Önce sağlıklı beslenmeyle başladım yediklerimi seçmeye ve tükettiğim et oranını azaltmaya. 2009 gibi Earthlings (dünyalılar) belgeselini seyrettikten sonra da karar verdim vejeteryan olmaya. Belgeselde söylenen ilk sözler:
“Hepimiz dünyada yaşadığımız için dünyalı olarak kabul edilebiliriz. Ne cinsiyet ayrımı ne ırkçılık ne de türcülük diye bir şey dünyalı tanımında yoktur, her birimizi ve hepimizi kapsar bu tanım. Sıcak veya soğukkanlı, memeli, omurgalı ya da omurgasız, uçan, sürünen, amfibik, balık ve insan benzeri. Bu nedenle insanlar dünyadaki tek tür değildir, milyonlarca diğer canlı varlıklarla hep beraber evrimleştiğimiz gibi bu dünyayı da paylaşır. Her nasılsa dünyalı insan sıkça diğer dünyalılara ve yaşayan canlı varlıklara sadece birer obje olgusuyla egemen olma eğilimindedir… (Tabi bu paragrafı Joaquin Phoenix’in o duygu dolu sesiyle dinleyince daha bir başka oluyor).”

Belgesel konuya böyle girince beni de derinden sarsmış, neye uğradığımı şaşırdım. Bittiğinde ise resmen insanlığımdan utanmış ve vejeteryan olmaya karar vermiştim. O zamana kadar hiç konuyu bu şekilde düşünmemiştim ve ne yazık ki karşılaşmamışım da (ağır bir belgeseldir yatmadann önce seyretmenizi tavsiye etmem). İlk üç gün burnuma gelen et yemeği kokularıyla bayağı savaştım, çok direndim ama nafile, açlıktan gözlerim kararır gibi etsizlikten gözlerim kararmaya başlamıştı galiba. Tabi ben daha öncesinde mangal başı biri olduğum için zor geldi galiba diye düşünmüştüm, hatta başkasının pişirdiğini bile beğenmezdim, illa ki kendim pişirmem gerekirdi. Sebebini sonradan yaşayarak öğrendim tabi, yazıyı okudukça siz de anlarsınız.

Şöyle bir örnekle açıklamak gerekirse; diyelim ki fosil yakıt tüketen bir aracınız var ve bir gün kalkıp çevreye zarar veriyormuşum bundan sonra fosil yakıt değil de su koyayım bari araca derseniz o araç gider mi? Gitmez. Bende bu değişimi en sağlık nasıl yaparım diye hiç düşünmeden en zor yoldan nasıl gidilirse öyle gittim, deneme yanılma yoluyla. Zamanla da olsa bi şekilde vejeteryanlığa alıştım.

İlk farkındalığım uyku düzeninde olmuştu. Daha önceleri çok verimsiz geçerdi uykularım yani uyurdum ama dinlenemezdim. Gün içinde de olur olmadık zamanlarda esnerdim. Vejeteryan olduktan sonra uykularım işlevselliğini kazanmış oldu. Gün içindeki gereksiz esnemeler kayboldu. Sonra Güneş ile eş zamanlı yaşamaya başladım, Güneş doğduktan sonra imkanı yok uyuyamam, Güneş battıktan bi süre sonra da uykum gelir. Enerjim de arttı bu arada, vejeteryanlıktan sonra daha enerjik hissetmeye başladım. En çok hoşuma giden de bu olmuştu. Çok da dengeli beslenmememe rağmen bayağı faydasını gördüm fiziksel olarak. Zihinsel olarak da bir sıkıntı yaşamayınca vicdanen daha rahattım artık.

Gelelim ruhsallığa! İlk Küba’da bir arkadaşın evinde otururken arkadaşımın evcil tavşanı gelip kucağıma çıktı ve uyudu (bunu bir cümleyle yazıyorum ama o tavşan arkadaşın kucağımda uyurken ve bende onu okşarken ki hissiyatımı anlatamam). Durum böyle olunca hepimiz şaşırdık tabi, bir anlam veremedik. Sonra ki zamanlarda, özellikle de parkta yürüyüş yaparken bazı köpekler peşime takılmaya başladı, severek karşılık. Şimdi bu olaylar sıklık kazanmaya başlayınca ben de düşünmeye başladım, acaba ben de mi bi hayvanlık var diye 😊 Öyle yaa, etrafıma bakıyorum bu arkadaşlar beni takip edip bi bağ kuruyor. Sonra merak edip araştırdım, insanın kendi kokusunu etkileyen en büyük etkenlerden birisi de yedikleridir. Yani siz hepçil beslenirken salgıladığınız kokunuz ile bitkisel beslenirken salgıladığınız kokunuz farklı. E tabi bu arkadaşlarda burun keskin olduğu için sizi ayırt etmeleri hiç de zor olmuyordur onlar için. Daha sonra bana sokulan hayvan bakıcılarına sormaya başladım vejeteryan mısınız diye ve çoğu hepçildi. Şimdi sıkı durun! Biraz önce yürüyüş yaparken bazı köpeklerin peşime takıldığını yazmıştım ya, işte o köpeklerin bakıcıları hepçil. Peki bakıcı bitkisel beslenince ne oluyor? Söyleyeyim, onlar bana pek de ilgi göstermiyor. Bana sorarsanız olay sadece koku ile ilgili değil. Hissedebilme ile de ilgili. Deprem gerçekleşmeden olabileceğini hisseden, depremden sonra enkaz altında kalanları bulan bu arkadaşlar zannetmiyorum ki bunu sadece koku alarak yapsın.

