Geçtiğimiz günlerde birisi (*lütfen en sondaki not’a bakınız) Batı kültürünün üstünlüğüyle ilgili önemsiz bir açıklamada bulundu. Birisinin doğru zannettiği bir konu için yanlış bir zaman seçmesi önemsizdir, aynı şekilde bütün dünya haksız ve yanlış şeylere inanırken birisinin yanlış bir şeylere inanması da önemsizdir, muhtemelen Başbakanımızdan daha zengin ve daha iyi üniversitelere gitmiş olan Bin Laden’in bile.

Ancak önemsiz olmayan, politikacıların, dini liderlerin, eğitimcilerin ve herkesin endişelenmesini gerektiren, belirli ifadelerin veya gündemdeki yazıların, her nasılsa onları resmi olarak kabul etmesi, genel tartışmaların merkezi haline getirmesi, gençliğin kafasını meşgul etmesi, hatta o anın heyecanıyla varılan duygusal sonuçları dikte ettirmesidir. Benim endişem gençlerle ilgili çünkü yaşlıların fikirlerini değiştiremeyeceğimi biliyorum.

Dünyayı yüzyıllardır kana bulayan din savaşları, Biz ve Ötekiler, iyi ve kötü, beyaz ve siyah gibi kavramlara aşırı bağımlılıktan kaynaklanmıştır. Eğer Batı kültürü verimliliğini kanıtlamışsa, bu, aynı zamanda o kültürün zararlı örneklerini akıl ve eleştiri yoluyla açıklamaya çalışmasından ötürüdür. (Sadece Aydınlanmadan beri değil, daha öncesinden, Francis Roger Bacon kafirlerden dil öğrenimi konusunda bir şeyler öğenileceğini söylemişti)

Tabi iki bu her zaman başarılı olamadı, kitapları yakan, sanatı mahkum eden, adı ırkı öldüren Hitler veya bana okulda ezberletildiği şekilde “İngilizlere boşver, günde beş öğün yiyen insanlar üç öğün yiyenlerden aşağıdır” diyen Faşizm de aynı zamanda Batı tarih ve kültürünün bir parçasıdır.

Eğer yeni kulelerin yıkılmasını önlemek istiyorsak çocuklarımızla kültürümüzün bütün öğelerini tartışmamız gereklidir.

Karışıklığın bir sebebi kendi köklerimizi tanımak, bizim dışımızdaki diğer kökleri anlamak, iyiyle kötüyü yargılamak kavramları arasındaki farkları idrak edemememizden kaynaklanmaktadır. Köklerimiz açısından, bana emeklilik yıllarımı Monferrato köyünde mi, yoksa Chianti’de mi geçireceğim sorulursa, seçimim Monferrato olurdu. Ancak bu seçim İtalya’nin diğer bölgelerini Pedmont’tan daha aşağı gördüğüm anlamına gelmez.

Bu anlamda Başbakanımızın niyeti Kabul yerine Arcore’de** olmayı tercih ettiğini söylemek olsaydı, ve Bağdad hastaneleri yerine Milan hastanelerinden tıbbi yardım almak istediğini söyleseydi düşüncelerini desteklemeye hazır olurdum. Hatta bana Bağdat’in dünyanın en iyi hastanelerine sahip olduğunu söyleseler de, Milan’i seçerdim çünkü Milan’da kendimi daha çok evimde hissedeceğim için iyileşmem hızlanırdı. Kökler bölgesel ve ulusal sınırlardan çok daha öteye uzanabilir. Sözgelimi Limoges’te yaşamayı Moskova’ya tercih edebilirim, ancak bu Moskova’nin mükemmel bir şehir olmadığı anlamına gelmez. Ancak Limoges’te konuşulan dili anlayabilirim.

Sonuç olarak, herkes kültürünü geçmişinden taşır ve bu birikimin diğer bir kültüre nakledildiği durumlar azınlıkta kalir. Mesela Arabistanlı Lawrance Arap kıyafetleri giyecek kadar ileri gitmiştir, ancak kendi evi son gittiği yer olmuştur.

