O akşam evinize yorgun argın döner ve apartmanınıza girerken bir an gözünüze kimisi yerde, kimisi posta kutusunda, kimisi toplu halde bir yere sıkışmış mavi renkte kağıtlar gözünüze ilişir. Elinize alır bakarsınız ve “Bilmemne Su, Bilmemne Bayiii. Kaynağından sizlere” tarzında mesajlarla dolu bir el ilanıdır bu. Evinizdeki panoya yapıştırmak üzere bir tanesini alır ve kendinizi kapınızdan içeri atarsınız. Eve girince biraz dinçleşmek için kahveye ihtiyacınız olduğunu hissedersiniz ve su ısıtıcının düğmesine basarsınız. Bu arada da duşa girmeye hazırlanıyorsunuzdur. Bir yandan TV’yi açarsınız, tatil kanalına denk gelirsiniz bir an. Kimisi havuza atlıyor, kimisi denize giriyordur. Bir iç çekersiniz ve ruhunuzun dinlenmeye ihtiyacı olduğunu hatırlatırsınız kendinize. O anda kendinizi denizin veya havuzun içine atmak ve huzur içinde teslim olmak istersiniz suya. Ardından o an için elinizdeki en iyi seçeneğe doğru yönlenir ve banyoya doğru yol alırsınız. Bu arada ısıtıcıdan kaynayan suyun sesi gelmektedir…
Su, Dünya gezegeninin en yaygın maddesidir. Bunu söylerken sadece denizleri, gölleri, akarsuları kastetmiyoruz; aynanın karşısında her gün yansımasını gördüğünüz kişinin de büyük çoğunluğu sudan oluşmaktadır. Su, hayatımızın en önemli maddesi olmaktan ötedir, hayatımız suyun içinde şekillenmektedir nerdeyse. Yaşam, sudan ortaya çıkmıştır, su ile devam etmektedir. Hiçbir şey sudan daha yumuşak ve verimli değildir. Hiçbir şey onun üstesinden gelemez ve hiç kimse onu fethedemez. Peki biz bu inanılmaz elementin sırlarını biliyor muyuz? Mesela su, dünyamıza nereden geldi? Neden başka gezegenlerde bulunmuyor? Yerçekimine rağmen nasıl oluyor da bitkilerin içinde yükseliyor? Ondan başka hiçbir maddenin katı-sıvı-gaz hali olmamasının ardında yatan ne? Bu soruların yanıtlarını net olarak bilmiyoruz. Moskova Üniversitesi’nden Prof. Dr. Vladimir Voeikov’a göre, su hakkında pek birşey bilmediğimizi kabullenmemiz ileriye doğru atılmış büyük bir adım. Çünkü sonrasında su hakkında sıradışı bilgilere erişim şansı yaratıyor bizlere.
1970’lerin sonuna doğru, suyun tahmin edilemez davranışlarını açıklamaya çalışan sıradışı bir hipotez ortaya atıldı: “Suyun hafızası vardır.” Bu hipotezin sahibi Fransız bilim adamı Dr. Jacques Benveniste,
1980’lerde başlattığı çalışmalarında, suya eklediği bir maddeyi özel bir alet ile aşırı hızda karıştırarak seyreltti. Bu işlemle maddenin suda yok olacağı yönünde öngörüde bulunan Benveniste, tam tersine maddenin halen suyun içinde olduğunu görünce, deneye seyreltme işleminin yoğunluğunu arttırarak devam etti. Fakat suyun içine en başta eklenmiş olan maddenin yok olmadığını tespit ettiğinde, suyun, yüklenen maddeyi bir şekilde hafızaya kaydettiği sonucuna ulaştı. Dünyanın farklı ülkelerinde yapılan deneylerde de, suyun, dışındaki herhangi bir etkiyi algıladığı ve bu etkinin suya tesir ettiği yönünde bulgulara rastlandı. Kısacası su, onu çevresinde oluşan herşeyi hatırlayan bir yapı ve onunla irtibata geçen herhangi bir madde, onda iz bırakıyor.