Zaman geçtikçe de bu hissiyat, bu bağ daha da güçleniyor, bu sebeple de 2018 gibi benim vejeteryanlık da iyice veganlığa doğru evrilmeye başladı. Ama hiç de öyle bir niyetim yoktu başlarda, hele de yoğurt ve peynire olan bağımlılığımdan dolayı benim vegan olmam biraz zor gibi görünüyordu. Benden de bu kadar olsun diyordum, yoğurdu lezzetinden dolayı çok seviyordum, peyniri de lezzet ve şaraba olan tutkumdan (onu da başka bir yazıda anlatırım) dolayı. Burada da çok sevdiğim sevgili Colleen Patrick Goudreau’nun etkisi büyük oldu. Sevgili joyful veganı 2013 gibi podcast’lerinden tanıdım ve takip etmeye başladım. Onu dinleyip, okudukça da evrilmem kendiliğinden oldu. Hem geziyor, gezdiği yerlerde şarap tadımları da yapıyordu. Onu takip ettikçe, ondan öğrendikçe de neden olmasın diye bende yavaş yavaş veganlığa geçtim. 2021 Nisan ayında bir gün ben veganım dedim ve o gün bugündür veganım ve bundan sonra da öyle olacak.

Peki nedir bu et tutkusu, neden bu kadar seviyoruz ve nereden geliyor bu önemseme? İnsan beyninin büyümesi ve gelişmesi olarak bakarsak; atalarımız avcı-toplayıcı kültürü ile yaşarken, doğada çıkan orman yangını sonucu avlayacağı hayvanları telef olmuş bir durumda bulunca, biz neden gidip kendimizi yoralım hazır burada var işte bunları alalım demişler muhtemelen (ki buradan tembelliğin bizim fabrika ayarlarımızda olduğu da ortaya çıkıyor). Bu pişmiş etler tüketilince daha lezzetli olduğu anlaşılmış ki ondan sonra da öyle devam etmiş. Etler pişince de proteinin yanı sıra aminoasitlerde vücudumuza daha çok girmeye başlıyor ve buda beyinin fiziksel gelişiminin yanı sıra neokorteks dediğimiz ön beyinin gelişimini de tetikliyor. Sonuç olarak düşünme yetisi de neokorteksle beraber büyüyor. İlk ilkel insan dediğimiz, çoğunlukla içsel beyin ve güdüleriyle yaşıyor. İçsel beyin (hatta sürüngen beyni de denir) basittir, karşılaştığı objeyi üçe ayırır; 1- Ben bunu yiyebilir miyim? (Yiyeyim ki hayatımı devam ettireyim), 2- Bu beni yer mi (hayatta kalma güdüsü, topuklara kuvvet), 3-Ben bununla çiftleşebilir miyim (soyumuz devam etsin ki var olalım, kötü bir niyeti yok yani). Ama günümüzde, hatta ve hatta çok daha öncesine kadar bu bu et ile beynin gelişimi artık yoktur. Hatta kadınlara soracak olursak erkeklerin %80’i hala sürüngen. 😊

Peki pişmiş eti yemeseydik bu günlere gelemeyecek miydik? Zannetmem. İnsanoğlu doğada taklitçi (replicator) olarak var olmuştur. Yani çevresindeki yaşam formlarını kopyalayarak hayatını idame etmiştir. Bugün bile yapılan en büyük buluşlar doğadaki formların yapay ortamlarda yaratılıp geliştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Yani barınmadan başlayın da havada uçmaya, denizde yüzmeye kadar her şey var olan bir formun dönüştürülmesiyle oluşturulmuştur (hepsini bi kenara bırakalım, hala aramızda doğadaki dostlarımız gibi göbeğini, sırtını kaşıyarak yaşayan türlerimiz var😊) Yani pişmiş etten değil de başka bir yoldan da buralara kadar gelmenin bir yolunu bulabilirdik, belki de daha iyi olurdu.

