Bilgisayarımın başına oturdum ve şu anda okumakta olduğunuz, paralel evrenlere ilişkin yazıyı yazmaya başladım. Bu konuyu ele almak, bütünüyle benim seçimimdi ve elbette çok daha farklı bir konuyu da tercih edebilirdim. Sözgelimi, Göbeklitepe’deki yeni bulguların yerleşik tarihimizle ilgili bugüne dek bildiklerimizi nasıl keskin bir biçimde değiştirdiğini; genetik müdahaleyle insanların yaşlanma sürecini yavaşlatmanın nasıl mümkün olabileceğini ya da alternatif enerji kaynakları geliştirmeyi başaramadığımız taktirde yakın gelecekte uygarlığımızın nasıl ciddi bir sarsıntı geçireceğini anlatan bir yazı da olabilirdi, şu anda kaleme aldığım. Bu durumda siz de paralel evrenler yazısını değil, ben her neyi yazmayı seçtiysem, onu okuyor olurdunuz. Belki de, hiçbirini dikkate almayıp, okumadan sayfaları çevirir, geçerdiniz. Tüm bunlar, günlük hayatın herhangi bir anındaki seçimlerimize bağlı olasılık silsilelerini tanımlıyor. Peki, benim başka konuda bir yazı yazmayı seçtiğim, sizin de onu okumak ya da okumamak yolunda tercih kullandığınız, bir başka paralel gerçeklik olabilir mi? Acaba bilmediğimiz başka bir paralel dünyada, bu yazıyı okumak yerine dışarıda yürüyüş yapmayı ya da bir sinemaya gidip vizyondaki yeni filmlerden birini izlemeyi seçen, başka bir kopyanız var mıdır?

Meseleyi böyle ortaya koyduğumuzda tuhaf görünüyor olabilir; ama çoğumuzun günlük yaşantımız içinde şu tür ifadeleri çok sık kullandığımız bir gerçek:

·        “Eğer o iş teklifini kabul etmiş olsaydım, şu anda çok daha iyi bir konumda ve yüksek ücretle çalışıyor olabilirdim. Yanlış seçim yaptım.”

·        “Oğlum, başka bir şehirdeki konseri mutlaka izlemek konusunda bu kadar ısrarlı olmasaydı, yolda o otobüs kazasını geçirmeyecek ve şimdi hayatta olacaktı.”

·        “Eğer 2006 Mayıs’ında Denizli’de oynanan maçın son dakikalarında Appiah o topu kaleye göndermeyi başarsaydı, Fenerbahçe İstanbul’a şampiyon olarak dönecekti ve ben de müşterek bahisten iyi para kazanmış olacaktım. Ama maç berabere bitince şampiyonluk uçtu, benim kupon da yattı.”

·        “Arkadaşlarımın uyarılarına kulak verip o yanlış yatırımı yapmaktan vazgeçseydim, bu kadar büyük kaybım olmayacaktı. Bir hatadır oldu işte.”

Yaşamın akışı içinde sık sık seçimler yapmak ve kararlar vermek durumunda kalırız. Bunlar bazen sıradan görünen önemsiz seçimlerdir; bazen de yapacağımız tercih, yaşamımızda daha önceden öngöremediğimiz bir kırılma noktası yaratır. Şu an içinde yaşadığımız gerçeklik, seçim ve kararlarımızın doğrudan sonucu olarak biçimlenir. Biz o seçimi yapmadan önce, karşımızda yalnızca çoklu olasılıklardan oluşan bir resim vardır ve çoğunlukla da yapacağımız seçimin doğrudan sonuçlarını, önceden net olarak göremeyiz. Bizim gerçekliğimiz, ancak söz konusu seçimi yapıp bunun sonuçlarıyla yüz yüze geldiğimiz anda oluşacaktır. Liseyi bitirdiğiniz yıl, “Tıp Fakültesi’ne mi gitsem, yoksa Makine Mühendisliği’nde mi okusam?” gibi bir tereddüt oluştuysa zihninizde, bu olasılıklardan herhangi birinin getireceklerini, ancak o seçeneklerden birini tercih ettiğinizde, yani o durum sizin gerçekliğinize dönüştüğünde görürsünüz. Öncesindeyse, yalnızca olasılıklar ve belirsizlikler söz konusudur.

