Birkaç ay evvel bir dostların Sultanahmet Cankurtaran’da satın aldıkları metruk bir konağı uzun uğraşlarla baştan aşağı yenileyip aslına uygun döşeyerek Erten Konak adlı bir butik otel açtıklarını öğrendim. Bu ilginç mekâna ilk kez gitmek bir yemeni sunumu dolayısıyla olmuş o zamanlar boş olan ve her biri birbirinden farklı ve şık antikalarla dekore edilmiş oniki odayı görme imkânı bulmuştum. Gerek o günkü etkinliğe gerekse yeniden hayatiyet kazanan arka cepheden Sultanahmet Camii’ne, yan ve ön cephesinden ise harika deniz manzarasına bakan bu eski konağa hayran olmuştum.
Mal sahibi karı-koca avukat arkadaşlar sohbet esnasında; “Biz burayı aynı zamanda bir sanat ve kültür merkezi gibi de kullanmak niyetindeyiz. Seninde desteğini almak isteriz” demişlerdi. İyi ve güzel olan her şeye sağlığım ve ömrüm yettikçe seve seve yardımcı olacağım beni tanıyan herkesin malumu olduğundan tabiki olurumu almışlardı.
Erten Konak’ın bu etkinlikler için kullandığı avluda yeralan kış bahçesi gibi bir kapalı mekânı var. Bir doğaseveri hayran bırakacak bir incelik göstererek, avludaki ağacı kesmeyip etrafını kapattırarak çok daha zor ve pahalıya patlasa da yapan ustaya sıkı tenbih ederek Sultanahmet Camii’ni de görecek şekilde üstünü şeffaf camla döşetmişler.
Geçen ay Bandırma’dayken gelen bir telefonla 21 Mart cumartesi günü ‘Geleneksel Halk Sanatı Cam Altı Resimleri’ sergisi açılışı nedeniyle sunumu benden istediklerinden haberdar oldum. Etkinliğin konusu ise; o güne kadar çocukluğumda gittiğim bazı dükkanlarda görmüş olduğum genelde ‘Şahmaran’ adlı mitolojik varlığın konu edildiği pek fikrim olmayan ‘Camaltı’ sanatı idi.
Sevgili Cavidan konuşma metnini hazırlayabilmem için eve kadar gelerek bana; Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık’ın Ekim 1997’de çıkardığı ‘Cam Altında Yirmibin Fersah’ adlı eseri bıraktı. Büyükçe kitabın yarıya kadarki bölümü bu sanatı etraflıca açıklayan yazı ve makaleleri, geri kalan bölüm ise gerek ülkemizden gerekse dünyadan koleksiyoncuların elindeki en güzel ‘camaltı’ sanatı örneklerinin yer aldığı harika resimleri kapsıyordu.
Benim gibi yaptığı her şeyi mükemmeliyetçi anlayışla ele alan biri için konuşma yapmakta hafife alınacak bir iş değildi. Ayrıca aklımda; “Uzun konuşan kısa dinlenir!..” deyişi kalmıştı. Kolları sıvayıp kitabı okumaya ve birgün gibi kısa bir zamanda özet çıkarmaya çalıştım.
Bu yazımda sizlerle hem bu unutulmuş sanatı, hem de sunum sayesinde edindiğim bilgileri paylaşacağım.
Genelde olduğu üzere, ihmal edilmiş tarihimizde bu konuda yayınlanmış pek eser yok. Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık’ın Ekim 1997’de çıkardığı ‘Cam Altında Yirmibin Fersah’ adlı eser ‘camaltı’ sanatına hem ülkemiz hemde dünya genelinden örneklerle ışık tutuyor ve tarihten günümüze bu sanatla ilgili bilgileri ve eserleri bizlere ulaştırıyor.
Bu Kitapta ‘Unutulmaya Başlayan Bir Halk Sanatımız: ‘Camaltı’ Resimleri’ başlığıyla Neveser Aksoy’un oldukça uzun bir biçimde bu sanata dair yazdıkları yeralıyor.
‘Camaltı’ resim tekniği; cam levhanın arka yüzeyine toz boyalar, suluboya, guaş, yağlıboya, hatta akrilik boyalarla çalışılan soğuk resim tekniği. Bu resim tekniğinde; camın hem resmin yapıldığı yüzey olma hem de vernik gibi boyaları dış etkenlerden koruma, aynı zamanda da renklere şeffaflık ve parlaklık verme gibi çeşitli fonksiyonları var.
