Tavla bilindiği kadarıyla 1400 yıl önce icat edilmiştir. Arapça’daki ismi Nerd’dir. İran şahı Nevşiyan’ın veziri Büzur Mehir tarafından 10 günde icat edildiği rivayet edilir. Ne “tesadüf”dür ki, tavlada karşılıklı altışar hane 12 ayı, 15 beyaz ve 15 siyah pul ayın 15 gece ve 15 gündüzünü , karşılıklı 12’şer hane de günün 24 saati temsil eder. Bu hesaba ve ay takvimine göre yıllarımızı ve dolayısıyla hayatlarımızı kapladığını söyleyebiliriz. Rakamlardan oluşan bu döngünün içinde oyunu oynar gideriz.
Tavlada 4500 civarında hamle ihtimali bulunmaktadır. Ancak zardan dolayı şans faktörü de devreye girmektedir. Böylelikle sınırsız sayıdaki seçenekleriniz bir anda pullarımızın dizilişine, yaptığımız plana ve tabii zarımıza göre değişmektedir. Sanki hayattan bahsediyor gibi mi olduk nedir? Neyse gelelim neden bu kadar kısa sürede icat edildiğine.
Hint Kralı Pers İmparatoru’na bir hediye göndermeye karar verir. Hazırlıklara hemen başlanması için vezirini çağırır ve “Bir oyun hazırlayın! Ancak öyle bir oyun olsun ki, hayatı anlatsın!” der. Aylarca süren hazırlıklar sonunda ortaya satranç çıkar. Krala oyunun tüm kuralları anlatılır. Hediye gönderilmeden önce kral hediyenin üzerine şu notu iliştirir. ‘Hayat; bir sonraki hamleyi kestirebilmek ve buna göre hareket etmektir.’
Oyun Pers topraklarına ulaştıktan sonra, vezir imparatorun yanına gelerek oyunun kurallarını anlatır. Çok etkilenen Pers İmparatoru aynı şekilde bir oyun hazırlanmasını ister. Kısa bir süre sonra vezir elinde tavla ile çıkagelir. Tavla; not yazma usulü bozulmadan; Hint Kralı’na şu notla gönderilir. “‘Evet hayatta ileriyi görebilmek ve doğru kararlar verebilmek önemlidir; ancak şans faktörünü de unutmamak gerekir.”
Tavla hayatın temel sırlarının içinde barındırır. Önemli olan ne yenmek ne de yenilmektir. Sadece tavla oynamaktır. Tavla oynadığınız bir anı hatırlayın! Oynarken aldığımız haz, oyunun sonucu ne olursa olsun, oynamak gibi değildir. Tavlayı yavla yapan; keyifle ya da hırsla atılan zarlar, alınan pullar, kırılan taşlar, dışarıya fırlayan zarları bulma çabaları, bu sırada düşülen komik durumlardır. Tıpkı hayatı yaşarken farkında olarak ve hissederek yaşamak gibi. Eğer tavla oynamayı seçtiysek, keyifli keyifli oynamak dururken, kendimizi germenin çok da manası olmasa gerek. Nasıl olsa bitecek. Sonuç öyle ya da böyle. Sen kaliteli bir oyun çıkardın mı, ona bak asıl…Hırs etmişsin, gerilmişsin, zar gelmezse ne olacak?
Padişah satrancı ‘Hayat; bir sonraki hamleyi kestirebilmek ve buna göre hareket etmektir.” diye tanımlamıştı. Yaptığımız herşeyin sonucunda bizi tam olarak nelerin beklediğini bilemesek de üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliriz. Böylelikle kendimizi “sağlam” kazığa bağlarız. Oysa ki hayat her zaman süprizlerle doludur. Paketin içinden ne çıkacağını çoğu zaman kestiremeyebiliriz. Hint Kralı’nın dediği gibi, hayatta doğru karar verebilmek ve ileriyi görebilmek önemlidir. Ancak şans faktörünü unutmamak gerekir. Tavla yaradılışı itibariyle bizim taleplerimize göre değil, akışa göre devinmektedir. O kadar plan yaparız; strateji belirleriz. Ama bir zar gelir ne yapacağımızı şaşırırız. İşte o anda, planlarımız bozulmuştur ve biz değişen koşullara göre yeniden karar vermek durumundayızdır. İşleyiş bizi bu noktaya taşır. Yok ben hala kafamdaki gibi oynayacağım diyerek “DİRENME” şansımız yoktur. Direnirsek de geleceğimiz nokta yenilgidir. Tabii buradaki yenilgi sadece direnmekten doğan yenilgidir. Yoksa oyunun sonucu olan yenilgi değil. Çünkü aslında tavlada ne kaybeden ne de kazanan taraf vardır.
Tavlada genel geçer olarak, iyi ya da kötü zar diye birşey yoktur. Dü şeş (Altı altı) eğer elinizde kırık pul varsa ve sadece altı kapısı kapalıysa hiç de olumlu değildir. Ancak pullarınız topluyorsanız, tam da ihtiyacınız olandır. Aynı durum şüphesiz hep yek (bir bir) için de geçerlidir. Şerrin mi hayırlı, yoksa hayrın mı şer olduğunu algılayabilecek durumda olsaydık, zaten bu tavla oyununda da olmazdık.
Tavlada razı gelmek vardır. Karşımıza çıkan her yeni koşul ve durumu kabul etmek durumundayızdır. Tıpki hayatlarımız gibi . Gelen zarı red ya da kabul etmek gibi bir şansımız yoktur. Sadece OL’an vardır ve biz bu olanın içinde kendi tercihimizle yer almaktayız. Bunun için de ne zara ne de oyuna sövme hakkımız yoktur.
Bir de tüm bunların dışında tavlanma olayı vardır ki, o şahsına munhasır bir şekilde her zaman ve her yaşta varlığını korumaktadır. Tavla oynarken karşımızdakini tavına getirmeniz püf noktalardan biridir. Dilimiz sayesinde yeneceğimiz varken, yenilebilinir ya da yenileceğiniz varken, yenebiliririz. Öyle olmasa bile öyleymiş gibi yaparak Ol’anı değiştirebiliriz. Olmasını istediğimiz şeyi karşımızdakine tavına getirerek söylersek, olur. Tabii tavına getirmek de işin ehline, yaşam sanatına vakıf olana mahsustur.
Şimdi gelelim tavlanın nimetlerine… İş biraz plan, biraz rıza, biraz şans biraz da tavlayı bilmeye kalmış gibi gözüküyor. Bu koşullar altında hayatın yanağından bir makas alsak daha hoş olmaz mı? Her söz ya da aklımızdan her geçirdiğimizin bize zar olarak geri geldiğini farkettiğimizde herşeyin daha keyifli olacağını düşünüyorum. Yazının başından beri şans şans diye bahsettiğimiz aslında teslimiyet ve düşüncelerimizle yani kendi ellerimizle oluşturduğumuz bir gerçeklikten başka birşey değildir. Kaybettikçe öfkelenir, öfkelendikçe de kaybederiz. Öyle sürer gider…Kaybetmenin olmadığını farkettiğimizde ise, “oyun” her zamankinden daha keyifli olur.