İnsanın cümle yaratılmışla dengede yaşaması ne güzel bir olgu… Sevgi ilişkisinde olması gereken yaşam düzeyimiz, günümüzde dünyasında herzamankinden daha önemliyken, bunca sevgisizliğe, bunca yalnızlığa, bunca yabancılaşmaya itilişimiz neden ola ki diye düşünmeden edemiyorum artık…
Hiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca karşısındakini korumak isteğimizden doğan “Kuş Evleri” üzerinde düşünmek, bize “kimi unuttuklarımızı” anımsatabilir mi acaba?.. Okuyacağınız bu yazıyla hissettirmek istedim sadece sizlere bunu…
Hemen hemen hepimiz, her gün önünden geçtiğimiz birçok camilerin, medreselerin, imarathanelerin, eski eserlerin farkına bile varmıyoruz şu yaşadığımız zamanda… O eserlerin yapılış öyküsünü ve tarihlerini bile bilmiyoruz çoğumuz… Oysa o büyük ve heybetli camilerin ve yapıtların içinde bir o kadar da küçük ama küçük olduğu kadar minik dostlarımıza da verilmiş değerlerimiz var..
Eski Osmanlı yapıtlarını gördüğüm ve gezdiğim zamanlar, kıyıbucak bir köşesine sıkıştırılmış minik evler görüyordum ve bunların ne olduğunu hep merak edip duruyordum yıllar boyu… Bir gün elime güzel bir kitap geçti.. Bu bir araştırma kitabıydı… Mimar Cengiz Bektaş imzalı kitaptan öğrendim “Kuşevleri”ni ve bu “Kuşevleri”nin hikayesini… Zaman zaman bu kitaptan da yapacağım alıntılarla sizi “Kuş Evleri” üzerine bir düşünce denizine sürükleyeceğim…
Önce Cengiz Bektaş hakkında kısa bir bilgi vereyim… Bektaş, 1934 Denizli doğumlu bir mimarımız.. Yüksek öğrenimi Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde tamamlamış (şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi), Münih Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi (1959)’ni bitirmiş bir mimar aynı zamanda…
Öğrenimini bitirdikten sonra bir süre Münih’te serbest mimar olarak, Prof. F. Angerer ve A. V. Branca ile birlikte çalışıp, 1962’de yurda dönmüş. ODTÜ Yapı İşleri Mimarlık Bürosu Şefliği yapmış. 1963’de kendi işyerini kurmuş. 1969’a dek Almanya’da ve Türkiye’de girdiği mimarlık yarışmalarında yirmi beş ödül almış.
Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi örnekleri arasında sayılan yapılar gerçekleştirmiş. Birinci Ulusal Mimarlık Sergisi’nde, Türk Dil Kurumu yapısıyla Yapı Dalı (1988), Üçüncü Ulusal Mimarlık Sergisi’nde, Haliç’teki Kadınlar Kitaplığı yapısının onarımı işiyle Yapı Dalı Koruma Sanatı (1992) ödüllerini almış. 1964’te Mimarlık konularında denemeler yazmaya ve yayınlamaya başlamış. Bu denemelerini içeren, 1967’de basılan, alanında ilk olan “Mimarlıkta Eleştiri” kitabıyla Türk Dil Kurumu Ödülü almış (1968). 1992’de Denizliler birliği Eğitim Kültür Vakfı “Sanat’a Üstün Hizmet Ödülü”, Ketsav Onur Ödülü, 1997’de Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü, 1998’de Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin “Eğitim Ödülü” ve 2001’de Ağahan Ödülü’nü kazanmış. 2002’de Romanya’dan Balkan Kültür İlişkilerine Katkı Ödülü de verilmiş kendisine…
İşte böyle başarılı bir mimardan “Kuşevleri”nin hikayesini dinlemek hoşuma gitti doğrusu… Ben de elimde kaynak olarak tuttuğum bu kitapla birlikte dolaşmaya başladım İstanbul’un eski Osmanlı yapıtlarını tek tek… Bu kitapla birlikte anlamaya çalıştım o devrin insanlarını ve yapıtlarını…
Kitapta bunların yerleri ve yapılış öyküleri de yazıyordu… Hatta bir zamanlar eski yazarlar bu konuya öyle çok ilgi göstermişler ki, bu konuda çeşitli dergilerde ve kitaplarda yazılar bile yazmışlar… Bunları da okudukça onlarla birlikte hep o yıllara dönüş yapıyordum… Yaşıyordum onlarla birlikte onların da hissettiği şeyleri… Şimdi ben de hissettiklerimi yazıya dökerek paylaşıyorum sizlerle.
Örneğin bir devrin kuvvetli kalemi Ahmet Haşim, Kuşevleri’yle ilgili şu satırları yazmış Gurabâhâne-i Laklakan’daki köşe yazısında:
“Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malûl hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakası ile yaşarlar. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, onları bu zavallı kuşlara dağıtırdı.”
Ardından Lemi Ş. Merey’in yazdığını okuyorum (1):
“Beyazıt Camisi (yapılışı 1501-1505) için Sultan II. Beyazıt (1481-1512) tarafından tesis olunan Beyazıt vakfiyesinde ‘caminin ayrılmaz sakinleri kuşlar’ için her yıl harcanmak üzere 30 altın lira yem parası tahsis olunmuştur. Kuşlar için pirinç, darı, köpekler için ekmek tahsis olunuyordu. Ayrıca bir kişi de yem vermek, hastalıklarını tedavi etmek, kırık çıkıklarını bağlamak üzere görevlendiriliyordu. Beyazıt imaretinde yatıp kalkan Ali Hoca ismindeki zat 1947’lerde orasını tam bir hayvan hastanesi şekline getirmiş, kırık kanatlı kuşları, yaralı kedi, köpekleri tedavi ediyordu. Bu zat yem tahsisatı olan 30 altın liranın 1920 senelerine kadar tarafından sarf edilerek hayvanların beslenmesine yardım olunduğunu söyledi. Pratikten yetişme çok iyi bir veteriner olduğunu da rahmetli üstad Tahir-ül-Mevlevi’den işittim.”