Şimdi kanayan bir yara olan medeniyetlerin karşılaştırılması konusuna geçelim. Batı her ne kadar ekonomik büyümenin takipçisi olsa da öteki medeniyetleri merak eder. Çoğu zamanda saygısız bir şekilde onları önemsiz bulur.Yunanlılar kendi dillerini konuşamayanlar için barbar kelimesini kullanırdı, sanki hiç konuşamıyorlarmış gibi. Daha deneyimli Yunanlılar, Stoics’ler gibi (çünkü bunlarında bir kısmı Phoenician kökenliydi) barbarların yunanca dışında kelimeler kullandığı konusunda uyarılarda bulundular. Marco Polo Çin geleneklerini büyük bir saygıyla anlatmaya çalıştı; ortaçağ Hristiyan tanrıbilimcileri Arap filozof, doktor ve astrolojistlerinin yazılarını ele geçirmek için uğraştılar. Rönesans dönemindekiler dahada ileri giderek Caldean’dan Mısır’a kadar kayıp doğu bilgeliğini geri getirmeye çalıştılar; Montesquieu, bir Farslının Fransızı nasıl gördüğünü anlamaya çalıştı, ve modern antropolojistler ilk çalışmalarını Salesian’in izinde yaptılar. (Kuşkusuz Salesian, Bororos’a oradakilerin dinini değiştirmek için gitmişti ancak aynı zamanda onların düşünme ve yaşama şekilleriyle ilgilide kendini bilgilendirmişti) Muhtemelen önceki misyonerlerde yerlilerin medeniyetini anlamakta başarısızlığa düşerek katledilmelerinin öldürülmelerinin önünü açmışlardır.

Antropoloji 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı’nin Ötekiler’e (özellikle vahşi, tarihi olmayan toplum, ilkel insanlar olarak tanımlanan Ötekiler) karşı yönelttiği tavırdan duyulan pişmanlığı iyileştirme çabasına girmiştir. Batı vahşilere karşı hiç bir zaman yumuşak olmadı: onları keşfetti, Hristiyan yapmaya çalıştı, kullandı, Arapların yardımıyla bir çoğunu kölesi haline getirdi (Müslüman köle tüccarlarının işbirliğiyle Afrika sahillerinde insanları istifleyerek New Orleans’ta Fransız centilmenlerine teslim etti). Kültürel antropoloji, kolonileşmenin kötü taraflarını “öteki” kültürlerinde aslında bir kültür olduğunu, kendi inançları, törenleri, gelenekleri bulunduğunu ve bunların da kendi ortamları içerisinde gayet mantıklı, akla yatkın olduğunu göstererek onarmaya çalıştı. Kültürel antropolojinin görevi Batıda mevcut olmayan mantığı göstermekti ve bu horgörmeden, bastırmadan dikkate alınmalıydı.

Bir kez Ötekiler mantığı açıklandıktan sonra bu demek değil ki antropolojistler kendi hayat tarzlarını paylaşmalılar. Bundan ziyade, bir kaç istisna hariç, işle ilgili uzun seneler süren yükümlülüklerini bitirip huzurlu bir emekliliğe adarlar kendilerini. Antropolojistlerin kitaplarını okuyan bir kişi kültürel antropolojinin göreceli bir kavram olduğunu düşünebilir ve her kültürün diğer bir kültür kadar iyi olduğunu farzedebilir. Sıralamanın bu olduğunu zannetmiyorum. Antropolojistin bize en fazla söylediği, Ötekiler kendi yaşadıkları yerlerde kaldıkları sürece yaşam tarzlarına saygı göstermemiz gerekliliğidir.

Kültürel antropoloji’den çıkarılacak ders, bir kültürün diğerinden daha üstün olduğunu söylemekten daha ziyade, güvenilir parametrelerin kullanılmasının gerekliliğidir. Bir kültürün ne olduğunu söylemek, yargılamalarımızın hangi parametreler üzerine kurulu olduğunu söylemek değildir. Bir kültür tatmin edici derecede objektif bir şekilde tanımlanmış olabilir: insanlar bu şekilde davranır, ruhlara veya onları doğadan koruyan benzersiz tanrılara inanır, modayı burunlarına halka takarak takip eder (bu Batı gençlük kültürünede uyuyor), domuz etini pis kabul eder, sünnet yapar, köpek etini akşam yemeği olarak yer veya Amerikalıların deyimiyle Fransızlar kurbağa yer.

