Editörümüz Hasan, “Bu ayın konusu Barış, herkes onu istediği gibi işlesin” dediği anda aklıma süper bir hainlik geldi. “Benim Barış diye bir arkadaşım var, süper bir heriftir” diyip onla beraber yaşadığımız Bodrum ve Ankara maceralarından bahsetmeyi düşünüyordum.

Fakat geçenlerde bir fanımdan aldığım mailde aynen şu laflar geçiyordu. Geçen ay yaptığım o “Yalnız Kalbim Konuşuyor” çizgi romanına şöyle bir yorumda bulunmuş kendisi: “Abicim güzel yazmışın çizmişin de bırak bu romantik ayaklarını sen evrensel mesajını yaymaya devam et.” Yarı sarkastik, yarı ciddi bu yorum aslında biraz da beni kendime getirdi.

Hasan’ın geçen ay yazdığı “Biz Melek Değiliz” yazısına bir ithafta bulunmak istiyorum, evet biz melek değiliz, ve misyoner de değiliz. Eski yazılarımı okudum da bazılarında resmen “şunu yapın bunu yapın” şeklinde yazmışım. Bu beni rahatsız etti. Bilmenizi isterim, benim asla amacım vaaz vermek olmadı, sadece olayları kendi bakış açımdan aktarıyorum o kadar. Bazı okurlar, ciddi ciddi dediklerimizi ciddiye alıyorlarmış çünkü…

Şimdi bu konuda anlaştığımıza göre , barış konusuna girmeden başka bir konuya değinmek istiyorum: Küçük çocuklar.

Küçük çocuklardan nefret ederim. Sürekli ağlayan, gaz çıkaran, altına yapan, sümüğü, salyaları akan bu yaratıkları nasıl sevimli bulurlar anlamıyorum. Hele bir de o çığlıkları yok mudur? En tiz perdeden, tüm sessizliği yırtan o iğrenç susmak bilmeyen çığlıkları.

Bir de nasıl canavarca bir düşünce tarzları vardır! Hatırlarım parkta oturmuş kitap okuyordum, bebenin biri en masum yüzüyle bana geldi, elinde uzun bir dal parçası vardı: “Amca bunu kırar mısın, çok ağır bu” dedi bana. Aldığım gibi dalı ortadan ikiye kırdım, çocuğun bir anda gözleri doldu, “Anne anne, parktaki amca benim dalımı kırdıııııı” diye ağlayarak salya sümük karışmış şekilde ağlayarak annesinin yanına koştu. Elimde kırık dalla yarım saat cadalozdan azar işittik sonra .

Çocukları sevdiğinizi mi iddia ediyorsunuz, size bir önerim var. Gidin 8 saatlik bir otobüs yolculuğu yapın. Gece ya da gündüz yolculuğu olmuş fark etmez ve gidin ya önünüze ya da yanınızda bir çocukla gitmeye çalışın. Sonra görüşürüz sizlerle. Otobüsün tuvaletinde çocuğu boğayım derseniz hiç denemeyin, sifondan fazla su akmaz orada; mola yerini bekleyin.

Bir psikolog arkadaşımla bu konuyu konuştuğumuzda bu ağlamanın ve çağırmanın aslında mağara devrinden kalma bir içgüdü olduğunu söylemişti. Eğer mağaraya sivri dişli bir kaplan girerse çocuk bağırırmış, baba da elinde sopayla gelip kaplanı öldürürmüş. Tamam, iyi güzel de şu an mağara devrinde yaşamıyoruz. Etrafta görebileceğin en kaplan-vari hayvan, evinde sobaya kıvrılmış yatan şişko bir kedi.

Timsah evrim geçirmeyen tek hayvanmış derler yalandır, bu bebek denen yaratık milyonlarca yıl geçirmiş, hala evrim geçirmemiş, kaplan gördüğünü zannedip başlıyor ciyaklamaya.