Elbette bu noktada akla gelen soru şu: Karar alma noktasında, olası seçeneklerin her birinin ayrı ayrı tercih edilip, bunların sonuçlarıyla yüzleşildiği farklı gerçeklikler mümkün müdür? Yani, yukarıdaki örneklerin birincisinde yer alan kişi, reddettiği için hayıflandığı iş teklifini başka bir gerçeklikte kabul etmiş ve farklı bir yaşam sürmeye başlamış mıdır? Uzak şehirdeki konser etkinliğine giderken yolda kaza geçirerek hayatını kaybeden kişi, farklı bir gerçeklikte bu konsere gitmemeyi seçmiş ve hâlâ yaşıyor olabilir mi? Fenerbahçeli futbolcu Appiah’ın o son dakika vuruşunu isabetli yaptığı ve takımının şampiyonluğa ulaşmasını sağladığı, bir başka gerçeklik var mıdır? Yanlış yatırım yapan kişinin farklı bir tercih kullandığı ve zarar görmediği bir alternatif gerçeklik söz konusu olabilir mi?

Bu ve benzeri sorular, uzun yıllardır bilimkurgu yazarlarınca çok rağbet gören kışkırtıcı ve heyecan verici bir konunun, yani paralel evrenler meselesinin şemsiyesi altında yer alıyorlar. Bu cazip temanın anahatlarıysa basit: Çoklu olasılık ağacının yalnızca bir dalındaki seçeneğin gerçekleştiği durum, şimdiyi, yani halihazırdaki gerçekliği biçimlendirirken, elenen diğer tüm olasılıklar da farklı paralel varoluş yığınını oluşturuyor. Bir başka deyişle, karşınızda yer alan seçeneklerin tümü, birbirinden bağımsız olarak gerçekleşiyor aslında ama siz bunlardan yalnızca bir tanesini yaşıyorsunuz. Diğer tüm seçimler, uçsuz bucaksız bir çoklu evren sisteminin diğer düzlemlerinde gerçekleşiyor.

Popüler kültürde paralel evrenler

Bilimkurgu ya da fantezi temalarını içeren popüler kültür ürünlerinde kimi zaman karar ve tercihler, tıpkı yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi, bireysel yaşantılar üzerinde oluşmuş kırılma noktalarını belirliyor. Başrolünü Gwyneth Paltrow’un oynadığı “Rastlantının Böylesi” (Sliding Doors) bu tür nahif filmlerden biridir. Çalıştığı PR firmasına gittiğinde işten çıkarıldığını öğrenen ve moral bozukluğuyla yollara düşen Helen’in, metroya yetişmesi ya da kaçırması durumlarında ortaya çıkan ilginç kırılmayı izleriz bu romantik komedide. Metroya yetişirse eve erken ulaşacak ve onun işyerinde olduğunu sanan erkek arkadaşının, başka bir kadınla kendisini aldattığını öğrenecektir. Bu seçenekte Helen’ın hikayesi, sevgilisini terk etmesi, yeni bir iş bulması ve hayatını düzene koymasıyla devam eder. Ancak metroyu kaçırması durumunda bu yüzleşme ve “yakalama” gerçekleşmeyecek, Helen kendisini sürekli olarak aldatan bir sevgiliyle yıpratıcı bir ilişkiyi ve tatsız bir hayatı sürdürecektir. Film her iki olasılığın gerçekleştiği paralel evrenleri, zamanda oluşan bir kırılma uzantısında gözlerimizin önüne serer.

