Benim yaşım sizlere 1915’ten bahsetmek için hayli genç olabilir… Dolayısıyla kendi yaşadığım dönemden yani 1980’lerden ve gözlemlerimden sizlere bahsedeceğim.

Ailem baba tarafından Malatya, anne tarafımdan ise yine Malatya ama Arapkir kökenli. Ben ise İstanbul’un Şişli ilçesinde doğmuşum. Dolayısıyla çocukluğum İstanbul’da apartman katında yazları ise Kınalıada sahillerinde geçti (Daha evvelki yazımda bahsetmiştim).

Evde annemle Ermenice, babamla da Türkçe konuşarak büyüdüm, ilkokulum da Ermeni okulu olduğu içinde sanırım ana lisanımı konuşmak her zaman daha kolayıma gitmiştir o dönemde.

Hayatımda yadırgadığım ilk uyarı bana ailem tarafından sokakta ‘Ermenice’ konuşmamam ve ‘haç’ takmamam yönünde yapılmıştır. Bunu kendi kendime o dönem ne kadar sorgulasam da çocuk dünyamda tatminkâr bir açıklamasını yapamamıştım.

İlk kez 1979 yılında sokakta rastladığım bir adamın bana yönelttiği; Ermenice konuştuğum esnada “Nece konuşuyorsun? Sen nesin?” şeklindeki sorularıyla irkildim. Bu bizim Osmanbey’de oturduğumuz evin tam önünde olmuş bir olaydır. Masumane bir biçimde “Türk’üm ve Ermenice konuşuyorum” oldu kendisine cevabım. Daha kızgın bir tavırla ve 9 yaşında olduğumu göz ardı ederek bana evvela burada yazamayacağım bir küfür salladıktan sonra “İkisi bir arada olmaz! İkisinden birini seçeceksin ve burada öyle yaşayacaksın” dedi.

O gün benim başkaları tarafından farklı görüldüğümü anlamamı sağlayan hayatımın dönüm noktalarından birini teşkil eden olay olmuştur. Bu ilkti ama devamı gelecekti…

Daha sonra çevremizde geçen konuşmalardan da anlayacaktım ki bu ülkede doğup büyümemize, askerlik yapıp vergi ödememize rağmen diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip değildik. Meselâ, 18 ay askere gidip vatan hizmeti yapmak mecburiyetimize karşın sonucunda ‘tezkere bırakmak’ gibi bir hakka sahip değiliz. Çünkü ’Sakıncalı Piyade’ konumundayız.

Bir Ermeni çocuğa okulda öğretmen sorsa “İlerde ne olmak istiyorsun?” diye. O da saf saf  “Polis veya Asker” diye cevap verse bu gülüşmelere yol açar. Keza çöpçü dahi olamayız!..

Her ne kadar kamu görevlisi olma yönünde yasaklar konsa da önümüze, Allah’tan atadan dededen gelen sanatkar taraflarımız var. Özellikle el becerisi gerektiren kuyumculuk, demircilik, taş ustalığı gibi…

Bunun yanında Osmanlı’dan günümüze hâlâ ayakta kalan birçok nadide eserin ustalarının Ermeni olması başarının açık bir göstergesidir.

Bazı tur rehberleri gezdirdikleri turist guruplarına her ne kadar anlatırken Agop, Sarkis, Garabet Balyan gibi çoğu üyesi mimar olan bu ailenin vermiş olduğu günümüze kadar sapasağlam gelen yüzden fazla eseri “İtalyan mimar Balyani yapmıştır!” şeklinde söyleseler de gerçek bütün tarih kitaplarında yazılıdır.

En son geçtiğimiz aylarda İstanbul’da yapılan ‘Mimarlık Kongresi’ öncesinde Harbiye’de kaldırımlar üzerindeki açık hava sergisinde Dolmabahçe, Topkapı, Beylerbeyi, Yıldız ve Çırağan Sarayları’nın yanı sıra, Ortaköy, Dolmabahçe, Maçka ve Nüzhetiye gibi bir çok caminin Balyan Ailesi’ne mensup mimarlar tarafından meydana getirildiği açıkça eserlerin resimleri yanında yer almaktaydı.

Balyan kardeşlerin kendilerine özgü ağır süslemeler ve taş işçiliği şaheseri örneği diğer çalışmalarının yanında Kuleli Askeri Lisesi, Taşkışla, Selimiye Kışlası, Yıldız Köşkü, Maçka Karakol hanesi ve hatta Tophane Saat Kulesi de yer almaktadır.