Bu konuda Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir tanıklığı var kitapta(2):
“Ben, Bursa’daki Leylek Hastanesi’ni ziyarete gittim. Ne yazık ki geç kalmışım. O hastane yıkılmış, fakat ortada Tahtakale’deki eski hayır müessesesinin bulunduğu yerde yalnız birkaç leylek, birkaç akbaba kalmıştı. Köpekler, kediler ve ismini saydığım büyük kuşlar ortada avare ve emin dolaşıyorlardı.”
Hele Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Hamdullah Suphi Tanrıöver’in tanıklığına yazdığı şu makaleye ne demeli?
“…Bunları okurken Dolmabahçe’deki kuş hastanesini (ve ameliyathanesini) ve Üsküdar’daki kediler hastanesini düşünüyorum…
Çocukluğumun Eyüp’ündeki, herkesçe bakılan sakat leylek geliyor gözümün önüne… Sivas çarşısında iki dükkânın gelirini, göç edemeyen kuşların, karda kışta aç kalmamaları, onlara yem alınması için vakfeden insanı düşünüyorum”(3).
Şimdilerde Beyazıt camii önünde olsun, gerek Eminönü’ndeki Yenicamii önünde olsun, gerek Fatih camii önünde ve gerekse de Eyüp camii önünde olsun, hala güvercinler bulunmakta… Genelde güvercinler şehrin her yerinde bulunmaktalar artık… Ve insanlar gelip geçerlerken onların ya farkına varıp kuşlara buğday atarak kendilerini vicdanen rahatlatıyorlar… Gönüllerinde bir hayr yapmanın güzelliğini hissederek… Ya da bu koca şehrin gürültüsüne ve yaşamsal yorgunluğundaki koşuşturmacalara kendilerini kaptırıp, bu kuşları görmezden de gelip yaşamsal yolculuklarına devam etmekteler hızlı adımlarla…
Ben de tıpkı mimar Cengiz Bektaş gibi hayallere dalıyorum… Masallardaki “insanken, suyu döktükleri için kuş olan kumruları” düşünüyorum, ben de… Evet bu kumru’lardan da çok az kaldı bu şehirde… Sabahları evimin penceresine gelip bana “gugucuk” “gugucuk” deyip su veya yiyecek isteyişleri geliyor aklıma… Bu kuşlar doğru dürüst yuva yapmayı bile beceremezler… Yumurtladıkları zaman yumurtayı öylece ortalıklarda ya da saksıların içlerine bırakıp giderler…
Eski İstanbul’un sur içinde bir çatı katı dairesinde oturuyorum ben… Evimin ön ve arka tarafında teras adı verilen büyük balkonlarım var… Bu balkonlarımı varlıklarıyla süsleyen serçe kuşlarım, güvercinlerim, şimdiler de şehire inip şehir eşkiyalığı yapan kargalarım ve denizin kirliliğinden olsa gerek, yaşamak için yiyecek arayan kocaman martılarım da var artık benim…
Hepsinin terasıma ugrama saatleri çok farklıdır… Kimi küçük kuşlar, arka terasımda bulunan kovadan su içmeye gelirler.. Onlar gider, ardından güvercin ve kumrularım gelir, onlar gittikten sonra kargalar buldukları ceviz veya sert kabuklu yiyeceklerini parçalamak için terasıma gelirler… Ön taraftaki terasıma da martı kuşları gelir, bir önceki gece balkona bıraktığım çöp torbalarını gagalayarak karıştırıp kendilerine yiyecek bir şeyler bakmak için… Kimi zaman kargalar ve martılar arasındaki çöp torbaları içinde kalan yemek artıkları için kavgalarına tanık olurum… Kimi zaman da evde beslediğim kedim Şanslı bir hışımla terasa fırlar bu kavga seslerini duyarak… “Burası benim alanım ya… Ne işiniz var sizin burada” dercesine miyavlar da, dört bir tarafa koşuşturup onları yakalamaya çalışır zavallım…
Hele kış ayı gelip de tabiat ana beyaz kürkünü büründüğü zaman bedenine, o minik serçe dostlarım benden yiyecek istemeye gelirler cam kenarına konarak… Çok kez tanık olmuşumdur, bazı güvercin dostlarım gagalarıyla yattığım odanın camına vurup, “Hadi kalk, bize yiyecek bir şeyler ver” derler.. Sıcak yatağımdan uyku mahmurluğumla kalkıp, onlarla akşamdan kalan ve sabah kahvaltısı için ayırdığım ekmek dilimlerimi paylaşırım… Ya da Mısırçarşısı’ndan onlar için özellikle aldığım buğday tanelerini serpiştiririm balkon kapımın önüne… Ve onlar da teker teker tünedikleri yerlerden inip yemeye başlarlar buğday taneciklerini… Minik bedenleri doyururlar… İşte böyle bir uyum içinde yaşarım onlarla birlikte, çatı katımın sessiz sıcaklığında, kış günleri…