Aranızdan “sen de eskiden bebektin” diyenler çıkacaktır. Doğru hatta ondan önce de spermdim, daha da önce de bir portakalda vitamindim. Ama hiç kimse portakal ağaçlarına karşı bir hisler besleyip onlara sarılmıyor değil mi? Ben niye bebeklere sempati beslemek zorundayım?

Çocuklar geleceğimizin altın kanatlı melekleridir derler. Yalandır. Çocukların hepsi birer vahşi yamyamdır. Hele şu son 10 yılın şımartılmış gürbüz veletleri tam bir rezalet. Hatırlıyorum da Kıbrıs‘ta Migros gibi büyük bir alışveriş merkezi açılmıştı ve büyükler alışveriş yaparken o sevimli bücür zırlayarak alışverişlerini bozmasın diye çocuklarını alışveriş merkezinin içindeki küçük bir oyun sahasına bırakıyorlardı. O oyun sahasında şu anda çoğu hamburgercinin açık hava bahçesinde ya da oyun parkında olan, şu plastikten yapılma evlerden bir tane vardı. Hani şu plastik levhaların birbirine monte edilmesiyle yapılan evlerden. Her ne akla hizmetse Kıbrıs’taki bu park demir çubuklardan yapılmıştı, o çerçeve üstüne plastik levhalar konmuştu. Sonra da herhalde çocuklar düşüp yaralanmasınlar diye o demir boruların üstünü renkli renkli süngerlerle kaplamışlardı.

Bir gün alışverişten sonra, marketin içindeki küçük cafeye oturmuş yorgunluk atarken üç tane çocuğun o oyuncak evde oyun oynadıklarını gördüm. Çocuklardan ikisi, aynı anda o bahsettiğim demir iskelete asıldılar ve o metal çubuklardan ikisi tam destek noktalarından çıktı ve çocukların elinde kaldı. Böylece oyun parkında üç tane çocuktan ikisinin eline bir silah geçmiş oldu.

Çocuklardan biri bu metal çubuğu, hiçbir silahı (ve de suçu) olmayan çocuğun kafasına “baaam” diye geçirdi. Çocuk yere düştü ama ağlamadı, çünkü fazla bir şey olmamıştı, ne de olsa demir çubuk süngerle kaplıydı. Silahlı olanlar ellerindeki sopalara baktılar ve biraz kurcaladılar. Bir tanesi biraz uğraşınca süngeri çıkarmayı başardı. Sonra yerdeki çocuğun yanına gitti ve bu kez de çocuğun vücuduna öyle vurdu. Sopayı yiyen çocuk ağlamaya başladı. Bunun üzerine diğer sopalı çocuk sopasındaki süngeri çıkarmaya uğraştı, ama beceremedi. Bunun üzerine resmen tırnaklarıyla süngeri parçaladı. Sonra da yerde ağlayan çocuğa öyle bir girdiler ki ….

Aman tanrım.

Nazi zulmünden kaçan Yahudiler bu kadar acı çekmemiştir herhalde. Anneleri gelip de çocukları ayırana kadar iyi bir dövdüler çocuğu.

Örneği çok mu uç buldunuz? Peki, o zaman daha basit bir örnek vereyim. Herhangi bir parka gidin. Ama bu deney için bir tane koşup zıplayan bir köpek, bir tane salyalı sümüklü gürbüz canavar, bir tane de anaç tavuğa ihtiyacınız olacak.

Çocuğu bırakın, biraz koşturduktan sonra köpeği görsün, sonra denekleri izlemeye başlayın. Küçük çocuk bir şekilde ses çıkartarak köpeği korkutmaya çalışır, eğer başarırsa da köpeğin peşinden koşar, onu kovalar, bundan büyük bir haz alır çünkü. Ne hazzı mı? Kendisinden daha zayıf bir canlıyı ezmenin hazzını. Ama tam tersi olur da köpek kaçmaz, hatta gırlar yada havlamaya başlarsa hemen zırlaya zırlaya onu koruyacak daha güçlü birisinin yanına gider. Yani annesinin yanına. Anne bunun üzerine sevimli zebanisine bir şey olacak diye köpeği kovalar. Çocuk, ebeveynden aldığı güvenle tekrar saldırır köpeğe… Ama köpek ona gırladığı için temkinlidir. Uzaktan saldırır. Ya bağırır ya da büyük ihtimal taş atar… Köpek saldırırsa ebeveynin üstüne saldıracağını bilir, böyle olunca mecburen kaçar. Zebani savaşı kazanmıştır. Sonra da elinde bir parça dalla yanınıza gelir ve bir anda deneye siz de katılmış olursunuz.