Kimi zaman da bu tema üzerine kurulan yapıtlar, bireysel hayatların içindeki küçük ayrıntıların oluşturduğu kırılmalara değil, toplumları, ülkeleri, hatta tüm dünyayı etkileyen paralel gerçekliklere dikkat çekerler. Sözgelimi, ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in “Yüksek Kaledeki Adam” (The Man In The High Castle) adlı romanı, yakın tarihin belirleyici öneme sahip olaylarından birini, II. Dünya Savaşı’nı, bir paralel gerçeklik üzerinden ele alır. Dick’in yapıtında savaşı Müttefikler değil, Mihver Devletler, yani Almanya-İtalya-Japonya ittifakı kazanmış ve dünyanın çehresi hatırı sayılır biçimde değişmiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda ile birlikte Uzakdoğu’nun önemli bir bölümüne Japonya’nın; Asya’nın batısından Avrupa’nın içlerine dek Almanya’nın; Akdeniz’in büyük bir bölümüyle birlikte Kuzey Afrika ve Anadolu’ya da İtalya’nın hakim olduğu bu kurguda, ABD de galip güçler tarafından parçalanıp bir kukla federasyon haline getirilmiştir. Philip K. Dick, dünyanın bugünkü gerçekliğinin biçimlenmesinde hatırı sayılır etkiye sahip bir büyük savaşın alternatif sonuçlarından birine dikkat çekerek, dünyanın nasıl bir gezegene dönüşeceğini sorgulamaya çalışmaktadır bu romanında.

Benzeri bir yaklaşımı, Harry Turtledove’un 1992 tarihli “The Guns of the South” (Güney’in Silahları) adlı romanında da görürüz. Zaman yolculuğu yapan bir grup Güney Afrikalı ırkçı beyaz, Amerikan İç Savaşı’nın alevli günlerine geri dönmüş ve Konfederasyon Ordusu’nun komutanı General Robert Lee’ye, çok sayıda AK-47 tüfeği ve nitrogliserin tabletlerinin de içinde bulunduğu yüklü bir malzeme yardımı yapmıştır. Bu büyük desteğin katkısıyla bizim bildiğimiz gerçeklik değişmiş ve savaşı Kuzey değil, Güney ordusu kazanmıştır. Ortaya çıkan kırılmanın yaratacağı beklenmedik sonuçlar, elbette yalnızca Amerika’nın değil, dünyanın da çehresini değiştirecektir. Bir başka deyişle Turtledove’un kurgusunda, Amerikan İç Savaşı’nı Konfederasyon’un kazandığı ve sonraki siyasi gelişmelerin bu kritik sonuca göre biçimlendiği bir paralel evren kurgulanmaktadır.

Tarihin labirentlerinde gezinmeye meraklı kişiler için, dünyanın bugünkü gerçekliğini köklü biçimde değiştirecek böylesi alternatifler üzerinde düşünerek, nasıl bir dünyada yaşıyor olabileceğimizi sorgulama güdüsünün önüne geçmek mümkün mü? Sözgelimi, 4. yüzyılın Roma’sını gözlerinizin önüne getirin: Büyük Konstantin’in ölümünü izleyen kargaşa sonrasında iktidara gelen İmparator Julianus, kısa bir süre önce “resmi din” haline getirilen Hıristiyanlığı devlet katından indirerek, kadim inanç sistemine geri dönüş kararı almıştı. O denli güçlü ve etkili bir liderdi ki, bu dönüşümü kararlı bir biçimde yürürlüğe koymasını da bildi. Ama başarıya ulaşmasına çok az kalmışken Pers seferi sırasında beklenmedik biçimde ölmesi (kimi kaynaklara göre bu, muhaliflerince planlanmış bir suikasttir) her şeyi değiştirdi. Genç yaşta hayatını kaybeden imparatordan sonra Roma’da taç giyen muhalifleri, Kilise’yi bir kez daha resmi inanç sisteminin başına getirmekle yetinmediler, diğer tüm kadim inançları, tapınakları ve ritüelleri de yasaklayıp, acımasız koğuşturmalara başladılar. Ortaçağ karanlığının başlangıcı olan bu dönüşüm, Julianus seferde ölmeseydi büyük bir olasılıkla hiç gerçekleşmeyecek ve Roma bambaşka bir yöne doğru ilerleyecekti; tabii, dünya da. Kilise ve katedraller yerine, her kentinde Mithra, Juno ya da Kibele için inşa edilmiş görkemli tapınakların olduğu bir Avrupa getirin gözünüzün önüne. Elbette bu değişim mimari yapılar ve inanç sistemleriyle sınırlı kalmayacak, felsefi anlamda dünya bugünkünden çok daha farklı bir noktada olacaktı.