Eskiden evimde saka kuşu da beslerdim büyük bir sevgiyle… Evimize kedi aldığımdan beri beslemiyorum artık tabii ki… Ancak saka kuşlarını evde besleyenler çok iyi bilirler ki güzel ötüşlerine hayran kalırsınız kızıştıklarında… Çoğu insan onları güzel ötüşleri için beslerler sadece… Bazıları da onları gerçekten çok sevdikleri için beslerler, tıpkı benim sevdiğim gibi… Senede iki kez gelip geçerler bu şehrin üzerinden.. Nisan ayında Avrupa’ya göç ederler, Avrupa’ya karakış tam bastırmadan Kasım ayında da yaşayacakları sıcak ülkelere göç ederler yeniden… Bu göç sırasında yakalanan tüm sakalar ya Mısırçarşısı etrafında satılır… Ya da Topkapı surlarının kuşpazarında… Bu göç zamanlarında ben de oralara gidip “azat, mezat, cennet kapısında beni gözet” deyip salarım o saka kuşlarını… Şimdi hatırlıyorum da, nasıl da uçarlar özgürlüklerine… Nasıl da uçarlarken çığlık çığlığa kahkahalar atarak bağırışıp dururlar ve çırpınırlar “ben artık özgürüm” diye… Sevdiklerinin yanına bir an önce varabilmek için, onları tekrar yakalayıp yollarına devam edebilmek için esen sert rüzgarlara da vererek sırtlarını, kaybolup giderler gökyüzünden…
Geçenlerde İstanbul Laleli semtindeki Laleli camiinin önüne kadar gelip caminin alt kapısının yanındaki Üçüncü Sultan Mustafa’nın türbesindeki kuş evlerini izledim durdum hayranlıkla… Oysa yıllarca önünden geçerek çalıştığım gazetenin bulunduğu semte olan Cağaloğlu’na gidip gelirken hiç farketmemiştim bu Kuşevleri’ni… Şimdi bir şeyler öğrenmenin gururuyla bakıyorum da o kuşevlerine, ne güzel de oymuş o zamanki ustalar bunları…
Onu yontan ustayı düşünüyorum da; çekiciyle çelik kaleminin tepesine vuruşunu görüyor, çıkan sesleri duyuyorum neredeyse… Arada bir duruyor, eliyle taş artıklarını temizliyor, üfürüp tozları uçuruyor… Yaptığına bakıyor keyifle…
Bittiğinde nasıl okşamıştır o kuş evini kimbilir?.. Türbeyi yaptıran mı istemiştir onların yapılmasını acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum…
Yoksa mimar düşünmüştür de, yaptıranın onayını almıştır da, öyle mi istemiştir ustadan bunu yapmasını?.. Ya da usta kendisi:
“Mimarağa! Kuşları unutmayalım, şuraya bir çift kuş yuvası yerleştirelim” mi demiştir acaba o zaman…
Bunların hepsi ya da birinden biri… Ne olur ki? Şöyle ya da böyle, bu ülkede yaşayan insanoğulları bir zamanlar kuşları da düşünmüş, şu an benim düşündüğüm gibi işte…
Bu konuda bir zamanlar yazan yazarlara göre dinle ilişkisi varmış bu kuş sevgisinin. Örneğin Malik Aksel şöyle yazmış bir yazısında(4):
“Güvercinlerin, kumruların cami ve şadırvanlar etrafında, sundurmalarda hu hu diye dem çekip baş eğmeleri halk arasında Tanrı’nın adını zikretmeleri, anmaları manasına geldiğinden, kutsallıklarına inanılır, bunların avlanmaları günah sayılırdı…”
Lemi Ş. Merey de(5);
“… Kur’an’da güvercin ve serçenin İslamiyet’in yayılışı sırasında Hz. Muhammed’e bazı olaylarda yardımcı olduklarının yazılmış olması, bu kuşların Türklerce de kutsal ve dokunulmaz yaratıklar olarak kabul edilmesini gerektirmiştir” diyor ve İslam inanışında güvercin ve serçe konusunu şöyle açıklıyor yazısının devamında:
“Güvercin,
Büyük tufan sırasında, tufanın bittiğini kanıtlayacak zeytin dalını Nuh Peygamber’e getirerek, başkaldıran hayvanlar arasında barışı sağladığından,
Düşmanı şahinden can korkusuyla kaçarken, oturan Hz. Muhammed’in kucağına sığınarak oraya yumurtlamasından,
Uhud muharebeleri sırasında Hz. Muhammed’in sığındığı mağaranın girişine iki yabani güvercinin alelacele yuvalanarak oturmaları üzerine takip eden düşmanlar orayı aramaktan vazgeçmişlerdir; böylece düşmanları yanılttığından;
Serçe (ebabil kuşu),
Hz. Muhammed’in doğumu sırasında Kâbe’ye saldıran Habeşilere, uçarken gagalarında taşıdıkları taş parçalarını atarak onları yenilgiye uğratarak kaçırttıkları için, kutsal ve dokunulmaz yaratık saymışlardır.”
Yalnız dinsel nedenler açıklamaya yeter mi kuş sevgimizi?
Bence yetmiyor… Türkler, Müslüman olmadan önce de kuşlara saygı duyuyorlarmış… Onlarla ilgili inançları varmış…
İslam dininde kutsallık konusuna gelince… Buna göre, örneğin Mısır’da güvercinlerin yenmemesi lazım değil mi? Bilakis Mısır’ın Dandara bölgesinde yenmek için güvercin besleniyor. Bu amaçla yapılan güvercinlikler özel bir yapı türünü bile oluşturmuşlar…
Ancak Anadolu’da güvercinler yenmez.
Pakistan’da da yeniyormuş güvercin…
Ancak Anadolu’da yenmiyor güvercin!
