Düşünüyorum da bizlerin çocukluğu elektrik ve elektronik anlamda bir sürü yokluklarla geçti… Transistörün bulunuşu ve yaygın şekilde kullanılmasından sonra şimdilerde ise ortalıklarda “yok yok” diye bir şey kalmadı… Gelişen teknoloji sayesinde her şey elimizin altında artık… Kısaca görsel ve işitsel şekilde her türlü haber alma, haberleşme ve eğlence araçlarına sahibiz… Sahip olduklarımızın hepsi de bizlerin yaşamını kolaylaştırıp bizleri oyalıyor bir şekilde…  TV’ler, VCD’ler, DVD’ler, Uydu Alıcıları, GSM’ler… Eskiden öylemiydi ya… Eskiden haber alma ve eğlence denilince, aklıma;  çocukluğumuzda etrafında oturarak dinlediğimiz lambalı radyolar, kocaman şeritli teypler, pikaplar geliyor, puls çevirmeli telefonlar geliyor sadece…  Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri o lambalı radyolardan dinlerdik… Yeni gelişmeleri hep onun vasıtasıyla öğrenirdik… Birbirlerimizle haberleşmek için de koca koca siyah telefonları kullanırdık… Müzik dinleyerek eğlenmek için büyük kocaman şeritli teyplerimiz vardı, veyahut 45’lik ve LP adını verdiğimiz plaklarımızı çalmak için pikaplarımız vardı… Telefonların olmadığı ve ulaşamadığımız yerlere ise oturup mektup yazardık, telgraf çekerdik, acılı-tatlı günlerimizi hep bu yolla paylaşırdık… Günlerce beklediğimiz ya yar mektubu olurdu, ya da asker mektubu olurdu… Sevgimizi bu yolla sunardık birbirimize… Böyle haberdar olurduk, onlarca, hatta yüzlerce kilometre ötelerdeki sevdiklerimizden, sevildiklerimizden…

 

Ama şimdilerde öyle mi ya? Yedisinden yetmişine kadar herkesin elinde her türlü haber alma ve haberleşme ve eğlence araçları var… Artık anı anına her türlü yoldan haber kaynaklarına ulaşıyoruz… Canlı olarak her türlü olaya şahit oluyoruz ve bunu bir şekilde herkese ulaştırıp olaylardan haberdar ediyoruz birbirimizi… Eğlence araçlarımız bile değişti… Ya CD’lerden dinliyoruz müzikleri, ya internet üzerinden veya uydudan yayın yapan digital radyolardan veya TV’lerden izliyoruz dünyadaki son gelişmeleri anında.. Ya da minik MP3 çalarlarımız var bir gömlek cebine sığan… Canımızın her istediği yerde dinliyoruz yüzlerce sevdiğimiz müzik eserlerini, yüzlerce kez silip, yeniden içine kaydederek… Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz… Aklıma ilk gelenler bunlar sadece şu an…

 

Yukarıda da değindiğim gibi transistörün bulunmasından sonra elektronik alandaki büyük devrimin içinde, kavrulup ve kaybolup gittik bir şekilde… Artık mikrochip’lerimiz de var.. Bunlar hayatımızın her alanına girdiler… Mini mini, hatta gözle bile zorla görülebilecek minik mikroçipler üzerine büyük devreler inşa edip onları çalıştırmaya başladı insanoğlu ve yaşamımızı kolaylaştıran aletleri yaşamımıza geçirip, bizlere sunuyor elinoğlu… :))

 

Tabii bu gelişme beraberinde birçok sorunu da getirdi… Bedensel olarak işlevselliğimiz azaldıkça, sağlığımızdaki bozulmalarına da şahit olmaya başladık… Daha az hareket ederek, daha fazla bu elektronik nimetten faydalanıyoruz… Saatlerce bilgisayar ve internet karşısında, uydu alıcıları ve TV karşısında oturuyoruz… Artık yıkayacağı çamaşırın kilosunu bilen akıllı çamaşır makinelerimiz, her türlü bulaşığı içine alıp yıkayabilen akıllı bulaşık makinelerimiz, yine içindeki malzemeyi istenilen şekilde saklayan akıllı buzdolaplarımız da var.. Bedensel olarak yorulmadığımız gibi sadece yorulan parmaklarımız oluyor… Her yanımız bu aletlerle dolup taştığından, onların mı bizi, bizim mi onları yönettiğimizden haberimiz bile yok artık…

 

Buraya kadar yazdıklarımı okuduysanız şayet, bütün bu yazılanları birlikte yaşadığımız için her şey normalmiş gibi geldi değil mi sizlere…  Ancak normal olmayan bazı alışkanlıklar da edindik bu arada… Daha az konuşup daha çok tüketip, yitirmeye başladık bazı şeylerimizi sanırım…