Antropolojist açık olarak bilir ki objektiflik her zaman bazı faktörler tarafından bozulur. Geçen sene Dogon ülkelerine gittiğimde bir çocuğa Müslüman olup olmadığını sordum. Fransızca cevap verdi “Hayır, ben Animiştim”. İnanın bana, bir Animişt eğer Paris’ Ecole des Hautes Etüdes’ten bir diplomasi yoksa kendini kesinlikle Animist olarak tanımlamaz. Sonuç olarak çocuk burada antropolojistlerin kendisine tanımladığı şekilde bana cevap veriyordu. Afrikalı bir antropolojistin bana söylediğine göre ne zaman Avrupalı bir antropolojist gelse açıkgöz Dogonlu kendisine seneler önce Griaule tarafından yazılanları söylüyordu. (Afrikalı arkadaşlarıma göre Griaule’un yazdıkları kendi yerli arkadaşlarından rastgele edindiği ve doğru olmayan bilgileri içeriyordu.)

Yargılama parametrelerimiz ise ayrı bir konu; köklerimize, tercihlerimize , alışkanlıklarımıza, tutkularımıza ve değer yargılarımıza göre değişiyor. Bir örnek verelim. Ortalama insan ömrünü kırktan seksene uzatmanın bir değeri olabilir mi? Bence evet, ancak bir çok inanan bana seksenine kadar yaşayan bir alkoliktense yirmibeşinde ölen bir azizin yaşamının daha değerli olduğunu söyleyebilir. Ama kabul edelim, insan hayatını uzatmanın bir değeri vardır: eğer konu buysa, Batı ilaçları ve bilimi kesinlikle diğer tıbbi uygulamalardan üstündür.

Teknolojik ilerlemeyi, ticari genişlemeyi, ulaşım hızını bir değer olarak görüyormuyuz? Çoğunluk bu şekilde düşünür ve bu açıdan teknolojik uygarlığımızı daha yüksek standartlara götürmeye hakkımız vardır. Ancak Batı dünyasının içinde bile insanlar var ki bozulmamış bir çevrede uyum içinde yaşamayı başlıca değerleri olarak kabul edip uçaklardan, arabalardan, buzdolaplarından vazgeçmeyi, ozon tabakasını bozmamak için köyden köye yürümeyi göze alıyorlar.

Gördüğünüz gibi, bir kültürü diğerinden daha iyi olarak belirtmek için sadece tanımlamak yetmiyor (antropolojistlerin yaptığı gibi), kültürü oluşturan ve onlarsız yapamayacağımızı düşündüğümüz bir değerler sisteminide tanımlamak gerekiyor. Ancak bu noktada bizim kültürümüzün, bize, iyi olduğunu söyleyebiliriz.

Bugünlerde değişik kültürlerin savunulması, tartışılabilir parametreler üzerine kurularak gündeme getiriliyor. Daha geçen gün büyük bir gazeteye yazılan bir mektubu okuyordum. Mektup alaycı bir şekilde Nobel ödüllerini nasıl sadece Batılıların kazandığını, Doğulularınsa hiç ödül kazanamadığını söylüyordu. Mektubu yazanın cahil olduğu, edebiyat dalında Nobel ödüllerinin kaç kez siyahlara ve büyük İslam yazarlarına verildiği, 1979 Nobel fizik ödülünün Abduş Salam adında bir Pakistanlı’ya verildiği gerçekleri bir yana, mektup bugünkü Batı bilim ve teknolojisinin ulaşılabilecek en yüksek noktada olduğundan kimsenin şüphesinin olmadığını söylüyordu.

Neyin ulaşılabilecek en yüksek noktası? Bilim ve teknoloji. Pakistan’in atom bombası var, İtalya’nın yok. Peki biz bu yüzden daha aşağı bir uygarlık mıyız? İslamabad’da yaşamak Arcore’da yaşamaktan daha mı iyi?