Su, kimyasal bileşen değişmez kalırken, yeni özellikler de kazanan bir element. Nitekim Pennslyvania Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rustum Roy, suyun kimyasal bileşeninin önemli olduğu realitesinin eskide kaldığını, suyun yapısının çok daha önemli olduğunu söylüyor. Suyun yapısı, moleküllerinin nasıl organize edildiği anlamına gelir. Su molekülleri gruplar halinde bir araya gelirler ve bunlara “dizi” (cluster) denir. Bilim adamları, bu “dizi”lerin suyun, manyetik bir kayıt bandıymış gibi, dünyayla olan ilişkisinin tüm geçmişini kaydettiği hafıza hücreleri olarak işlediği kanısına vardılar. Su, tabii ki su olarak kalıyor, ama yapısı herhangi bir uyarana da tepki veriyor.
Modern araçlar sayesinde, her bir su hafıza hücresinin içinde, çevresiyle ilişkisinden sorumlu 440.000 bilgi paneli olduğu tespit edilmiş. “Dizi”leri, özel bir grup molekül olarak düşünürseniz, hayatta kalma şansları fazla değil, ama moleküllerin sürekli birbirlerinden ayrılıp, yeni moleküller oluşturduğu bir yapı olduğu için uzun süre yaşayabiliyorlar ve “dizi”lerin bu yapısı da suyun bilgiyi kaydedip depolayabildiği hipotezini onaylıyor. Bu bağlamda, suyun, bir nevi bilgisayar hafızası gibi davrandığını söyleyebiliriz. Prof. Dr. Rustum Roy, moleküler yapının suyun alfabesi olduğunu ve bu yapıdan da suyun cümlelerinin yazıldığını, ama hepsinden önemlisi, kişinin sudaki bu cümleleri değiştirebileceğini iddia ediyor. Bu son cümleye şöyle sıradışı bir örnek verelim: 1881’in kışında batan yelkenli gemi Lara’dan kurtulanların su ikmali kısa sürede tükendi. Denizde üç hafta sürüklendikten sonra kıyıya ulaştıklarında, geminin kaptanı onları neyin kurtardığını şöyle anlattı: “Temiz su düşlüyorduk. Cankurtaran sandalını çevreleyen suyun okyanus mavisinden temiz su yeşiline döndüğünü hayal etmeye başladık. Gücümü topladım ve biraz su aldım, onu tattığımda su temizdi.” Bu olay sıradışı gelebilir, ama günlük hayatımızda, içki masalarında sık sık yaptığımız bir muhabbeti da hatırlayalım bu noktada: “Birader, ben şu elimdeki suyu sarhoş olacam diye içeyim, kesin sarhoş olurum.” Gerçekten sarhoş olmuşuzdur da suyu bu niyetle içtiğimizde, fakat bunu sağlayan kendi becerimiz midir, yoksa sudaki sıradışı bir özellik midir?
Rus Doğal Bilimler Akademisi’nden Prof. Dr. Konstantin Korotkov’un laboratuvarlarında, manyetik ve elektrikli alanlar; insan varlığı ve duyguları gibi çeşitli faktörlerin, su numuneleri üzerinde bıraktığı etkiye dair birçok deney gerçekleştirilmiş. Bu deneyler sonucunda ise suyun üzerinde en yoğun etkiyi, insanların pozitif ve negatif duygularının yarattığı tespit edilmiş. Prof. Korotkov, bir grup insandan önlerinde duran bir şişe suya sevgi, şefkat ve ilgi gibi pozitif duygular yansıtmalarını ister; daha sonra şişe bir başkasıyla değiştirilir ve insanlar bu sefer korku, saldırganlık ve kin gibi farklı bir tür duygu yansıtırlar. Sonrasında ise bu su numuneleri üzerinde ölçümler yapılır. Numunelerdeki su, açık bir biçimde değişkinlikler sergilemiştir. Yani sevgi, suyun enerjisini yükseltip onu istikrarlı kılarken, saldırgan duygular enerjisini azaltıp suda radikal değişiklikler yaratmıştır. Bu noktada Prof. Korotkov, hiçbir insan tesiri olmayan suyun, nasıl bir formu olduğu araştırmaya karar verir ve bir araştırma ekibiyle birlikte, Ocak 2005’te Venezüela’daki Gran Sabana’ya doğru yola koyulur. Bu bölgede, Roraima Dağı’nda bulunan su, insanla temas etmemiş, insanların etkisinde kalmamış özel bir sudur ve ekip bu sudan örnekler alır. Prof. Korotkov, laboratuvarında, kendi geliştirdiği suyun enerjisini ölçen bir aletle, Roraima suyu ile normal çeşme suyunu karşılaştırır. Roraima suyu, normal çeşme suyundan, enerjisel açıdan kırk bin kat daha güçlüdür. Korotkov’a göre, böyle bir su, insanın vücudunu ve tüm sistemini canlandırır. Nitekim o bölgede yaşayan yerliler, zorlu koşullara rağmen, uzun yıllar boyu ve çok mutlu biçimde yaşamaktalar ve medeniyetin kendilerine gelmesini istemiyorlar haliyle.