“Ya filan olay başka bir sonuçla bitseydi” cümlesiyle başlayan spekülasyon ve zihin jimnastiği başka, olası sonuçların her birinin ayrı ayrı gerçekleştiği, çok sayıda evrenden oluşan bir çoklu evren sisteminin (multivers) varlığından söz etmek başka. Olası her farklı seçeneğin gerçekleştiği, sonsuz sayıda evrenden söz ediyoruz. Bunların birçoğunda farklı hayatlar yaşadığınızı, çok daha fazlasındaysa, hiç doğmadığınızı, yani var olmadığınızı düşünün. Daha da ileri gidelim: Yine bu evrenlerin birçoğunda da, bizim şu anki gerçekliğimizden, yani “doğa yasaları”mızdan farklı ilke ve yasaların geçerli olduğunu düşünmek, zihnimizin sınırlarını bir hayli zorluyor, öyle değil mi? İşin çarpıcı noktası, bu zorlayıcı düşünce biçiminin yalnızca düşgücü zengin bilimkurgu yazarlarının fantezilerinden ibaret olmayıp, günümüz fiziğinin üzerinde yoğunlaştığı teorilerden beslenmesi.

Paralel evren fikriyle aramızdaki köprüyü, bilimkurgu temalı popüler kültür ürünleri üzerinden kurmamız, bu düşüncenin görece oldukça yeni dönemlere ait olduğu yanılgısını ortaya çıkarabilir. Bilim ve teknolojinin ivmesi artan bir hızla gelişmeye başladığı yirminci yüzyıl başlarından itibaren kültür ve düşünce dünyamızda bu tür fantastik fikirlerin yeşerebileceği zihinsel iklimlerin ortaya çıktığı düşüncesine kapılabilirsiniz. Ama durum pek böyle değil. Kulağa şaşırtıcı gelse de, çoklu dünyalar, paralel evrenler gibi kavramlarla ilgili tartışma ve yorumların geçmişi yüzyıllar, hatta binyıllar öncesine dek uzanıyor.

Paralel evren düşüncesi: Kısa bir tarihçe

Günümüzden 2,500 yıl kadar önce, Antik Yunan’da evrenin yapısını açıklamaya çalışan ve “Atomcular” olarak adlandırılan filozoflar, çoklu evrenler hipotezini ileri sürmüş ve mümkün olan tek evrenin bizim içinde yaşadığımız sistem olamayacağını öngörmüşlerdi. Onlara göre her evren, kendi yıldız kümeleriyle birlikte, kendi içine kapalı bir yapıya sahipti ve bizimki dışında çok sayıda farklı evren, göremeyeceğimiz, varlığını doğrulayamayacağımız uzaklıklarda kendi süreçlerini yaşamaktaydılar. Birbirleriyle hiçbir teması ve bağlantısı olmayan bu bağımsız yapılar, sonsuz büyüklükteki bir çoklu evrenler sisteminin parçasıydılar. Bu denli radikal bir fikir için Antik Çağ’ın çok erken olduğunu düşünüyorsanız, benzeri düşünce yapısının günümüzden en az 3,500 yıl önceki Hindu kültüründe de var olduğunu söyleyerek devam edelim. Kökeni büyük olasılıkla çok daha eskilere dayanan Vedik kozmoloji, birbirinden renkli öykülerle örülmüş zengin mitolojilerinde, birbirinden ayrı var olan çok sayıdaki farklı evrenden söz eder. Bu evrenlerin bazıları birbirlerine benzemekte, bazılarıysa tümüyle farklı özellikler sergilemektedir. Yazının girişinde söz ettiğimiz, farklı seçeneklerin gerçekleştiği paralel evrenler düşüncesiyle benzerliğini ortaya koyacak bir veri olmasa da, kadim düşüncede multivers kavramının bir biçimde boy gösteriyor olması, yeterince ilginçtir elbette.