Görünüşte kağıt ya da tuval üzerine yapılmış resimlere benzese de, çalışma yöntemi tam tersi. Bir resimde detaylar, imza ve tarih son safhada oluşurken, cam üzerine çalışmada önce resmin deseni ve en üstte görünen detaylarla imzadan başlamak gerek. Sonra çizgiler arasındaki yüzeyler ve en son olarak da arka fonda görülen renkler boyanıyor. Renkler üst üste kullanıldığı zaman birbirini örtücü olduğundan, düzeltmek ve rötuş yapmak da imkansız.
On-onbeş yıl öncesine kadar camcılarda, cami ve tarihi binaların yakınındaki turistik eşya satan dükkanlarda ‘camaltı’ resimleri bulmak mümkünmüş. İstanbul’da özellikle Sahaflar Çarşısı’nda eski ve yeni kitapların yanında sergilenerek satılırmış.
Bugün malzemenin kolay kırılır oluşundan dolayı ‘camaltı’ resimlerin ortadan tamamen kaybolmaları ve artık yapan sanatçılarında bulunmaması, antikacı ve eskicilerde görülen nadir örneklerin fiyatlarının artmasına sebep olmuş.
20.yüzyılın ortalarına kadar büyük bir gelişme göstermesi ve yaygın olmasına rağmen ‘camaltı’ resim sanatı bugün Türkiye’de tamamen kaybolmuş durumda.
Bir zamanlar çok moda olan bu resimlere evlerin haricinde; mescit, tekke, türbe gibi dini mekanlarda ve şekerci, kasap, berber gibi dükkanlarda sık rastlanırmış. Bugün onları az sayıda bazı eski mahallelerdeki dükkanlarda, dini yerlerde ve köy evlerinde görebilmek mümkün.
Son yıllarda özellikle koleksiyoncuların ve bazı sanatçıların ilgi gösterdiği ‘camaltı’ resimlerin en ilginç örnekleri özel koleksiyonlarda bulunmakta. Her ne kadar bu halk resimlerinin sanatsal değeri bugün sayıları gün geçtikçe artan sanatseverler ve uzmanlar tarafından anlaşılmışsa da bu resimlerin geçmişi, sanatkarları ve anlamları çok az bilinmekte.
‘Camaltı’ resimler genelde 2-3 mm kalınlığındaki cam levhalara yapılmış, büyük resimlerde daha kalın cam kullanılmış. Malzemenin ağır olmasına karşın, Türk ‘camaltı’ resimleri diğer ülkelerinkine göre daha büyük boyutlarda. Hatta uzunluğu 2 metreye yaklaşan ‘camaltı’ resimleri bulunmakta.
‘Camaltı’ resim tekniği Batı ülkelerinde sadece duvara asılan tablolarda değil, dekoratif amaçla el sanatları ve mobilya çalışmalarında da uygulanmış. Bunların başında; tepsiler, madalyonlar, şeker kutuları, çerçeveler, aynalar, kutsal eşyaların saklandığı sandıklar, masalar, paravanlar ve konsollar gelmekte.
Türkiye’de ise bu tekniğin tepsilerde, şişe içi yazılarında, hattatların çalışma malzemelerinin bulunduğu kutu kapaklarının iç ve dış yüzey süslemelerinde, sandıkların dış kaplamalarında, dükkan ve kütüphane tabelalalarında, aynalarda ve bunların çerçevelerinde kullanıldığını görmek mümkün.
Ülkemizde özellikle ‘gelin aynası’ denilen ve çeyizde bulunan, üzeri boyalı ya da çerçevesi süslü ayna geleneği, yakın zamana kadar devam etmiş.
Ayna ‘camaltı’ resimlerde iki teknik uygulanıyormuş:
1.de Cam levhanın bir bölümüne yazı ya da resim yapılıyor, sonra da arkasına konan sır karışımıyla cam, ayna şekline dönüştürülüyormuş. Bu tekniğin kökeni Bohemya olup, oradan Güney ve Batı Avrupa’ya yayılmış.
2. Teknikte ise; hazır aynanın üzerine istenilen desen kazınıp, bu kısımlar sonra boya ile örtülüyormuş. Bu teknik özellikle Çin’de, 18.yy sonu ile 19.yy başında çok modaymış.
Türkiye’de her iki teknikte ayna camaltılar yapılmış. Ayna ve ayna çerçevesi çalışmalarında, usta sanatçı ve halk sanatçısı işi olmak üzere iki tarz dikkati çeker.