Demek ki en azından yalnızca dinsel nedenler açıklamaya yetmiyor, güvercin ve öteki kuşların da sevilip korunmalarına…
Büyüklerimiz bizim kuşağımıza iyiyle kötüyü “günah-sevab” diye anlatmayı yeğlediler uzun zaman. “Aman onu yapma günah!” “Şöyle yaparsan pek sevaptır!” gibilerinden, bilirsiniz hani… Günah sevap sözcükleri onlara göre, hem dinle bağlanıyor, böylelikle insanlar üzerinde daha güçlü bir baskı oluşturuyorlardı.
“Güvercin öldürmek günah”tı işte… Elimizde sapanlarımız yoktu çoğu zaman büyüklerimizden aldığımız bu terbiyeyle yetiştiğimiz için… Veya vardı da korkardık taş atmaya güvercinlere ve kuşlara.. Ama bazı çocuklar atarlardı da, büyükler onları gördükçe peşlerine düşerdi… Bağırıp, çağırıp azarlarlardı onları…
O günlere dair, hatırladığım ve tanık olduğum bir olayı paylaşayım sizlerle… Daha ilkokulun birinci sınıfına gidiyordum… Bir gün evimizin arka sokağında oturan bir çocuk elindeki sapanınla bir serçe kuşu vurmuştu… Kuş yerde can çekişirken, gidip onun hemen kafasını bedeninden ayırarak yaşamına son vermişti… Bunu gören mahallemizin bakkalı da onu azarlamak için peşine düşmüştü… Aksaray’daki Vatan Caddesi’ne kadar çocuğu kovalamıştı… Çocuk hem kuşu vurararak öldürmenin suçluluğuyla hem de peşindeki bakkalın onu yakalayıp dövmesinden korktuğu için olacak caddenin karşısına geçmeye çalıştı sağına soluna hiç bakmadan… Ve o anda bir araba geldi o çocuğa çarptı… O çocuğun bir havada uçtuğunu gördüm, bir de yere düşerken başının bedeninden ayrılarak koptuğunu gördüm… Gördüklerim karşısında şoke olmuştum… Günlerce bu yaşadığım olayın şokundan da kurtaramamıştım üstelik kendimi…
Dediğim gibi bu “günah”ın ille de dinle ilişkisi yoktu. Çoğu günah ya da sevap, büyüklerin kendi yaşam görüşlerine, doğayı algılama biçimlerine, insanlık tanımına bağlanıyordu elbette…
Kimi yazarlara göre de(6) az önce bir cümlecikle değindiğim gibi;
“Türklerin İslam öncesi çağlardan beri diğer hayvanlar arasında bilhassa kuşlara karşı özel bir ilgi gösterdikleri bilinmektedir. Totemizm, şamanizm, manihaizm, budizm gibi eski dinlerden sonra, İslamiyet’in Türklerce kabul edilmesiyle bu eski düşünce ve inançlar tamamen terk edilerek unutulmamıştır. Bunların bir kısmı İslamiyet ile telif edilerek şekil değiştirmiş, bir kısmı da olduğu gibi eski, batıl inançlar halinde günümüze kadar yaşayagelmiştir. Ecdadımızın inancına göre kuşlar, uçabilen hayvanlar olduğu için mukaddes addedilmişlerdir. Kuşlar uçabildikleri yani kanatlı oldukları için özel bir kudrete, kuvvete sahiptiler. Yaşanılan âlemden uçarak yükselebilmek, gök Tanrı’ya ulaşabilmek, yer ile gök arasında serbestçe dolaşabilmek ilahi bir vasıftı. Bu yüzden de kuşlara korku ile karışık bir saygı ve sevgi duyulurdu.”
İnsanların kuşlara ilgisi konusunda, Anadolu’da çok daha eski kanıtlar bulabilirsiniz bu arada… Örneğin Alacahöyük’teki çift kartal, kapıyı bekleyen bir gücün simgesidir…
“Hitit”lerde kuş kehaneti, Romalıların resmi bir kuruluş haline getirdikleri “Auqurium” mesleği, Mısır ve Aztek inanışlarında kuş-tanrı figürleri, Keltler’in kargaya tapması, Grekler’in Zeus’u, İskandinavya’da Votan’ı temsil eden, Şamanizm’de mukaddes bilinen, Ksenophon’a göre İran ordusunun altın ve nihayet Selçuklu’nun ünlü çift başlı kartalı(7), Hıristiyanlıkta güvercinin kutsal olması, giderek kimi çağdaş ülkelerin bayraklarındaki, paralarındaki kartal simgeleri, insanların uçan yaratıklarla ilişkilerinin değişik yorumlarını göstermezler mi?
Geriye dönecek olursak; Osmanlılar zamanında kuşlara pirinç, hayvanlara gıda ve su verilmesi için bir zamanlar vakıflar kurulduğundan haberiniz var mıydı? Benim de yoktu, Mimar Cengiz Bektaş’ın bu “Kuşevleri” inceleme ve araştırma kitabından sonra haberim olunca, şaşırıp kaldım…
Vakıf konuları Osmanlılar zamanında insanın çevresiyle olan ilişkisini gösteriyordu şüphesiz… Çünki Osmanlılarda güçlü bir vakıf geleneği vardı. Bu vakıfların, konularına şöyle bir göz atsanız insanımızın çevresiyle ilişkisi üzerine kaba da olsa bilgi edinirsiniz. Bakın “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüd”(8) adlı incelemesinde Halim Baki Kunter ne demiş:
“…Vakıfların hizmet mevzuları, zamana, muhite ve vakfı kuran adamın şahsi kabiliyetine ve düşünüş tarzına göre pek çok değişiklikler gösterir. Bunlara insanların karşılaştıkları birçok hadiselerin tesirlerini de ilave etmelidir. Bu itibarla Vakfiyeler tarih ve sosyoloji bakımından büyük bir değer taşır. Bunlar ulusun değişik zamanlardaki iyilik ve yardım düşünüşünü, umumi menfaatlere ve işlere olan alakasını gösterir.”