Dialogue savunucuları Avicenna (Afganistan’a yakın bir bölge olan Buhara’lı) ve Averroes’in isimlerini sık sık anarak bizim İslam dünyasına karşı saygı göstermemizi istiyorlar. Maalesef sadece bu iki isim anılıyor ve bunlar dışında hiç bir zaman Al Kindi’nin, Avenpace’in, Avicebron’un, İbn-i Tufayl’in veya 14.yüzyıl büyük tarihçisi İbn-i Haldun (sosyal bilimlerin kurucusu)‘un isimleri duyulmuyor.

Daha Hristiyan dünyası çok çok geriyken İspanya Araplarının coğrafya, astronomi, matematik veya ilaç konularında ne büyük çalışmalarının olduğunu hatırlatıyorlar bize. Hepsi tamamen doğru. Ancak bunlar doğru bile olsa şu şekilde çıkarımlara gitmememiz gerekir: Tuscan’da bulunan Vinci bölgesi New York’tan daha üstündür çünkü Leonardo Vinci orada doğmuştur ve aynı sıralarda Manhattan’da dört yerli, 150 yıl sonra Hollandalıların ortaya çıkarak tüm adayı 24 boncuğa kendilerinden satın almalarını beklemektedir.

Hayır efendim, bugün dünyanın merkezi New York, Vinci değil. Gücenmek yok. Şartlar değişir. Bizim ülkemizde gettolar yakılırken bir zamanlar İspanya Araplarının Hristiyan ve Yahudilere karşı ne kadar toleranslı olduğunu veya Selahattin’in kutsal toprakları alırken Hristiyanlara Saracenler’den daha merhametli davrandığını hatırlamakta bir fayda yok.

Doğru ki, bugünkü İslamcı tutucular ve teokratik rejimler Hristiyanlara karşı toleranslı değiller ve Bin Laden de New York’a karşı merhametli değil. Bactria bir zamanlar büyük medeniyetlerin kesişim noktaşıymış, ancak bugün Talibanlar Buddha heykellerini yok ediyorlar. Tam tersi Fransızlar St. Bartholomew Katliam Günü’yle gurur duyabilirler ancak bu kimseye onları bugün barbar olarak tanımlama olanağını vermez.

Tarihi bir tarafa bırakalım, çünkü bu iki üçlü bir silah. Türkler insanları kazığa oturttular (ve bu iyi değil), ama ortodoks Bizanslar, tehlikeli akrabalarının gözlerini oydurdular. Katolikler, Giordano Bruno’yu yaktılar. Saracen korsanları her türlü fesatı yaydılar; Majeste’nin korsanları ise Karayipli İspanyol kolonileri yakma iznine sahiplerdi; Bin Laden ve Saddam Hüseyin Batı medeniyetinin şiddetli düşmanlarıdir, ancak Batı medeniyetinin içinde bile Hitler ve Stalin gibi beyefendiler bulunmaktadır. (Stalin o kadar şeytanıydı ki, Marx okumasına ve seminerlere gitmesine rağmen her zaman oriyentel olarak gösterildi)

Hayır, parametrelerin kendisinin tarihsel olarak bir anlamı yoktur, ancak yaşadığımız zamanda bir şey ifade ederler.

Batı kültürüyle ilgili ilginç değerlerden bir tanesi de (ki bu değerler tarışmaya açık değil); aynı insanın, birbirleriyle çelişkili olsalar bile, farklı parametrelere inandırılması. Örnek vermek gerekirse, insan ömrünü uzatan bir buluşa ilgi gösterebiliriz; ancak bu buluş aynı zamanda hava kirliliğine yol açıyor olabilir. Hatta biliyoruz ki insan ömrünü uzatmak için yapılması gereken bilimsel çalışmaları gerçekleştirmek üzere, kirliliğe yol açan labaratuarlara ihtiyacımız var.

Batı kültürü, bazı değerleri karşıtlarıyla beraber sunuyor: Haksızlık ve karışıklık riskini göze almadan pozitif küreselleşmeyi nasıl muhafaza edeceğiz? Dünyasal bir ekonomiyi kabul etmeden AIDS’ten ölen Afrikalı hastaları nasıl iyileştireceğiz ya da onları açlıktan nasıl kurtaracağız?