Evet, kendimizi tam anlamıyla bir huysuz , neşesiz ve çocukları sevmeyen bir adam olarak teşhir ettiğimize göre, yavaş yavaş ana konumuza dönelim: Barış.

Yeterince çocuklar konusunda değerli fikirlerimi ortaya döktüm. Doğuştan gelen vahşilikleri dışında , bu kadar vahşi olmaları tamamen onların suçu mu? Hayır! Çünkü çocuklar, bizleri örnek alıyorlar ve örnek aldıkları tipler de muhteşem insanlar değil. Özür dilemeyi bilmeyen, yerlere rahatça tüküren, sümküren, kısa zamanda köşeyi dönmeye çalıştığı için sağı solu dolandıran, sürekli küfreden bir sürü “güzel” örnek var karşılarında. Yere çöp atan, para çalan, her 3 cümlesinden birine “ananı “ küfrünü virgül niyetine kullanan büyükler, ne kadar iyi bir örnek olabilir ki zaten doğuştan vahşi birine?

Zaten toplumuzda çoğu insan işinden mutsuz. Çoğu yaptığı işle alakasız bir bölümü bitirmiş. Maalesef çok doğru konuşan değil, çok fazla bağıran insanların kavgayı kazandığı bir dünya burası. Genelde çoğu anne baba, kendi içinde kalan ukteleri zorla çocuklarına yüklüyorlar. Mimar olmak isteyen, baba zoruyla muhasebeci oluyor, yada konservatuar okumak isteyenler aile zoruyla “bu işte para yok” mantığıyla gidip su ürünlerinden mezun oluyor. Şu anda filmlerde ve müziklerde açık açık gangsterliğin, silahlı çatışmaların ve uyuşturucu kullanmanın “havalı” olduğu lanse ediliyor. Bilinci yerine oturmaya başlayan biri, bu etrafındaki mutsuz insanlarla, sürekli pompalanan yanlış bilgilerle, ne kadar doğru karar verebilir ki ?

Bazen yeni çocuğu olmuş arkadaşlarım, ağzı burnu salya sümük içindeki canavarlarını bana gösterdiklerinde, nedense onu sevimli olarak göremiyorum. Onu 30-40 yıl sonra göbeği sarkmış, hiçbir istediğini yapamamış, sigara kokan ve mutsuz biri olarak görüyorum.Aynı, bizim gibi.

Barış diyoruz ama daha kendi çevremizle barışık yaşayamıyoruz. Dünyayı mahvettik, su kaynaklarını ve fosil kaynaklarını tükettik ya da tüketmek üzereyiz. Asit yağmurları ile ilgili bir belgesel izliyorduk geçenlerde, arkadaşım, “sanki deli bir tanrı, yarattığı şeyleri yok etmeye çalışıyor” dedi. Ona döndüm ve şu soruyu sordum: “Peki, onu suçlayabilir misin?” “Ama bir sürü yeşilci grup var” diyenlerinizi duyuyor gibiyim. Maalesef çoğu dünyaya duyarlı olalım diyenler fosur fosur sigara içiyorlar ve koyun mantığıyla hareket ediyorlar.