O zamanki Vakıfların konularına da bir göz atalım isterseniz:
Su yolları, kemerleri, çeşme ve sebiller, yol, kaldırım, köprü, aşevi, konukevi, dulevi, okul, medrese, kitaplık, hastane yapma gibi konularda sayısız vakıflar kurulmuş bir zamanlar… Şimdi bile hala varlar…
Biliyorsunuz vakıflar tek kezlik iyilik-güzellik için kurulmazlar… Sonsuza dek sürmeleri için kurulurlar… Peki nerde şimdi bu vakıflar diye soruyorum kendime?
Evet insanoğlu, her şeye ben özekli bakarsa, kendini yeryüzünün özeği sanırsa, bütün öteki varlıkları kendisi için yaratılmışlar olarak görürse, çevresiyle ilişkisi buna göre oluyor. Kendini tüm varlıklardan biri, hem de onlarla dengede olması gereken, onlarla birlikte var olan biri olarak gören insanın doğayla, çevresiyle ilişkileri de ona göre oluyor elbette… Bizim iklimimizin insanının doğayla, öteki yaratıklarla ilişkisinde gerçekten ilginç yönler var.
Yabancıların bizim “Kuşevleri” ve “Hayvan barınakları” için düşüncelerini okuyunca da gururlandım birden… Örneğin;
Von Moltke “Türkiye Mektupları”nın(9) bir yerinde şunları yazmış:
“Türkler hayırseverliklerini hayvanlara karşı bile gösterirler. Üsküdar’da bir kedi hastanesi bulursun, Beyazıt Camisi’nin avlusunda da güvercinler için bir bakım yeri vardır.”
Yazısının bir başka yerinde de:
“Yoksul Müslümanlar bile ölenlerin mezarını, canlılar için hayra vasıta etmeye çalışırlar; birçok mezar taşlarının altı bir yalak şeklinde oyulmuştur, buraya yağmur suları toplanır ve sıcak yaz günlerinde köpekler ve kuşların susuzluklarını giderebilecekleri, küçük mikyasta bir fukara mutfağı vazifesini görür, Müslümanlar hayvanlarının şükranının da insanlara hayır getirebileceğine inanırlar.”
Miss Julia Pardoe, “Yabancı Gözüyle 125 Yıl Önce İstanbul” adlı kitabında(10) sokak köpeklerine değinerek;
“Yolumuza devam etmemize engel olan bütün zorluklar arasıdna, bir taraftan da sokaklardaki, ara ara yapılmış küçük hasır kulübeler gözümden kaçmadı. Bunlar, şehrin bütün caddelerini dolduran sayısız sokak köpeklerinin barınmaları için kurulmuşlardı… Şehir halkı bu serseri köpekleri bu kulübelerde barındırdıktan sonra her gün yiyecek verirler.” demiş.
Bugün de, çoğalmalarından ötürü, belediye görevlilerinin zehirleyerek ya da avlayarak sokak köpeklerini yok etmek istediklerinde, halkın, çoluk çocuk, nasıl karşı koyduklarını bir düşünmenizi isterim… Eskiden hiç böyle değilmiş işte…
Lady Montagu de “Türkiye yazıları”nda (11) anlatıyor güvercinlerle, leylekleri:
“Burada masumiyetlerinden dolayı güvercinlere dindarca bir hürmet besliyorlar. Bu yüzden adetleri gün geçtikçe artıyor. Leyleklere de aynı saygı gösteriliyor. Çünkü bunların her kış Mekke’yi ziyarete gittiklerine inanıyorlar. Velhasıl bunlar Türk İmparatorluğu’nun en bahtiyer teb’ası. Zaten onlar da imtiyazlarını fark ettikleri için sokakta rahatça dolaşıyor, evlerin üst katlarına yuva yapıyorlar. Evlerine yuva yapılan halk kendilerini şanslı sayıyorlar. Bütün sene ne yangına ne de vebaya uğramayacaklarına inanıyorlar. Odanın penceresinde bu uğurlu yuvalardan bir tane bulunduğu için ben de bahtiyarım.”
Edmondo de Amics(12) özel bir başlık ayırmış İstanbul’un kuşlarına:
“Türklerin çok sevip korudukları her cinsten sayısız kuş yüzünden İstanbul’un kendine mahsus bir neşesi ve zarafeti vardır. Camiler, korular, eski surlar, bahçeler, saraylar, her şey şarkı söyler, dem çeker, cıvıldar, öter, şakır; her tarafta kanatların teması hissedilir, her tarafta hayat ve ahenk vardır.
Serçeler evlere cesaretle girip çocuklarla kadınların ellerinden yem yer; kırlangıçlar yuvalarını kahve kapılarının üstüne, çarşı kubbelerinin altına yapar, sultanların veya şahısların hayratlarıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü kubbelerin saçakları boyunca ve şerefelerin etrafında beyazlı siyahlı halkalar meydana getirir; martılar sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık servilerinin arasında sevişir; Yedikule’de kargalar öter, akbabalar daire çizerek uçar; deniz kırlangıçları uzun diziler halinde Karadeniz’le Marmara arasında gidip gelir ve leylekler ıssız türbelerin üzerinde lak lak eder. Türkler için bu kuşların her birinin güzel bir manası veya hayırlı bir tesisi vardır. Kumrular sevdaları korur, kırlangıçlar yuva yaptıkları evleri yangından muhafaza eder, leylekler her kış Mekke’ye, hacca gider, deniz kırlangıçları müminlerin ruhlarını cennete götürür. Böylece minnet hissiyle ve dindarlıkla Türkler kuşları himaye edip beslerler, kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eedr. İstanbul’da, her yerde insanın başının üzerinde, dört bir tarafta kuşlar vardır, şehre köy neşesi dağıtan ve ruhunuzdaki tabiat duygusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler size şöyle bir dokunup geçer” diyor.