Parametrelerin eleştirilmesi, bu konunun ne derece hassas olduğunu hatırlatıyor bize. Acaba bankalarla ilgili gerçeklerin saklanması adil ve medeni midir, yoksa bu gizlilik teröristlerin paralarını Londra’da tutmalarına olanak mı sağlar? Bankalarla ilgili gizliliğin korunması pozitif veya o kadar da pozitif olmayan bir değer midir?

Parametrelerimizi sürekli olarak tartışma dışı tutuyoruz. Batı dünyası bunu, vatandaşlarının teknolojik gelişmenin pozitif taraflarını reddedip Budizme dönmeleri ve el arabalarında tekerleğin bile kullanılmadığı topluluklarda yaşamayı seçmeleri pahasına yapıyor. Ateşli onaylamalarımızın üzerine kurulduğu parametrelerimizin analiz ve tartışmasının okullarda yapılması gerekiyor.

Kültürel antropolojinin henüz çözemediği problem, ilkelerine saygı göstermeyi öğrendiğimiz herhangi bir grubun üyesinin aramızda yaşamaya başladığında ne yapılması gerekliliğidir. Gerçekte Batı’daki ırkçı yaklaşımların çoğu Mali’de yaşayan Animist’lere karşı değildir, problem gelip bizimle yaşamaya başlayan Animistlerdir.

Animistler veya Mekke’ye doğru dua etmek isteyenler, ama bunlar ya çarşaf giymek isterlerse, ya kızların cinsel organlarını ilişkiye girmemeleri için dikerlerse, ya hasta çocukları için kan naklını reddederlerse ya da insan yiyen son Yeni Gineli yerliler, pazar kahvaltıları için bizim kıyılarımıza doğru yolculuğa çıkarlarsa ne olur?

Hepimizin katılacağı gibi insan yiyenleri ayrı bir yere kapatırdık, çünkü sayı olarak onlardan milyonlarca yok; okula çarşafla gitmek isteyen bayanlarla ilgili yanlış bir şeyde görmüyorum eğer istedikleri buysa, kızların cinsel organlarının dikilmesi ile ilgili konu tartışmaya açık (birisı, sağlık ünitelerinin prosedür konusunda güvenilir olması gerektiğini önerecek kadar toleranslıydı), ancak eğer Müslüman bir bayan pasaport fotoğrafını peçeli çektirmek isterse ne yapmalıyız?

Herkese aynı şekilde uygulanan, vatandaşlığın kriterlerini belirten kanunlarımız var. İstisnalar yapılması gerekliliğine inanmıyorum. Bir camiiyi ziyaret ettiğimde kanunlar gereği ve o ülkenin geleneklerine uygun olarak ayakkabılarımı çıkartırım. Peçeyle ilgili ne yapacağız? Müzakerelere bir parça yer ayırabiliriz diye düşünüyorum. Aslında pasaport fotoğrafları tamamen güvenilir değil ve manyetik kartlar parmak izine cevap verecek şekilde tasarlanabilir. Peçeli bayanlar okullarımıza devam ettiklerinde sahip olduklarını düşünmedikleri hakları öğrenebilirler. Kuran sınıflarına devam edip İslami seçen Batılılar gibi.

Parametrelerimizi hayata geçirmek aynı zamanda her şeyi tolere etmeye karar verdiğimiz anlamına gelir, ancak belirli şeyler tolere edilemez olarak kalir.

Batı, Ötekilerin gelenek ve adetlerini öğrenmek için para ve zaman harcıyor. Ancak beyazlar tarafından yönetilen denizaşırı okullar veya zengin Ötekilerin öğrenim görmesine izin verilen Oxford veya Paris gibi okullar hariç kimseye gerçek anlamda Batılılar’ın gelenek ve adetlerini öğrenmek üzere izin verilmiyor. Peki zengin Ötekilere sonra ne oluyor? Aynı öğrenimi göremeyen vatandaşlarına bağlılıklarından dolayı ülkelerine geri dönüp aşırı tutucu organizasyonları destekliyorlar. (aslında hikaye oldukça eski, Hindistan’in bağımsızlığı İngilizlerle birlikte öğrenim gören kişiler tarafından idare edilmiştir)

Eski Arap ve Çinli gezginler ziyaret ettikleri ülkelerde çalışmalar yapmışlardır, ancak bunlarla ilgili çok az bilgimiz var. Kaç tane Afrikalı veya Çinli antropolojist Batı’ya gelip gördüklerini anlatmışlardır, sadece kendi vatandaşlarına değil aynı zamanda bize de. Bizi nasıl görüyorlar?