Bizim evlerimizde kullandığımız suların durumunu düşünüyor ister istemez. Eğer suyun hafızası ve enerjisi varsa, çeşmelerimizden akan suyun durumu nedir? Çeşme suyu, evlerimize gelene kadar uzun ve zorlu bir yolculuk yapar. Doğada nehirler ve akarsular hep yumuşak kıvrımların olduğu uzun bir rotada akar. Fakat evimize gelen su, keskin dönüşleri olan borulardan geçer ve suyun doğal yapısı bu dönüşlerin her birinde daha çok bozulur. Suyun doğal yapısındaki kristalleri, Korotkov’unki gibi laboratuvarlarda, suyu aniden hızla soğutup, mikroskop altında inceleme suretiyle görebilmek mümkündür. Maalesef evimizin içinde akan suların kristalleri, hiçbir simetri ve güzellik içermemektedir. Keza kalorifer gibi ısıtma sistemlerinde dolaşan su da bozulmuştur. Evlerde yaşayan insanların enerjilerinden etkilenmiştir su. Birçok şehirde de su ikmali kapalı döngü sistemi şeklindedir ve şiddetli kimyasal arındırma işleminden sonra, güçlü filtrelerden geçerek evimize dönen su, halen maruz kaldığı kimyasallar ve şiddeti hatırlamaktadır. Hatta binlerce ev ve apartmandan uzun borular boyunca akarak bilgi kirliliği biriktirmektedir. Avusturyalı araştırmacı Allois Gruber’e göre, su, ruhsal olarak kirlenmiştir ve o, bütün nefreti, sıkıntıyı, stresi taşıyan bir yapıdır. Nitekim su bünyemize girene kadar nerdeyse ölmüş olur.
Damacana sularda ise durumun nasıl olduğu konusunda Prof. Korotkov’u dinleyelim: “Büyük damacanalarda satılan arındırılmış sulardan örnekleri test ettik. Üretici, ‘Dünya’daki en iyi su’ etiketini kondurmuştu üzerine. Ama o boştu, ölüydü. Evet, saftı, içinde mineraller vardı. Ama ölü bir suydu ve hiçbir enerjisi ve yaşam belirtisi yoktu. (Prof. Korotkov’un sözleri, insana içtiği damacana su konusunda şüphe uyandırıyor, ama tabii bu çalışmanın ülkemizde yapılmadığını ve ülkemizdeki sular hakkında yazının bağlamı hususunda elimizde veri olmadığını belirtelim.) Korotkov’un söylediklerine yaptığı ek de dikkat çekici: “Çoğunlukla insanlar, doğal kaynaktan alınan ile yapay arıtılmış suyun farkını anlamazlar. Ama bir hayvan mutlaka doğal bir kaynaktan elde edileni seçecektir, çünkü o enerji doludur.” Nitekim Korotkov’un deneylerinde, bir kaba doğal kaynak suyu doldurulurken, diğer kaba yapay arıtılmış su konuyor ve hayvanların doğal kaynak suyunu içtikleri görülüyor.