Peki bu cesur ve radikal düşünce biçimi ne zaman değişmiş ve “yalnızca bir tek evrenin var olduğu” fikri üzerine kurulu, etkili bir paradigma ortaya çıkmıştır? Yaygın kabul gören düşünce, bu yaklaşımın yine Antik Yunan’da Aristo tarafından biçimlendirildiği yönünde. İçinde bulunduğumuz evren, Aristo’ya göre tektir, eşsizdir ve alternatifi yoktur. İzleyen yüzyıllardaki ilahiyatçıların da dört elle sarıldığı bu “biricik evren” modeli, aynı zamanda hem üzerinde yaşadığımız dünyayı, hem de onun en özel sakini olan insanı ayrıcalıklı bir noktaya koyduğu için, dinsel dogmalarla da son derece uyumludur.

Dinsel otorite tarafından hevesle benimsenip egemen kılınan “Tanrı’nın bu evreni özel ve eşsiz olarak yarattığı” düşüncesinin, Ortaçağ’da ilahiyatçılar arasında çoklu evren fikrinin tartışılmasını tümüyle engelleyemese de, yüzyıllar boyunca Batı dünyasında üretilen felsefeye egemen olduğunu biliyoruz. Değişiminse, on sekizinci yüzyılda, Aydınlanma Çağı ile başladığını söylemek mümkün. Merkezinde dünyanın yer aldığı, tüm gök cisimlerinin yerküre çevresinde döndüğü evren modeli, gökbilimdeki gelişmelerle birlikte daha on altıncı yüzyılda çözülüp dağılmaya başlamıştı ama evrenin tek ve eşsiz olduğu fikri daha epeyce uzun bir süre egemenliğini sürdürdü.

Yılın son aylarında Türkçe’ye çevrilen “Paralel Evrenler” adlı kitabın yazarı, tarihçi ve bilim felsefecisi Thomas Lepeltier, bugün anladığımız biçimiyle çoklu evrenler kavramı üzerine ayrıntılı olarak kafa yoran ilk düşünürün, bir fizikçi ya da astronom değil, ünlü Fransız sosyalisti Auguste Blanqui olduğundan söz eder. 1871 Mayıs’ına damgasını vuran Paris Komünü’nün liderlerinden biri olan Blanqui, ayaklanmanın hemen öncesinde tutuklanmış ve Taureau Kalesi’nde zindana atılmıştır. Hapisteki zamanını, “her şeyin merkezinde olduğuna” inandığı astronomi üzerine düşünerek geçiren ünlü sosyalist, bu süre içinde “Yıldızlara Uzanan Sonsuzluk” adlı yapıtını da kaleme alır ki, paralel evrenler düşüncesinin ilk çarpıcı açılımına bu kitapta rastlarız. Hücresinde çalışırken, aynı anda birbirinden farklı evrenlerde sonsuz sayıda Blanqui olduğunu; bunların her birinin, her an farklı bir seçenek karşısında farklı bir karar aldığını ve bu nedenle iyice çatallanan olasılık ağacının derinliklerinde birbirinden farklı hayat seyri izlediklerini düşünür ve öngördüğü bu modeli formüle etmeye çalışır Blanqui. Zindanda tamamladığı kitabı, “her an, her olasılığın gerçekleştiği, birbirinden ayrı sonsuz sayıda evren olduğu” tezini gündeme getirmektedir.

“Yirminci yüzyılın sonlarından beri bu tezin yeniden gündeme geldiğini gözlemlemek mümkündür,” diyor, Lepeltier. “Üstelik artık bir zindanın dibinden değil, dünyanın en büyük üniversitelerinden su yüzüne çıkıyor söz konusu tez. Şimdi en güçlü savunucuları Cambridge’de, Oxford’da, Princeton’dalar.”