Gerard de Nerval’in(13) Kuşevleriyle ilgili gözlemi ise:
“Tekkenin bahçesine girdiğimizde iş gören dervişlerin akşam yemeğini verdikleri bu hayvanlardan pek çoğunu gördük. Bunun için çok eski ve çok sayılan vakıflar var. Akasya ve çınar ağaçları dikilmiş olan bahçenin duvarında, konsollar gibi belli bir yüksekliğe asılmış, boyalı, oymalı küçük tahta evcikler vardı. Bunlar, kuşlar için yapılmış evciklerdi ve serbestçe uçuşan kuşlar gelip bu barınaklara sahip çıkıyorlardı” böyle olmuş.
“İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri” adlı kitabın yazarı Malik Aksel’in (14) şu anlattıklarına kulak vermemek elde değil…
“Eski Türk evleri yalnız insanların barındırdıkları yerler değil, büyük küçük her çeşit hayvanların da barındıkları yerlerdi. Eski İstanbul panoramasının rengi yeşile çalardı. Hemen hemen her evin bahçesinde meyve ağaıçları bulunurdu. Bugün artık bu yeşil renk ortadan kalkmıştır. Yapılar eninden çok boyuna yükselmede, eski bahçelerin yerini apartmanlar almadadır. Köşede bucakta görülen incir ağaçları, çardaklı asmalmar, erikler, kayısılar, çitlenbik ağaçları da birer birer sökülmektedirler. Ağaçlar böyle olduğu gibi hayvanlar da yeni apartmanlarda barınamaz olmuşlardır. Eskiden hayvanlarla insanlar akrabalar gibi bir arada yaşarlardı. Kediler davetsiz misafirlerdi. Köpekler hakkında hadis olduğu için eve sokulmazdı. Fakat sokakta bunlara ekmek doğranır, hatta adaklar dahi adanırdı. Yarasa, sansar, gelincik ise evin en kuytu köşelerini doldururlardı. Temel yılanına dokunulmaz, görüldüğü zaman “Şahmelek veya Şahmaran başı için bana dokunma” denir. İyi kötü her türlü hayvanlara dostluk ve misafirperverlik gösterilir, ayrı ayrı konuklanırdı. Evlerin üst katlarında bir odanın tavanı bitirilmemiş olarak bırakılırdı. Daha doğrusu bitirilen evin, sahibine uğur getirmeyeceği sanılırdı. Ağaçların tepelerinde, bacalarda, leylekler yer tutardı. Çatı aralarında kırlangıçlar, boş tavanlarda örümcekler.. Şayet örümcekler alınacak olursa öğleden evvel alınmalarına dikkat edilir, öğleden sonra başka yerlerde yuva yapabilsinler diye. Hele kuş yuvalarına el değdirilmez, tedirgin edilmezdi. Yuva bozanın günahı büyüktü. Evin alt kısmında kalan hayvanlarla üst kısmında kalanlar ayrı ayrı değer taşırlardı. Uçucu hafif vücutlular, kanatlılar üst katlardadır. Bunlar kutsal yaratıklardır. Leylek uğurludur. Sıcak memleketlerden geldiği için kendisine hacılık kondurulmuştur. Kumru ve güvercinler kafeste beslenmezler, yahut bunları kafeste beslemek günah sayılırdı. Fakat, kanarya, saka, ispinoz, flurya, iskete gibi ötücü kuşlar böyle değildi. Papağan, dudukuşu, muhabbet kuşu ise kibar ev ve konakların kuşları idi.”
Malik Aksel’in anlattıkları yalnız İstanbul için geçerli değil elbette.. Yazılanlarda, gezginlerin görüp anlattıkları İstanbul olduğu için en çok onun adı geçiyor muhakkak. Bugün Anadolu’da da Kuşevlerini görmek mümkün… Örneğin, Milas’ın kimi bacalarında yapılan sıcacık kuş yuvalarını, kimi yörelerdeki evin sokak kapısı üzerinde açılmış kedi kapılarını görebilmek mümkünmüş bir zamanlar…
Benim şu zamana dair önemsediğim, kendime konu edindiğim, insanın, almayı düşünmeden vermeyi amaçlayarak yaptıklarıyla ilgili. Mezar taşlarına, susamış kuşlar için bile su birikecek yerler yapmak kadar güzel bir davranış varmıdır acaba herhangi bir ülkenin insanlarında sizce?