1932’de, Amerikalı fizikçi Herald Uray, doğada, sıradan suyla birlikte “yoğun su”yun da bulunduğunu keşfetti ki bu suya “Deterium” adı verildi. Deterium’un ayrıştırılması sonucunda da dünyanın en yıkıcı bombasını ortaya çıktı, yani hidrojen bombası. Bu bombanın patlaması sonucunda ortaya çıkan radyoaktif materyallerin etkisi konusunda fikir sahibiyiz, ama daha da korkutucu etkiler mevcut. Yeraltı, yer üstü veya atmosferde yapılan nükleer bomba testleri, test alanlarının çevresindeki suyun yapısını da, binlerce mil ötesine kadar değiştirebilmekte. Patlamanın dalgaları sudaki hareketlerini otuz gün boyunca devam ettirirken, suda devasa patolojik değişimler de yaratıyor. Ardından insanlar ve hayvanlar, bu suları içiyorlar ve peşisıra değişimler yaşanmaya başlıyor. Mesela bu testlerden sonra, testlerin yapıldığı alanın etkisindeki bölgelerdeki intihar oranlarında artışlar olduğu tespit ediliyor. Kazakistan Üniversitesi Biyofizik Bölümü’nden Prof. Dr. Victor Inyushin, tıp uzmanlarının bu durum karşısında açıklaması olmadığını, ama beynin %85’inin sudan oluştuğunu bildiğimizi ve yaşanan bu olaylarda beyinde bir takımlar değişimler gerçekleştiğini söylüyor. Inyushin, beynin biyoplazmik yapısıyla, suyun yapısı çatıştığında, beyin karıştığıne ve sonucun da bireyin yaşama arzusunu yitirmesi şeklinde gerçekleşebileceğini ileri sürmekte. Anlayacağınız, nükleer testin yıkıcı etkilerini hafızasında taşıyan su, insanların bedenine girdiğinde, onlarda sonucu intihara kadar uzanan etkiler uyandırıyor.
Beynimizin büyük kısmı sudan oluşur. Suyun beyindeki bilgi bölümüyle bağlantısı vardır. Kalp, ciğer, kaslar, beyin gibi organlara baktığınızda, görebileceğiniz, bu organlardaki sudur.İnsan bedeniyle buluşan suyun hafızası, beden onu özümsedikçe, kişiyi etkileyebilecektir. İnsan bedeni ve su ilişkisinden bahsederken, geleneksel doğu tıbbından da bahsetmek gerekiyor. Geleneksel Doğu Tıbbı, yüzyıllardır, bedendeki suyun titreşimsel rezonansı üzerine temellenmiştir. Tibetli doktor Ogun Bolson, “biz su ile tedavi etmeyiz, çünkü insan bedeni zaten sudur. Kişi, mantralar ve dualar okuyarak içindeki kötü suyu düzeltir,” derken, popüler mizahın bayıldığı, oturup OM çeken insanların, aslında ne yaptığını da açıklamakta. Benzeri durum dua eden kişilerde de keşfedilmiş. Herhangi bir dinde, herhangi bir lisanda yapılan bir duanın titreşiminin 8 hertz olduğu ölçülmüş ki bu, dünyanın manyetik enerjisinin frekans sınırına denk bir titreşim. Yani içten gelerek edilen bir dua, bedendeki suyu, dünyanın enerji frekansıyla uyumluyor ve haliyle de huzur duygusu benliği kaplıyor.
Suyun gizemli özellikleriyle ilgili yazılabiliecek daha pek çok bilgi var elimizde, ama insanın aklına ister istemez şu soru takılıyor: Suyun hafızası ve anlatılan etkileri varsa, evimizdeki suları nasıl canlandırabilir ve üzerindeki olumsuzlukları giderebiliriz? Bu noktada Japon araştırmacı Masaru Emoto’nun deney sonuçlarına değinmek gerekiyor. Emoto, suyun sözcüklere verdiği tepkileri ölçmek için, deney tüpleri üzerine belirlediği kelimeleri yazıyor ve bu kelimeleri tüpün içindeki sulara sürekli tekrarlıyor. Bir süre sonra da tüplerdeki sulardan örnekler alıp, su kristallerinin resimlerini çekiyor. Bu çalışma sonucunda görülüyor ki su kristalleri en güzel tepkiyi şu kelime bütününe veriyorlar: Sevgi ve Şükür.
Bu veriye dayanarak elimize bir bardak su aldığımızda, “seni seviyorum güzel şu, çok şükürler olsun seninle bütünleşeceğimiz” demek mi lazım ya da diyebilir miyiz, orası şüpheli. Ama şüphe götürmeyen bir şey var ki su, bildiğimizi sandığımızın çok çok ötelerinde bir element. Bir elementten öte, yaşamımızın kaynağı ve bu kaynağa, yaşamlarımızı sürdürebilme adına her türlü sahip çıkmamız şart.
(İlk Yayın: Esquire)