Trançültüre adlı bir organizasyonun alternatif antropoloji olarak isimlendirdiği bir uygulaması var senelerdir. Batıya yabancı olan Afrikalı bilimadamlarını getirip Fransız eyaletini veya Bologneşe topluluğunu kendilerine tanıtıyorlar. Sizi temin ederim biz Avrupalılar ne zaman kendimizle ilgili kafa karıştırıcı şu iki gözlemi okusak -ilki Avrupalılar’ın köpeklerini yürütmeye çıkardığı, ikincisi ise kumsalda çıplak yattığımız-, her iki taraftada karşılıklı bakışmalar başlıyor ve ilginç bir tartışma onu takip ediyor.

İslami aşırı tutucuları,n Hristiyan fanatikliğini araştırmak üzere davet edildiğini düşünün. (Darwin’le ilgili her türlü referansı okul kitaplarından çıkaran Amerikan Protestanları da, Ayetullahtan daha fanatikler aslında) Bence öteki fanatiklerin antropolojik olarak araştırılması kendi doğamızı anlamak üzere hizmet edebilir.

Bırakalım bizim kutsal savaş anlayışımızı araştırsınlar. (İncelenmek üzere kendilerine bir çok ilginç yazı ve olay önerebilirim) Muhtemelen bu çalışmadan sonra kendilerine ait kutsal savaş versiyonlarını daha ihtimamla dikkate alırlardı.

Batı medeniyetindeki geniş rezonansın değerlerinden bir tanesi farklılıkların kabulüdür. Teoride hepimiz kabul ederiz, halk arasında birisinin gay olduğunu söylemek yanlış değildir ancak eve geldiğimizde saygısızca “ibne” olarak adlandırırız kendisini. Farklılığı kabul etmeyi nasıl öğreteceğiz?

The Academie Üniverselle des Cültüreş’in, farklılığı nasıl kabul edeceklerini sınıflarına öğretmek isteyen eğitmenler için hazırladığı, değişik konuların ( renk, din, adetler, gelenekler vs..) detaylandırıldığı bir internet sitesi var.

Öncelikle öğrencilerine yalan söylememeye karar vermişler, hepimizin aynı olduğunu onaylayarak. Çocuklar bazı sınıf arkadaşlarının kendilerinden farklı olduğunu kolaylıkla görebilirler, farklı deri rengi, badem şeklinde gözü, düz veya kıvırcık saçı, değişik şeyler yemesi, kutsal birliği atlayarak.

Onlara hepimizin Tanrının çocukları olduğunu söylememiz yeterli değil, hayvanlar bile Tanrının çocukları ancak bizim delikanlılar bir kecinin öğretmenlerinin yerini alıp imla öğrettiğini hiç görmediler.

O zaman çocuklarımıza insanların kendi içlerinde farklı olduklarını söylememiz, farklılıkları işaret etmemiz ve bu farklılıkların aslında zenginlik kaynağı olduğunu göstermemiz gerekir. Bir İtalyan kasabasındaki öğretmenin İtalyan öğrencilerine neden diğer çocukların farklı bir Tanrı’ya dua ettiklerini veya çalan bir müziğin neden rock’a benzemediğini anlamalarında yardımcı olması gerekir. Doğal olarak Hristiyan bir topluluğun yanında yaşayan Çinli öğretmende Çinli öğrencilerine aynı eğitimi vermelidir.

Bir sonraki adım onların ve bizim müziklerimiz arasındaki benzerliği göstermek olabilir, hatta onların Tanrılarının bile iyi önerileri olabilir.