Bir zamanlar kimi insanlarımız, kendi yuvalarını ve yapılarını kurarken kuşları da unutmamışlar tabii ki. Kışın sıcak ülkelere uçup gitmeyenler, gidemeyenler için özellikle kumru, güvercin ve serçeler için başlarını sokacak bir delik, bir kovuk, bir yuva yapmadan edememişler. Gitgide işi, onlara basbayağı boylarına göre evler, saraylar, camiler (bile) yapmaya dek vardırmışlar. Mimarlık alanının konularından biri olabilecek denli önemli işler gerçekleştirmişler bir zamanlar bu ülkede yaşamış bizim insanlarımız…
Kuş evlerinin en çok bulunduğu yer elbette İstanbul’dur… Çünki İstanbul uzun zamanlar Osmanlı devletine başkentlik yapmıştı… Başkent olarak en çok yapı gerçekleştirilen yer olan İstanbul’da elbette Kuşevleri de çok olacaktı…
Mimar Cengiz Bektaş’ın kitapta verdiği adreslere ben de gidip elimden geldiğince görmeye çalıştım veya geçtiğimiz camiler ve medreselerin köşelerine daha dikkatli bakar hale geldim bu kitabı okuduktan sonra…
Hatta hatta daha geçen gün Taksim’e gitmek için bindiğim bir otobüsün camından Unkapanı’na doğru gelirken Tekel binasının yanındaki çay bahçesinin içinde yeni yapılmış bir kuşevine bile şahit oldum… Rengarenk boyanmıştı üstelik çaybahçesinin mimarisine uygun olarak… Gözlerim dolu dolu oldu… Çok sevindim… Demek ki hala böyle insanlar kalmış dedim kendi kendime…
Bazen de kitapta verilen adreslere gittiğimde ise çok üzüldüm… Çünki o verilen adresin yerinde artık 6-7 katlı bir apartmanlar vardı…
Birden o bulamadığım evin kuşunun yerinde olmayı hiç istemedim.
Düşünün bir kere, akşam oluyor, yorgun argın uçup geliyorum eve, ev bıraktığım yerde yok… Konağım yok… Kavak ağaçlarım yok… Nereye uçayım, nereye gideyim ben şimdi? Nerede beni düşünen o seven insanlar? Nereye gittiler acaba? Beni yalnız kaderime mi terkettiler yoksa bu koskoca şehirde?
Bir kuş olarak bunları hissettim bir an, kocayüreğim daraldı, durdu…
Kuş evleri başka ülkelerde de var mı dersiniz?
Cengiz Bektaş bu konuda şunları anlatıyor kitabının bir bölümünde;
“Ben dünyanın önemlice bir bölümünü dolaştım. Türkiye dışında bir örnek anımsamıyorum. Kaynaklarda da yalnızca Japon mimarlığında böyle bir gelenek bulunduğuyla karşılaştık. Japonya’nın İstanbul konsolosluğuna başvurarak edindiğimiz Osaka’daki ve Yokohoma’daki iki ayrı bulunağa yazıp bilgi istedik. Ne yazık ki, on yıldır hiçbir karşılık alamadık. Gittiğimde arayacağım… Bulamazsam da, bir tane, orada yapacağım eve konduracağım.”
Türkiye’de İstanbul’un dışında bulunan kuş evlerine şu illerde rastlanıyormuş: Doğubeyazıt, Tokat, Amasya, Kayseri, Ankara, Kastamonu, Niğde, Nevşehir, Antakya, İzmir, Bolu, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Erzurum (Çoban Köprüsü), Filibe(15), Tırnova(16), Milas, Sivas.
Görüldüğü gibi Anadolu’nun ve Trakya’nın hemen her yerinde var diyebilirim kuşevleri.
Peki bu kuşevleri ne zaman yapılmış olmalı diye araştırdım, genelde Osmanlı zamanın başlangıcına kadar gidecektim nerdeyse… 13. yüzyıla kadar kadar uzanmakta çoğu çünki…
Örneğin Sivas’ta İzzeddin Keykâvus Şifahanesi’ndeki kuşevleri 13. yüzyılın başında yapılmış… Tokat’ta bulunan Ulucami’nin içindeki kuşevleri de 1380’de yapılmış… (17)
İstanbul’daki kuşevlerinin en eskileri Mimar Sinan’ın yapılarında, 16. yüzyıldan kalma… Bugün çoğu yerlerde karşılaşılanların çoğunluğu 18. ve 19. yüzyıldan kalma.
Günümüzden de üç örnek var. Bunlardan birincisi Ankara’da “Anıtkabir”deymiş.
İkincisi Bağdat Caddesi üzerinde bir apartman kitlesinin yer katının köşesinde. Kolay ulaşılan bir yerde olmasıyla eskilerden ayrılan bu örnek yalnızca, konuya duyarlığı yansıtıyor.
Üçüncüsü örnek ise Cengiz Bektaş’ın tasarımı olan Veli Daşkıran’ın yonttuğu, Aksaray, Laleli’de Gençtürk Caddesi’nde 3/5 no’lu işyerinin girişinde…
Peki bu kuşevleri ne tür yapıların üzerine, nerelerine yapılmışlar? Bu yapıların türleri ise şöyle:
Evler, köşkler, saraylar, camiler, mescidler, medreseler, sübyan mektepleri, kitaplıklar, türbeler, hanlar, dükkânlar, hamamlar, çeşmeler, maksemler, darphaneler, köprüler, sinagoglar ve gasilhaneler olmuş yıllar öncesi…
Kısacası, yaşamın her türlü yapısında bulabilmeniz mümkün bir zamanların bu kuş evlerini… Bu yapılar, insanoğlunun pek yaklaşamayacağı denli yüksek, saçak altı gibi yağmurdan, esintiden korunmuş, güneş gören yerlerinde yapılmış. Cephelerde pencere, kapı kemerlerinin içlerinde, minarelerde, ağırlık kulelerinde, çıkma, cumba ve bacalarda ya da onlar için özel düşünülen kuleciklerde duruyor şimdilerde de…
En yaygın, belki de en eskilerinin yapılış biçimi ise çok ilginç. Halk yapı sanatının en önemli ilkelerinden biri; “Tutumluluk”muş bir zamanlar…
Bir taşçı ustası her yonttuğu taşı severmiş… Öpe okşaya biçimlendirirmiş onu. Sonunda tüm sorumluluğunu üstlenir, üzerine kendi imini (işaretini) de koyarmış…
Gerçekten sanatçı olan usta, her taşta yapının bütününü algılayarak çalışırmış. İşte böyle bir usta, masif duvarı öreceği taşlardan birini yontarken, diyelim ki, çelik kalemi taşın çürük yerine denk geldi de bir köşesi kopuverdi. Taşı kaldırıp atacak değilmiş elbette… O taşı kırık yerinden boydan boya ufaltıp kullanabilir ya da kırılan köşeyi yontar, bile bile öyle bırakılmış gibi düzeltirmiş… Duvara yerleştirildiğinde de yanına, üstüne, altına gelen taşlarla birlikte bir oyuk oluştururmuş…
Hem kuşu sevmek, ona korunak sağlamak; hem kıyısı köşesi kırık taşı atıp yenisini yapmak zorunda kalmadan değerlendirmek… Bundan güzel tutumluluk olur mu sizce?