Çoğu kişinin bilmediği bir başka çarpıcı gerçek ise ünlü ‘Mimar Sinan’ın devşirme Ermeni asıllı Simon olduğudur…

İster istemez gittiğimiz tarih gerçeklerinden yine günümüze dönelim…

1985’te yurtdışına okumaya gittiğimde orada Lübnan, İran ve Suriye Ermenileri ile rastlaşıp onlar tarafından dışlandım. Kimliğimi daha yakinen sorgulamam ve oturtmamda o döneme denk gelir.

O dönem anladım ki bende Ermeni kimliğim kadar Türk kimliğim de önemliydi. Ancak yukarıda bahsettiğim ülkelere tehcir -zorunlu göç- esnasında gidenlerin uzantısı olan bu kişiler öylesine fanatikçe dışladılar ki beni. En aşırı ülkücüden bile daha sağcı bir kimlikle Türklüğü savundum onlara.

Yurtdışında Türklüğümü savunmak ne denli zor olduysa yurt içinde de Ermeni kimliğimi savunmak bir o kadar zor oldu.

18 yaşında bir yaz tatili için Türkiye’de bulunduğum esnada ehliyet aldıktan sonra polis tarafından yapılan çevirmelerde, ismimin ‘Aret’ olmasından kaynaklanan merak sonucu olsa gerek hüviyetimi istemeleri ve alır almaz arka yüzünü çevirip din hanesine bakmaları ve soru yağmuruna tutulmam bende kendimi bu toplumun bir ferdi olup olmadığım sorgulamasını yeniden başlattı.

90 senesinde kısa dönem askerlik için Burdur’a gittim. Giderken de kendi kendime “topu topu iki ay hemen geçer” dedim. Fakat o süre uğradığım sözlü tacizler sebebiyle hiç de kolay geçmedi.

Birlikte bedelli askerlik yaptığım topluluğun üyelerinin çoğu uzun yıllardır dış ülkelerde yaşayan işçiler, iş adamları gibi kesimden olduğunu düşünürsek; hal ve tavırları benim için daha da vahimdi…

Bu durum, haftanın üç günü ikişer saat Genel Kurmay’dan konferans vermeye gelen emekli askeriye mensuplarının Ermenilere yönelik “şöyle astılar, böyle kestiler” şeklindeki söylemlerinden kaynaklanmaktaydı.

Beni en çok şaşırtan olay Diyanet İşleri’nden gelen bir din görevlisinin yapmış olduğu konuşmadır. Ben hayli moralsiz ve artık son noktayı da bu kişi koyar diye beklerken öyle bir ‘kardeşlik’ ‘sevgi’ ‘insanlık’ mesajları verdi ki gelen kişi, herkes o güne kadar yapmış olduğu hareketlerden sarf ettiği sözlerden utandı. Sonuçta gelen görevlinin altını çizdiği hepimizin aynı vatanın evlatları olarak aynı çatı ve bayrak altında toplanmamızdı…

Askerliğimin son günlerinde gelen bu olumlu mesaj tebessümle ayrılmama neden oldu.

92 senesinde tahsil hayatımı noktalayıp iş hayatına girerken beni nelerin beklediğini bilmiyordum…

Çalışmaya başladıktan bir süre sonra “bu ne, gavur ismi mi?” sorularına muhatap olmaktan bıkıp kendime ‘Arif Akpulat’ diye kartvizit bastırdım. Artık çevremde yakın dostlarım dışında herkes beni ‘Arif’ olarak tanımaya ve çağırmaya başladı.

Bazı müşterilerin gelip de başka gayrimüslimler hakkında atıp tutup “O gâvur! Ondan alacağıma senden alırım” demeleri karşısında ne kadar içimin kanadığını tahmin edersiniz…

Ne yazık ki bugün hâlâ halk arasında yerleşmiş olan; hatta televizyon dizilerinde, çevrilen filmlerde insanlar ‘gâvur’ sözünü fütursuzca sarf etmekte. Ne anlama geldiğini bilmeksizin.

17 asırdır bu topraklarda yaşamış taş üstüne taş koymuş, toprağını ekmiş biçmiş bir ırkın ferdi olarak ‘Azınlık’ sözünü kabul etmiyorum. Ve kendimi ‘azınlık’ olarak görmüyorum.

Benim için beni kendinden ayrı tutan herkes esas kendisi azınlıktır…

Aret Akpolat

8 Ağustos 1970’te İstanbul’da doğmuşum. İlk ve ortaokulu Ermeni mektebinde bitirdikten sonra soluğu İsviçre’de aldım. Lise ve üniversite hayatım Cenevre’de geçti. Memleketi belki ben kurtarırım sevdasıyla ‘Ekonomi’ okudum. Sonra İstanbul’a geri gelip 1992’den itibaren baba mesleği olan ayakkabı-terlik sektöründe faaliyete geçtim.. Müzik, Fenerbahçe ve deniz başlıca tutkularımdır. Fanatik bir taraftarım ve kongre üyesiyim…