Burada en sevdiğim koyun grubundan bahsetmeden geçemeyeceğim.Aynı zamanda en meşhur gruplardan biridir: Green Peace. Ara sıra düşünüyorum da ne kadar akraba evliliğinden doğma, evde kalmış, işe yaramaz adam varsa içlerine almak için çok mu uğraşmışlar diye ? Tamam bazen çok işe yarar şeyler yapıyorlar, yağmur ormanlarını protesto filan ediyorlar, sayelerinde bayağı bir parça orman ve bir sürü hayvan ölümden kurtuldu, ama bazen de o kadar saçmalıyorlar ki…

Ankara’da okuduğum yıllarda “Nükleer santrale hayır” diye bir imza paneli vardı. Hepsi de meşhur, yeşil dünya tişörtlerini giymişler imza topluyorlardı. O sırada ben kimya mühendisliğinde okuyordum, kız arkadaşımsa nükleer enerji mühendisiydi. Nükleer reaktörlerin yararlarını ve zararlarını az çok biliyordum yani. İmza toplayanlardan birine gidip bu imza kampanyasının amacını sorduğumda verdiği akıllara zarar cevabı hala hatırlarım: “Abi, zararlı işte çevreye, radyasyon filan yani…”

Dakika bir , gol bir.

“Peki , füzyon mu zararlı, fizyon mu “ şeklinde tuzak bir soru sordum: “Abi hepsi zararlı işte füzyon, fizyon…radyasyon var ya…Ondan yani…” (Bilmeyenler için not : Nükleer reaktörler fizyon mantığıyla çalışırlar ve atomun parçalanmasıyla elde edilen enerjiyi kullanırlar. Fizyon tepkimesinden sonraya ortaya çıkan yan ürünlerden bazıları binlerce yıllık yarı ömürleri olan radyoaktif izotoplardır. Çevreye zararlı denilen maddeler bunlardır. Füzyon ise atomların birleşmesidir ve herhangi bir zararlı izotopu yoktur. Bu yüzden bir diğer adı da” temiz enerji”’dir. Fakat maalesef kullanışlı değildir. Tabii ki bu bilgiyi herkesin bilmesini beklemiyorum, ama eğer bir şeyin zararını savunuyorsan , neyi savunduğunu da bilmen gerekir.)

“Peki” dedim sabırla “ Nükleer reaktörlerin kapatılmasına ben de katılıyorum, radyasyon filan zararlı tabii ki, yerine ne açalım dersin?”

“Bilmem ki abi. Ama mesela eskisi gibi santraller kurabiliriz. Mesela kömürle çalışan santraller olabilir.”

Arkadaşın anlaşılan kömürle çalışan santrallerin yarattığı zararlardan haberi yoktu. Hem de green peace adına imza toplamasına rağmen. Neyse dedim içimden, sakin ol, at imzanı geç. İmzayı atarken son bir şey aklıma geldi.

“Pardon bu imzaları nereye göndereceksiniz?”

“Haaa, bilmiyorum abii, gazetelere filan galiba, sen at , gerisini boş ver… Biz hallederiz gerisini…”

“Yani planlanmış bir şey yok mu?”

“Ya sen at abi, gerisini biz hallederiz…Yollarız bir yerlere…”

Kimi insanlar bazı şeyleri bir kere de anlar, kimisi ise 10 kerede. Bu büyük ihtimalle 10 kez anlatınca anlayanlardan biriydi , ama ben bunu maalesef o gün öğrenemedim. Çocuğun kafasına Calculus 201 (350 sayfalık, kalın ciltli bir kimya kitabıdır) ile henüz 7 kere vurmuştum ki bakışları daha bir anlamlı gelmeye başlamıştı. 3 kere daha vursam tam akıllanacaktı ama ne yazık ki devamını getiremedim, çünkü beni yakalayıp standdan uzaklaştırdılar. 2 gün sonra da “Kimya mühendisi olan nevrotik canavar, haklı davamızı savunan Murat adlı arkadaşımıza hunharca saldırdı” şeklinde yeşil dünya gazetesinde reklamım yapıldı.