Bir de, korunak ararken yapının içine girip de orayı dışkılarıyla kirletecek kuşlara bir başka seçenek sunup, içeriye girmelerini önlemek… Böylece yapının içini de temiz tutabilmek… İyi çözüm değil mi?
Bu gelişigüzel gibi gözüken oyukların, iki taşın da köşeleri kırılarak düzgün bir üçgene dönüşmüş olanları var… Üstü kemerlenerek ya da kırık kemer biçimi verilerek yapılmış olanı da var …
Bu konuda çeşitleme sayısız. Yalnızca bir oyuk olmaktan çıkarak, profilleriyle bir pencereye dönüşeni var. Hele hele içine bir de kuş oturunca pek sevimli olanları var… Sanırsınız ki, yontucu canlılarla yontu yapıyor.
Taş tuğla karışımı harçlı duvarlarda bu türlü oyukları oluşturmak çok daha kolay elbette. İkisini, üçünü bir araya getirip komşuluklar kurmak, daha doğrusu kurdurmak, yaşamı sevgiyle çeşitlemek değil mi? Elbette önce kuşunkini …
Pencerelerin kemer altlarını değerlendirmek de oldukça sevilmiş bir yol. Kuş nasıl daha kolay yuvalanır böyle bir oyuğa? Altında bir çıkıntı olsa önce oraya rahatça konsa sonra evine girse daha iyi olmaz mı? Hem dışkısı da cepheye değmez… İşte böylece çıkıntılar başlar… Bu çıkıntıya, evinin balkonunda gibi tüneyip çevreyi seyretmek keyifli olmaz mı? Ya yağmur başlayıverirse?
Saçak altına yapıyoruz ya…
Olsun yağmur eğimli gelebilir… Kendinin de bir saçağı olsun… İşte böylece yavaş yavaş kuş evi, kuş evleri çıkar ortaya… Derken köşkler, saraylar, kat kat üstüne çıkmalılar…
Yapılarıyla birlikte yapılanlar dışında sonradan yapılanlar da var… Yaşama sevinci, işine sevgi, neler yaratır, neler? Hele mimar bir de eş dalga boyunda bir işvereni bulursa?.. Bir çeşitleme başlar ki… Kafesler, silmeler, süslenir, püslenir, kimi zaman size uzaktan “sen de katıl bu cümbüşe, sen de sev kuşları, yaşamı” der gibidirler.
Tüm bu anlatımımdaki kuş evi örnekleri; çağlar boyunca geçirdiğimiz mimarlık evlereni de gösteriyorlarmış: klasik, barok, yeni klasik…
Dışarıda korunak bulamayan kuşlar bu işi nasıl çözerlermiş hiç rastlayıp gözleyeniniz oldu mu acaba? Veya hiç duydunuz mu bu yazacaklarımı?
L. Ş. Merey kitabından okudum bu satırları da hem şaşırıp kaldım, hem de üzülmeden edemedim…
“Güvercinlik bulunmayan binalarda güvercinler bina içine girip yuvalanmak için özel yöntemler kullanır. Bir fedai güvercin hızla dış cama çarparak onu kırar ve ekseriya ölür. O kıramazsa bir ikinci güvercin hatta bir üçüncü güvercin aynı yolu deneyerek sonunda başarıya ulaşır.” Düşünün yuvalanmak için canından olan bile oluyormuş… Ah o bir yuva uğruna yitip giden güvercinler, ah!…
Evet sıkılmadan bunca yazılanları bu satıra kadar okumuşsanız, kuşevlerinin bir zamanlar yaşamımıza nasıl girdiğini, nasıl bir süreç geçirdiğini ve o zamanlardaki hayvan ve kuş sevgisini yaşamışsınızdır tıpkı benim yaşadığım gibi…
Sanıyorum, siz de benim gibi sorgulamaya başladınız değil mi kendinizi.. Ve ben yazımı bitirirken sizi duyar gibiyim…
“Hani bizim çağımızın kuş evleri?”
DİPNOTLAR:
Lemi Ş. Merey, “Kuş Evleri-Serçesarayları”, Fifth International Congress of Turkish Art, Budapest, 1978, p. 607.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Ne İstiyoruz”, Türk Yurdu, C. I, S. 239, 1954, s. 409.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın anlatması…
Malik Aksel, “Eski İstanbul’da Kuş evleri ve Kuşlar”, Türk Folkloru Araştırmaları C. XI, S. 225, İst. 1968, s. 4722
Lemi Ş. Merey, aynı eser, s. 606
Yılmaz Önge, “Mimar Gözü ile Kuş Evleri”, Kültür ve Sanat, S. 5; 1977, s. 86.
Hasan Ali Göksoy, “Osmanlılarda Kuş Sevgisi, Kuş Evleri”, İlgi, Y. 10, S. 24, 1976, s. 13
Halim Baki Kunter, “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüd”, Vakıflar, C. 1, Ank. 1938, s. 107.