‘Camaltı’ resimlerin incelenmesinde, sanatçılar çoğu zaman imza ve tarih koymadıklarından zorluklarla karşılaşılmakta. Bilinen en eski Türk ‘camaltı’larından bazıları; Topkapı Müzesi’ndeki 1817 tarihli Sultan II.Mahmut’a övgü, Mevlevi sikkesi formunda yazı-resim ile Mehmet Sadık’ın 1831 ve Mehmet Emin’in 1839 tarihli çevreleri çiçek motifi bordürle süslü, Kur’ân ayetlerini içeren hat ‘camaltı’ları.
Tunuslu araştırmacı Mohamed Masmoudi 1972 senesinde yayımladığı ‘Tunus’ta Camaltı Resmi’ adlı kitabında; bu sanatın kökünün Türklere dayandığını ve sanatçıların; Amasyalı Hamdullah, Sufi, Karahisari, Hafız Osman gibi ünlü Türk hattatlarının yazılarından ve Amentü Gemisi, Ah min-el-aşk, ibrikler, Hayat ağacı, Ayasofya Camii gibi yazı-resim kompozisyonlarından ve halk efsanelerinden esinlendiklerini belirtmiş.
Üç asıra yakın Osmanlı’nın hüküm sürdüğü Tunus’un camaltı resimlerinde; Batı ordularına ve sultanlara karşı koyan M.Kemal Paşa ve İnönü Savaşlarının kahramanı İsmet Paşa’da görülmekte.
Avrupa’da camaltı resim sanatı halen; Fransa, Almanya, Romanya, Çekoslavakya ve Yugoslavya’da az sayıda sanatçı tarafından da olsa, devam ettirilmekte.
TÜRKİYE’DE GELİŞMESİ VE YAYGINLAŞMASI’na gelince;
‘Camaltı’ resim tekniği 19.yüzyılda da ve 20.yüzyıl başlarında büyük gelişme göstermiş. Çoğunlukla halk sanatçıları tarafından halk için yapılan bu resimlerin çeşitli işlevleri varmış. Şöyle ki; ev halkını nazara, bazı hastalıklara ve afetlere karşı koruyan bir güç olduğuna inanılıyormuş.
Evde bereketi sağladığına ve hastalıklara karşı koruduğuna inanılan, yarı insan yarı yılan görünümlü, yılanların şahı ‘Şahmaran’ resmi, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da evlenecek kızın çeyizinde bulunur ve sonra da yatak odasına asılırmış.
‘Eshab-ı Kehf’in (Yedi mağara erenleri ya da yedi uyuyanlar) isimleri yazılı yelkenli gemi ve ‘Amentü Gemisi’ yazı-resim kompozisyonları da genelde dükkanlarda ve işyerlerinde bereket getirmesi dileğiyle bulundurulurmuş.
Evlerin haricinde dini yerlerin, kahvelerin ve dükkanların duvarlarını süsleyen ‘camaltı’ resimlerin konuları, bulunduğu mekana göre değişiyordu.
‘Camaltı’ resimlerin ilgi görmesinin bir nedeni de camın resme bozulmazlık ve devamlı bir parlaklık sağlamasıydı. Tozlanan cam kolayca silindiğinden, resim tekrar tüm canlılığına kavuşuyordu.
Osmanlı döneminde İstanbul bu tip resimlerin yapıldığı halka sevdirildiği ve yaygınlaştırıldığı ilk kentti. Çünkü Sultan’ın cam imalathaneleri burada kurulmuştu. Sanatçılar özellikle; yazı-resim kompozisyonları, imparatorluk armaları, ünlü camileri ve halkın övünç duyduğu olayların resimlerini çalışıyorlardı.
Mevlana Celalettin Rumi’nin 13.yy.da Mevlevilik tarikatını kurduğu Konya’da önemli bir merkezdi. Mevlana kendi yolunda yürüyenlere başkalarına el açmamalarını ve hat yazmayı, musiki öğrenmeyi, resim yapmayı daha birçok işle uğraşmayı helal bildirmişti.
Konya’da yapılan ‘camaltı’ resimlerinde özellikle Mevlana’nın adını içeren ve yazı-resim şeklinde sikkesini gösteren kompozisyonlar çoğunlukta.
Zamanla ucuz ofset baskı resimlerin çoğalması, ‘camaltı’ resimlerin gözden düşmesine sebep olmuş, ayrıca cam fiyatlarının artması sonucu sanatçılar, el emeği bu tekniği terk ederek zamandan kazandıran çeşitli baskı yöntemlerine başvurmuşlar.