Her zamanki gibi, “bir tane Ankaralı salak yünden tüm Green Peace’i suçluyorsun” diye suçlamalar olacaktır. O zaman daha büyük ve global bir örnek vereyim:

Singapur’da çalışırken de yine bu Green Peace’cilerle bir olay yaşamıştım. Denizi doldurma işinde çalışıyordum. Şu denize platform kurup aylarca kalan gemiler vardır ya, onlardan birindeydim. Telsizden ilginç bir haber duyduk. Denizin dibinden petrol getiren borulardan biri korozyona uğramıştı ve delinmek üzereydi. Bu da oldukça hassas bir konuydu çünkü bu boru hattı kırıldığı an hem deniz kirlenecek ve oradaki ekosisteme geri dönüşümü çok uzun sürecek olan bir hasar verecek, hem de Singapur için milyonlarca dolar bir kayba sebep olacaktı. Bunun üzerine çok kısa sürede bir teknik ekip toplandı ve ne yapılması gerektiğine karar verildi. Borunun 2-3 günde iyice aşınacağı ve petrol sızdırmaya başlayacağını hesapladılar ve boruyu nasıl tamir edeceklerine karar verdiler. Teknik detayları ben de tam bilmiyorum, çünkü bunlar basına hep üstü kapalı olarak anlatıldı. Öbür gün uzman dalgıçlardan bir ekip geldi, o muhteşem gemilerine maalesef binemedim, ama uzaktan izleme şansını yakaladım. Derken, bu Green Peaceçiler korsan gibi birden ortaya çıktılar (Türkiye’de “zodiac” diye bilinen ) lastik şişme botlarıyla gelip pankart filan açtılar. Önce boru yapımında adi malzeme kullanıldığı için hükümeti ve yapan şirketi protesto ettiklerini zannettim ve içimden “Helal olsun, ara sıra bunlar da doğru işler yapıyorlar demek ki” diye düşündüm. Tabii düşündüğümün tam tersi çıktı. Adamlar, boruyu onaracak gemiyi protesto ediyorlarmış.

Her zamanki sürü mantığı işte… Hiçbir şeyi inceleme, sadece itiraz et.

Tam bir gün boyunca, icabında kendi canlarını tehlikeye atarak, tamirde kullanılacak olan küçük denizaltının denize girmesini engellediler. Başbakan, Green Peace’ın Singapur temsilcisini büyük bir para yardımı sözü vererek en sonunda ikna etmiş olacak ki, öbür gün Green Peace’çiler , kuyruklarını bacakları arasına sıkıştırıp döndüler. Tabii onarım ekibi , 24 saat kaybettikleri için normal çalışma temposunun 2 katı hızla çalışmak zorunda kaldı, ama bildiğim kadarıyla, zor da olsa bu işi bir şekilde hallettiler.

Green Peace elemanlarının o gece yaklaşık 10 tane Malezyalı işçi tarafından da gayet güzel ikna edildiklerini öğrendim. Bunu da sabah bizim işçilerden biri boynuna -üstünde ne hikmetse kırmızı lekeler olan- bir Green Peace atkısı dolayıp gelince öğrenmiştim.

En başa dönelim.

Küçük canavarlar, içlerindeki şiddet eğilimi bitince örnek alacakları kişiler olarak kimleri görecekler? Bizleri ve etraftaki diğer insanları… ve bizim hatalarımız sürdürmeye, büyük ihtimalle de Green Peace gibi iyi bir amaç gütmesine rağmen, koyun mantığıyla hareket ettiklerinden her şeyi batıran örgütler kurmaya devam edecekler.

Olayları oldukça karıştırdığımın farkındayım. Barış dedik ama küçük çocuklara girdik, örnek alınacak büyüklere girdik, Green Peace’in düşmanlığını kazandık…

Kısaca bir hatırlayalım, insanların küçükken ki vahşiliklerinden, büyüyünce örnek aldıkları insanlardan, katıldığı gruplardan , hiç düşünmeden sadece yap denildiği için yaptığı olaylardan, sürü mantığından bahsettik.Pek iç açıcı değil gibi, değil mi ?

O zaman konuyu toparlayıp, şöyle bir cümleyle bitireyim:
Biz eğer gerçekten barış bekliyorsak, ve dünyaya barışın geleceğini düşünüyorsak, bunu yeni jenerasyondan ve gelecek nesilden bekleyeceğimize, maymunların tekrardan evrim geçirmelerini beklememiz daha mantıklı olur.

Tunç Pekmen