Fantezi değil, bilim

Bilimkurgu fantezilerinden değil, günümüz modern fiziğinin önde gelen teorisyenlerinin tez ve çalışmalarından söz ediyoruz, paralel evrenler konusuna değindiğimizde. Özellikle parçacık fiziğinin geçen yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı baş döndürücü gelişmelerden sonra, “her an her olasılığın gerçekleştiği çoklu evrenler (multivers)” düşüncesi, üzerinde ciddiyetle durulan teorilerden birinin merkezinde yer alıyor. Elbette fizikçiler paralel evrenler olgusunu tanımlarken, benim konuyu çarpıcı hale getirmek için yazının başından bu yana kullandığım popüler ve yüzeysel yaklaşımı yeğlemiyorlar pek. Onlar bu son derece önemli kozmolojik meseleyi, uzun ve karmaşık formüllerle ya da kavranması fizikçi olmayanlar için son derece güç deney ve gözlem sonuçlarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Ama ister bu derece “hardcore” bir yaklaşım olsun, ister benim seçtiğim popüler ve hafif anlatım yeğlensin, bizi ilgilendiren sonuç değişmiyor pek: Henüz deneysel olarak tam anlamıyla kanıtlanmış olmasa da, büyük bir olasılıkla çoklu evrenler olarak adlandırabileceğimiz oldukça karmaşık bir sistemin bileşenlerinden birinin içinde yaşıyoruz.

Teorik fiziğin koridorlarından günlük sohbetlere ya da bilimkurgu yelpazesinin “serbest uçuş” kulvarlarına dek uzanan geniş bir düzlemde, bu yapı farklı adlarla anılabiliyor: Paralel evrenler, kuantum evrenleri, alternatif evrenler, paralel dünyalar ya da alternatif gerçeklikler gibi. Bu konudaki teoriler de, tahmin edilebileceği gibi oldukça fazla.

Princeton Üniversitesi’nden Dr. Hugh Everett’in 1957 yılında geliştirdiği Çoklu Dünyalar Yorumu ya da popüler kısaltmayla MWI (Many Worlds Interpretation) bu konuda çığır açan teorilerden biriydi. 1960’lardan itibaren dünyanın farklı üniversitelerindeki fizikçiler tarafından geliştirilen MWI, çok kısa bir tanımlamayla, “bütün olası geçmiş ve geleceklerin gerçek olduğu ve her birinin ayrı bir dünyayı (ya da evreni) temsil ettiği karmaşık bir yapıdan söz eder. Tıpkı, yazının başından beri değindiğimiz, “her olası seçimin gerçekleştiği farklı evrenler” kavramında olduğu gibi. Bir başka deyişle, MWI öncesinde “tek ve değişmez çizgisel bir tarih” olarak kabul edilen gerçeklik anlayışı, son 60 yıl içinde radikal bir biçimde değişmektedir diyebiliriz.

Bu alanda çalışan önemli uzmanlardan ikisinin adını özellikle zikretmekte yarar var: Dr. Michio Kaku ve Brian Greene, yalnızca çoklu evrenlerin yapısı üzerine yaptıkları çalışmalarla değil, yalnızca teorik fizikçilerin anlayabileceği konuları popüler kültüre de taşıyan çok başarılı kitaplarıyla dikkat çekiyorlar. Özellikle Greene’in “Saklı Gerçeklik: Paralel Evrenler ve Kozmosun Derin Yasaları” adlı kitabı, bu alanda son on yılın en çarpıcı yapıtlarından biri.

Sizin de fark ettiğiniz gibi, buraya kadar ancak konuya kısa bir “girizgâh” yapabildik. Üstelik, fizikten, kuantum dünyasındaki çarpıcı gelişmelerden ve paralel evrenlerin varlığı konusundaki kanıları güçlendiren bulgulardan hiç söz etmedik. O halde, bunu bir “başlangıç” kabul edelim ve paralel evrenlerle ilgili gezintimize devam edeceğimizin sözünü verelim şimdiden. Tabii bir başka paralel gerçeklikte belki de bunu çoktan gerçekleştirmişizdir, o da ayrı mesele.

(İlk Yayın: Discovery Channel Magazine Türkiye)

Burak Eldem