Muhtemel itiraz: biz bunu Floransa’da yapabiliriz ancak aynısını Kabul’de yapacaklarmidir? Hiç bir şey Batı medeniyetinin değerlerinden daha uzak olamaz.

Bizler çoğulcu bir toplumuz çünkü evlerimizde cami yapılmasına izin veriyoruz, ve bundan sadece Kabul’de Hristiyan propagandaşı yapanları hapse atıyorlar diye vazgeçemeyiz. Eğer yaparsak kendimiz Taliban oluruz.

Kendi kültürümüzü olgunlaşmış olarak kabul ediyoruz çünkü farklılıkları tolere edebiliyor . Aynı zamanda toleransı olmayan barbarlarda bizim kültürümüzün bir parçası. Aksi taktirde yeryüzünde yamyamların yaşadığı bölgelere gidip , ders vermek için onlardan yemek yapmamız lazımdı.

Ümit diyoruzkı, bizim evlerimizde camiye izin vermemiz gibi, onlarda bir gün kendi topraklarında Hristiyan kiliselerine, Budist tapınaklara izin verirler. Eğer kendi parametrelerimizin adaletine güvenirsek bu gerçekleşir.

Son zamanlarda çok fazla karışıklık var. Garip şeyler oluyor bugünlerde. Öyle gözüküyor ki Batı değerlerinin korunması sağın görevi, solcular her zamanki gibi pro-İslamcı.

Bilimsel değerlerin savunulması, teknolojik gelişme ve modern Batı kültürü her zaman laik ve ilerici kanadın ayırdedici özellikleri olmuştur.Sadece bu değil, ilerlemenin teknolojik ve bilimsel ideolojisi bütün komünist rejimlerde bulunur.

1848 Manifestosu burjuva ilerlemesine tarafsız bir övgüde bulunur: Marx gidişatın doğuya özgü üretime doğru çevirilmesi gerekliliğini söylemez. Söylediği, bu değerler ve başarıların işçi sınıfı kanalıyla gerçekleştirilmesidir.

Aksi görüşle, en azından Fransız devriminin reddedildiği süreçten itibaren bir reaksiyon olarak, laik-ilerici görüşün karşıtları geleneksel değerlerimize dönmemiz gerekliliğini vurgulamıştır. Sadece belirli neo-nazı grupları olaya efsanevi batı düşüncesi ile bakıp bütün Müslümanları kesmeye hazır durumdadırlar.

Geleneksel düşünürler arasında en ciddi olanları dinsel törenleri, ilkel insanların mitlerini veya Budist öğretileri seçmek yerine, alternatif ve hayat dolu bir ruhsal öğreti olarak İslama dönüyorlar. Onlar bizim üstün olmadığımızı, sadece “ilerleme” düşüncesiyle bozulduğumuzu, doğruyu Sufiler ve Mevleviler arasında arama ihtiyaçında olduğumuzu hatırlatmak için buradalar. Bunlar benim değil onların düşünceleri. Yapmanız gereken sadece bir kitapçıya gidip doğru raflara bakmanız.

Olanlar muhtemelen büyük bir şaşkınlık anının işaretiydi ve bizlerde buna şahit olduk .Ancak artık kimse Mr.Berlusconi’nın ne tarafta olduğunu bilemiyor.

Elbette kafamızın karıştığı anlarda kendimizin ve başkalarının batıl inançlarının analizini ve eleştirisini nasıl yapacağımızı bilmemiz lazım. Ümit ediyorumki bunlar sadece başın odalarında değil sınıflardada tartışılın konular olur.

Not: * Eylül 26 2001’de Mr.Silvio Berlusconi Rusya Başkanı Putin’le görüşmesinden sonra başına bir açıklama yaparak Batı Medeniyetinin İslam Medeniyetine üstün olduğunu açıkladı. Daha sonra Müslüman devletlerden ve EU içerisinden gelen şiddetli eleştriler yüzünden açıklamasını reddetti ve ülkesindeki solcuların hükümetin itibarını sarsmaya çalıştığını söyledi.
** Arcore: Milan’a yakın ufak bir şehir , aynı zamanda İtalya’nin politika merkezi.

Umberto Eco (Tercüme:Berna Köker Çelebi)