 

Geçenlerde kızım Müge’yi yüzünde üzgün ve somurtuk bir ifadeyle evin bir köşesindeki koltukta oturuyor buldum… Yanına gittiğimde elindeki cep telefonuyla cebelleşiyordu…

 

Sebebini sorduğumda, kız arkadaşının kendisini bugün hiç aramadığını söyledi… Ben de, “Kızım o seni aramamışsa, sen onu ara telefonla, halini hatırı sor” dediğimde şöyle bir yanıtla karşılaştım… “Hayır baba, o bana bugün hiç çağrı atmadı ki…” “Çağrı atmadı ki” kelimelerine takıldım kaldım.. “Ne demek kızım bu çağrı atmak meselesi” diye sorduğumda ise aldığım yanıt karşısında daha da şaşırdım kaldım…

 

Bunlar günün belirli saatlerinde, neredeyse her saat başı diyeceğim geliyor; birbirlerine “çağrı atmak – yani birbirlerinin cep telefonlarını bir kez çaldırmak” suretiyle, “Nasılsın? İyi misin? Ben iyiyim, sen nasılsın?” gibilerinden bir konuşma dili oluşturmuşlar…

 

Kızım da, arkadaşı da, telefonlarını daha sabah açar açmaz birer kez çaldırıp, “Orada mısın?” çağrısı yaptıktan sonra konuşmaya başlıyorlarmış(!!??)… Günün ilerleyen saatlerinden sonra gelen “çağrı”laşmalar, “Nasılsın?”, “İyi misin?”, “Ne yapıyorsun?”, “Ne yapalım?”, “Buluşalım mı?” yoksa  “Normal telefondan görüşelim” türünde gelişiyormuş…

 

Tabii bana böyle “çağrı atarak haberleşme” tuhaf geldiği için sordum kızıma… “Peki ya, o anda telefonu müsait değilse, çağrına yanıt alamazsan, ya ulaşılamazsa, ya meşgulse” türünde ya ve ya’larım sürdükçe kızımın yüzündeki ifadesinin değiştiğini hissettim… “Ama baba, o zaman mutlaka bana bir ‘çağrı’ atıp haber verirdi” demez mi…

 

Kızımı karşıma alarak konuyu bana tam anlatmasını istedim… O anlatınca şaşkınlığım daha da arttı… Şimdiki gençlerde böyle “çağrı atarak” haberleşme çok modaymış… Birbirlerine böyle gün boyu “çağrı” atarak haberleşmeye başlamışlar…

 

“Peki kızım çağrı yerine mesaj atın” birbirinize dedimse de, “Baba, mesaj atınca kontörümüz gidiyor… Neden atalım?” dedi… Eh düşünsenize her saat başı mesajlaşırlarsa böyle bir günde 100 kontörü harcarlar diye düşündüm… Haklı buldum kızımı…

 

“Peki kızım internet üzerinden mesajlaşın” deyince de, arkadaşının bilgisayarı ve interneti olmadığını söyleyince öylece suskun kalakaldım…

 

Ayrıca mesajlaşarak konuştuğu arkadaşları da varmış kızımın… Onlarla da kontürden tasarruf etmek için bir kontürlük mesajın içine yüzlerce şeyi sığdırıp haberleşebilmek için kelimeleri ya yarım yamalak yazıyorlarmış, ya da birtakım özel işaretler kullanarak yazışıyorlarmış…Tabii kısa dar bir metin alanına yüzlerce sözü sığdırmak için de Türkçe’yi katlediyorlar bu arada o da ayrı bir konu…

 

Kızımın o günkü üzüntüsü de arkadaşından gün içinde hiç “çağrı” almadığı içinmiş… Bu yüzden arkadaşına küsmüş… Hatta kızımın anlattığına göre, hiç “çağrı” alamadığı için arkadaşlıkları biten arkadaşları bile oluyormuş…

 

“Vay canına” dedim kendi kendime…. Biz bunca sene boşu boşuna konuşup, yazışıp, didinmişiz, didişmişiz birbirimizle… Halbuki bir “çağrı” atarak veya atmayarak işlerimizi kotaracakmışız GSM denilen cep telefonlarımız olsaymış…

 

Kısaca bugünlerde cep telefonlarıyla “çağrı”laşmak içerde, “konuşmak” dışarda, bundan da “haberiniz ola” diyerek son söz olarak şunu da ekleyelim yazımıza…

 

Bugünkü  “çağdaş”lıkta “iletişim”;  “İletişim çağı”nda ise “çağrı”şalım… “Birbirimizi anlamaya çalışalım…” (mı?..)

 

Not: Bu yazdıklarımdan bir şey anlayana “çağrı” atılmaz,  anlamayana ise itina ile “çağrı” atılır…

Ertan Yurderi