Sonuç olarak 20.yüzyıl endüstrisi, bu geleneksel halk sanatı resminin sonunu getirmiş. Bugün İstanbul Sahaflar Çarşısı’nda zevksiz serigraf baskı ‘camaltı’ yazılar satılmakta.
Türk ‘camaltı’ resimlerinde; camın arkasına konan altın ya da gümüş yaldız kağıtlar daha da parlak ve ışıltılı bir görünüm kazandırıyordu.
Yaptığı ‘camaltı’ resimler 1990 senesinde Paris’te Anadolu Kültür Merkezi’nde sergilenen bu sanatın son ustalarından Konya 1939 doğumlu Mehmet Ali Katrancı;
“Çeyiz ya da düğün hediyesi olarak alınan ‘Şahmaran’, deniz kızı, tavuşkuşu, Hz.Ali ve devesi, camili ibrikli kompozisyonlar eskiden evlenecek kızların çeyizinde bulunurdu. Düğünden sonra kız tarafı yeni eve iki tane ‘camaltı’ resim, oğlan tarafı da çerçevesi ‘camaltı’dan ayna alırdı. Artık bu gelenek uygulanmıyor, ‘camaltı’ resimler gözden düştü” diyor.
Kırılmadan günümüze kadar gelebilmiş ender halk sanatı ‘camaltı’ resimleri ise büyük kentlerde, özellikle İstanbul’da, son yıllarda koleksiyoncuların ilgisiyle yok olmaktan kurtulup eski bir geleneğin son örnekleri olarak duvarları süslemekte.
Prof.Dr.Hüsamettin Koçan ‘Cam Altında Yirmibin Fersah’ kitabında yeralan yazısında;
“Halk kültürü yeni hayatımız tarafından dışlanmıştır. Makinelerin önerdikleri ve bizim de kabul ettiğimiz yeni hayatımız, yalnızca geleneksel kültürle bağlarımızı koparmadı; insanı (Anadolu insanını) derin bir yalnızlığın içine itti. Artık efsanelerin, inanışların, geleneksel motiflerin, sembollerin anlamı yok oldu bu hayatta. Herkes kendi bedeninin telaşını yaşıyor.
Halk resimleri yaşamdan çekilince arkalarında bıraktıkları anlamlar da bir bir unutuldu. Halbuki bu resimlerden gelecek kuşaklara taşınabilecek mesajlar var. Onlar binlerce yıllık Anadolu birikiminin akarsuyundan süzülmüştür. Bu yapıtlara sahip çıkanlar özel koleksiyoncular ve bu alanla ilgili araştırma yapanlar bir büyük yok oluşa karşı durdukları için değerli bir iş yapıyorlar. Mehmet Tataroğlu, Robert ve Mualla Eyüboğlu Anhegger, Ömer Bortaçina, Sinan Genim, Hıfzı Topuz, Balkan Naci İslimyeli ve daha nicelerini bir yerlere kaydetmeli” diyor.
Camaltı resim sanatından bahsedipte en çok işlenen teması ‘Şahmaran efsanesi’ni paylaşmamak olmaz. İşte Şahmaran’ın öyküsü;
Efsaneye göre Şahmaran yüzlerce yıl önce Tarsus’ta yaşayan yılan vücutlu kadın başlı bir kahraman. Bahçesinde insanoğlunu cezbedecek her türlü yiyecek ve ziynet eşyası bulunan Şahmaran kimsenin bilmediği bir yerde insanoğlundan uzakta yerin altında yaşamış, ta ki insanoğlu Camsab tarafından bulunana kadar.
Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab bir gün ormanda bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı çıkarmak üzere kuyuya inen Camsab’ı, bütün balı yukarı çeken arkadaşları hakkını ister zannıyla aç gözlülükleri yüzünden kuyuda bırakmışlar. Yalnız başına feryat eden Camsab tam da ümidini kesmişken topraktan iğne deliği büyüklüğünde ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile ışığın geldiği deliği büyüten Camsab, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girmiş. Bu bahçede dünyada eşi benzeri olmayan çiçekler, ortasında bir havuz ve çevresinde oturaklar ile bir yığın yılan bulunuyormuş. Havuzun başındaki taht üzerinde insan başlı, süt beyaz vücutlu bir yılan Camsab’a kendi diliyle hitap etmiş; ‘Hoşgeldin insanoğlu, çevrendekilerden korkma sen bizim misafirimizsin’
Şahmaran Camsab’a türlü türlü yiyecekler ikram edip kendi ülkesine nasıl ve neden geldiğini sormuş. Camsab hikayesini anlatmış… Camsab’ı dinleyen Şahmaran başını sallayıp ‘İnsanoğlu nankördür, hilekardır. Küçücük menfaatleri karşısında muazzam zararlarına razı olur’ demiş.