Günümüze gelecek olursak, artık daha bilinçliyiz. İnsan gelişimi dediğimizde bunu üç alana ayırıyoruz; bedensel, zihinsel ve ruhsal. Bedensel olarak gayet iyiyiz, neredeyse her mahallede spor salonu, yoga, pilates stüdyosu var. Peki ya ruhsal gelişim olarak ne yapıyoruz? Bi şekilde bu günlere kadar geldik. Öyle olsaydı böyle olurdu, şöyle olsaydı öyle olurdu gibi kısır döngüye girmeyelim.

Nedir yaşadığımız zaman? Kova çağı. Nasıldır kova çağı? Özgürleşmenin, farklılıklara saygı duymanın, bütünün faydasına olanı düşünmenin, sınırlarımızı iyi belirlemenin, başkalarının sınırlarını kabul etmenin, hayallerinin peşinden gitmenin ve kendine sadık kalmanın öne çıktığı bir dönem! İşte yazının başında Earthlings’in ilk sözleri de bunu anlatıyordu biraz. FARKLILIKLARA SAYGI DUYMANIN, BAŞKALARININ SINIRLARINI KABUL ETMENİN… Benim özgürlüğüm, başkasının özgürlüğünün sınırlarını aşmamalı.

Zaten insanlara veganım deyince ilk sordukları protein oluyor? Olaya biraz daha bütünsel bakacak olursak insanın ihtiyacı olan nedir? Makro besinler ve mikro besinler. Nedir makrolar; proteinler, yağlar, karbonhidratlar. Nedir mikrolar; vitamin ve mineraller. Neymiş? İhtiyacımız olan şeyler et, tavuk, balık, süt, yumurta, peynir… değil protein, yağ, karbonhidrat, vitamin ve minerallermiş. Peki bunların hepsi bitkisel beslenmede mevcut mu? Evet mevcut. Neden bu zamana kadar böyle algılamadık? Şöyle bir oyunla anlatayım. Şimdi size 10 saniye veriyorum, bu süre boyunca etrafınızdaki kırmızı objelere iyice bakın, akılda tutun. 10 sn. sonra aşağıdan okumaya devam edin. Bakalım kaç kırmızı objeyi akılda tutabileceksiniz?

Kaç tane? Şimdi bana etrafınızda gördüğünüz yeşil renkli objeleri sayın! İşte algı yönetimi böyle. Bizim yıllarca protein = kırmızı et olarak neokorteksimize kazıdılar, hatta milyon yıllarca mı desek acaba? Proteinin rengini google’a sorun bakalım ne gösterecek size? Neden proteini etlerle karşılıyoruz peki? Çünkü üretimi kolay, mevsimi beklemek gerekmiyor ve kâr marjı en yüksek yiyecek $$$ Neden etlere bu kadar çok yöneliyoruz peki? Çünkü ilk atalarımız gibi hala tembeliz. Milyon yıllar geçmiş ama biz hala aynı gibiyiz bu konuda☹.

Size sorarsak şimdi hayvanları seviyor musunuz diye? Herkes tabi ki de falan o nasıl soru trip atarsınız. Peki sevdiğini söylediğiniz canlının hayatına hiç acımadan son verip, derisini yüzüp, parçalara ayırıp sonra da ateşte pişirip yiyorsunuz ve tüm bunları 10 dakikalık keyif için yaptığınızı hiç fark ettiniz mi? Bende Çetin Çetintaş’ın Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatını okuduktan sonra fark ettim. Sizden çok farklı değilim hani. Hatta hepimizin birbirimizden (earthlings) çok da farklı olmadığımızı ne zaman fark edeceğiz? Yaratılanı hoş gör yaratandan ibareti anladığımız zaman olmasın acaba?

Son olarak adını hatırlayamadığım Amerikalı bir psikoloğun “Çağımızın Zencisi Veganlar” makalesinden bahsetmek istiyorum. Siyahi insanlar bir zamanlar insan olarak görülmüyorlardı, onlara insan harici muamele yapılıp her türlü şiddete ve işkenceye maruz kaldılar. Çünkü insanın yaratıcı gücünün gölgesi olarak yok edici özelliği de vardı ve bu gücün mutlaka bir şekilde ifade edilmesi gerekiyordu. Bu misyonu o dönem siyahi insanlar üstlendi ve hunharca katledildiler, sadece tenlerinin farklı renkli olması bahanesi ve naif olmalarından dolayı (gene bir renk algısı operasyonu). Onlar geride kalmışlardı ve biraz ileri giden beyaz insanlara nereden geldiklerini hatırlatıyorlardı ve nasıl olduklarını da. Şimdi ise aynı şeyi veganlar hatırlatıyor. Sevgi ve saygının karşılıklı olduğunu, paylaştıkça çoğaldığını…

Earthlings’in ilk sözleriyle yazıya başladık ilk yazılarıyla bitirelim;
Gerçeğe giden üç aşama; 1- Dalga geçilir, 2- Şiddetle karşı çıkılır, 3- Kabul edilir.

En kısa zamanda gerçekleri kabullenmeniz dileğiyle…

Enver Karaömer