayı kirletmeye, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı zehirlemeye, devam ediyoruz.

Bense sizler gibi, bu kadar “insan” lıktan çıkmış insanlarla aynı gezegende yaşadığım için utanıyorum. Tekrar hatırlayalım “insan” ın anlamını: “Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı.”

Benim bu açıklamaya itirazım var. Zira “memelilerden olma, iki el, iki ayak bölümü tamam da, diğer bölüm yukarıda anlattığım tabloya pek uymuyor. Bu bölüme girmesi mümkün olmayanlara yeni bir isim konması gerekiyor diye düşünüyor ve “ insanımsı”, “insanımtrak”, “insanmışımsı” vb, gibi bir sözcük öneriyorum. Bu türe girmesi gerekenlerle, girmemesi gerekenleri ayırmanın ruh sağlığımıza fena halde iyi geleceğini ben uzun uzun düşünüp buldum. Gelin bana inanın. Siz de düşünün ve gerçeği görün.

Böyle bir tanımlama ve ayrım yaptığımızda, “insan” tanımına uymayanların yaptığı hiçbir davranış bizi derinden yaralamayacak, üzmeyecek, yıpratmayacak. “İnsanmışımsı bir grup, maç çıkışı birbirine döner bıçağıyla saldırdı, iki kişi öldü, üç kişi ağır yaralandı”,”insanmışımsı bilmemkim, karısını sokak ortasında yedi kere bıçakladı, yoldan geçen insanmışımsılar olaya hiç tepki göstermedi”,”insanmışımsı fırın sahibi, bu böcekleri ben mi çağırdım, kendileri geldi ne yapayım, diye kendini savundu”, “insanmışımsı bir grup, günlerce eve kapatıp tecavüz ettikleri 14 yaşındaki kızın rızasıyla bu eylemin gerçekleştiğini söyledi”, “insanmışımsıların  iktidarda olduğu bilmemne ülkesinin işgal ettiği bölgede, katliam, inanılmaz boyutlara ulaştı” vs.

Bakın, nasıl rahat okudunuz bu cümleleri. İnsan değiller çünkü, bize benzeyen sadece dış görünüşleri. Biz tüm bu çirkin, yanlış olayların dışında tertemiz kaldık “insan”lığımızla.

Gelin bu insanlığa yararlı cin fikre hep birlikte sahip çıkalım. Gelecek günleri vicdan muhasebesi yapmadan, huzur içinde, “insan” lığımızdan utanmadan yaşamanın hazzını paylaşalım.

“İnsan” soyuna ait olmaktan utanmayacağımız günler diliyorum hepimize.

Gülseren Karaçizmeli