Şahmaran’ın güvenini kazanan Camsab uzun yıllar bu bahçede yaşamış. Yıllar sonra bir gün Şahmaran’a yaklaşan Camsab, ailesini çok özlediğini söyleyip ‘Ne olur beni aileme kavuştur’ diye yalvarmış. Bunun üzerine Şahmaran kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine ve asla hamama girmeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Çünkü Şahmaran’la karşılaşan her kim olursa hamama gittiğinde vücudu pullarla kaplanırmış. Şahmaran’a söz verip ailesine kavuşan Camsab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmaran’ın yerini kimseye söylememiş ve hiç hamama gitmemiş.
Derken bir gün Camsab’ın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış. Vezir, hastalığın çaresinin Şahmaran’ın etini yemek olduğunu söylemiş ve herkesin hamama getirilmesini istemiş. Önceleri direnen sonra zorla hamama gotürülen Camsab’ın vücudu hamama girince pullarla kaplanmış. Sonunda da yapılan işkenceye dayanamayarak canını kurtarmak için kuyuyu göstermiş. Hemen kuyunun başına gidilmiş ve Şahmaran dışarı çıkarılmış. Camsab’ı gören Şahmaran ‘İşte Camsab nihayet kanıma girdin. Ben insanoğluna itimat edilmeyeceğini biliyordum. Fakat ne çare ki yine aldandım’ demiş. Ölüme giderken de Camsab’a ‘Beni toprak çanakta kaynatıp ilk suyumu sana içirecekler sakın içme zehirlidir. İkinci suyumu iç gövdemi de hükümdara yedir’ demiş Şahmaran’ın söylediklerini harfiyen yerine getiren Camsab ilk suyu vezire içirip ikincisini kendisi içmiş. Etini de hükümdara yedirmiş. Vezir ölmüş hükümdar da kısa sürede iyileşip Camsab’ı veziri yapmış.
Efsaneye göre Şahmaran’ın öldürüldüğünü yılanlar bilmemekte. Tarsus’un Şahmaran’ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından basılacağı rivayet edilir.
İşte yakın tarihlere kadar Anadolu’da kızların çeyizinin olmazsa olmazı Şahmaran’ın öyküsü böyle.
Basınında ilgisinin olduğu bu sergi açılışı sunumunda seçkin bir sanatsever topluluğu bulundu. Sergide yeralan ve satılık olan ‘camaltı’ resimlerin fiyatları 90 ile 1800 dolar arasında değişmekteydi.
Davetlilere; “Bugün buraya gelmekle, sizlerde kaybolmuş bu geleneksel sanatımızı canlandırmaya biraz olsun katkıda bulunmuş ve destek vermiş oldunuz. Hepinize katılımınızdan dolayı teşekkür eder daha nice güzel sanat ve kültür faaliyetlerinde birlikte olabilmeyi dileriz” sözleriyle sunumu noktaladım.
Sevgili Cavidan ve Aziz Erten’e hem konağın giriş katında sergiledikleri ‘camaltı’ koleksiyonları, hem de değerini bilmediğimiz nice güzelliği bize hatırllattıkları ve zarif evsahibelikleri için teşekkür borçluyum.
Eskiyi yenilemekte ve değerlendirmekte usta olan bu dostlara bende aileden intikal tamamen elişi ipek bir sünnet entarisini, anneciğimden kalma iki adet loğusa geceliğini verdim.
Şimdilerde gitgide fazlalaşan Amerika özentisi alışveriş merkezlerinden bunalıp şayet özgün bir havayı solumak isterseniz, lütfen Sultanahmet’e ve bilhassa Cankurtaran’a kadar bir uzanın ve o sokaklarda Osmanlı döneminin havasını soluyun. Bir de Erten Konak’a uğrayıp yorgunluk çayı veya kahvesi içerseniz emin olun hafızanızda daima hoşluklar bırakacak bir günü yaşayacaksınız. Bana teşekkür etmeseniz de olur…