Vampir nedir? Soruya cevap vermek için Byron, Shelley, Mary Godwin (Shelley) ve Polidori’nin 1816 yazında Cenova kıyısında bulunan Diodati villasındaki ünlü toplantılarından tutun sonrasında en ünlüleri olan Sheridan le Fanu, Bram Stoker, Edgar Allan Poe ve yakın zamanın Anne Rice’ına kadar nice esere ve filme esin kaynağı olmuş bir sürü kurgusal karakteri veya eski Mezopotamya ve Akdeniz dahil hemen hemen tüm dünyada benzerleri bulunan “kan emici” mitlerinden orta çağın hristiyan içerikli histerik vampir avı çılgınlığına kadar pek çok noktaya referans vermek mümkündür. Yeri geldiğinde Vlad Tepeş ve Erszbet Bathory gibi tarihsel karakterlerin kaydedilmiş zulümleri kurgusal yazına esin kaynağı olur; yeri gelir tıp anemi, katalepsi, kolera, psikotik bozukluklar, porfiria ve güneş alerjisi gibi hastalıkların septomlarının geçmişte “vampirlik” infialleri yarattığına dair açıklamalarla modern bilimin fenomenleri açıklama çabasına katkıda bulunarak “akıl çağının” gereğini yerine getirir. Gerçekten de konu pek çok açıdan; folklorik/kültürel, mitsel, edebi/sanatsal, tarihi, bilimsel, psikolojik, okült yaklaşımlar gibi pek çok dalı içine alacak şekilde genişletilebilir ve ayrıntılı olarak incelenebilir.
Bu noktada, kronolojik bir seyir izlemeye başlamadan bugün bilip tartıştığımız anlamdaki “gotik vampir” kavramının tarihsele kıyaslandığında oldukça kısa olan geçmişine kısaca göz atmak yerinde olacaktır. Kim ne derse desin, bunun tartışmasız mimarı da Bram Stoker olmuştur. 1897 yılında yazdığı “Drakula”yla 20.yy. sanayi devrimi sonrası “modern” toplumunun ender mitlerinden birini yaratmıştır ki günümüz mitologları açısından “mit” oluşumunu etkin şekilde gözlemlemeye olanak sağlaması bakımından da oldukça değerlidir. Stoker öncesinde yarattığı soylu Ruthven karakteriyle ardıllarına zengin içerikli bir kapı açarak dönüm noktası oluşturan Polidori’yse uzun süre Byron’un gölgesinde kalmış ve geç takdir edilmiştir.
Bir ilk olan 1819 tarihli “The Vampyre”, hem imgesel hem de dönemsel analiz için zengin bir kaynak olarak pek çok açıdan yorumlanmıştır. Napoleon’un 1815’te İngiliz ve Prusya ordusu karşısında aldığı Waterloo yenilgisi ertesinde Avrupa monarşisinin ve sallanan aristokrasi kurumunun görece itibarını geri kazanması “soylu kan” kavramına dayalı bu yönetim biçimlerinin gene “kan” üzerine yapılandırılmış farklı bir anolojiyle bir araya gelerek gotik söylemi etkilemesi bir dereceye kadar kurulabilecek bir bağlantıdır. Aristokrasi’nin temel dayanak noktası olan köklü “mavi kan” ve bu kan soyuna bağlı elitlerle temsil edilen “seçilmişlik” sembolizmi, eskilerin kan peşinde koşan aciz hortlaklar olarak gördüğü vampirlerin “sonsuz yaşam” özelliğiyle birleşince ortaya “gotik vampir” kişiliği çıktı. Aralarında le Fanu’nun Carmilla ve Anne Rice’ın Claudia’sı gibi dişil imgeler de olsa genelde homoerotik ve androjen güzelliğe, sonsuz gençliğe sahip, soylu, varoluşsal çelişkilerle dolu depresif bir karakterdir vampir.Yazarlarının kendi hayatlarından bizzat yarattıkları karaktere yükledikleri cinsel ve sınıfsal metaforlar da üstüstedir. Byron ve Polidori arasındaki homoerotik ilişki hikayedeki Ruthven ve Aubrey arasındakine çok benzer, biri soylu diğeri halk tabakasındandır ve aralarında efendi-köle tarzı bir aidiyet vardır ki bunu Anne Rice ve Bram Stoker’da da benzer metaforlar olarak görebiliriz. Anne Rice kahramanı Lestat’e açıkça bu efendi-köle ilişkisinden bahsettirir ve vampirliğin bu şekilde bir gereksinimden doğduğunu söyler: “Vampirler böyle çoğalır…kölelikle. Başka nasıl olabilir?” (Vampirle Görüşme – s.101.) Polidori’ye kıyasla çok daha geç dönemin yazarı olan Rice bu satırlarda bilinçli veya bilinçsiz politik bir eleştiri mi gizliyordu meçhuldür fakat aristokrasinin halkın “kanını emen” sınıfsal rejimine karşı doğan tepki ve bu rejimin kendi idaresine kattığı halk içinden yandaşları (vampir olma/kölelik) eğer gotik hikayenin vampir karakterine tarihsel dönem analizi içinde yaklaşılırsa ortaya çıkabilecek bağlantılardan biridir.(Anne Rice’ın “Vampire Chronicles” serisinden önce A.N.Roquelaure takma adıyla yayınladığı erotik romanlar da bize yazarın dünyası ve homoerotik cinselliğe duyduğu ilgi hakkında fikir vermektedir ki yazar bunu vampir romanlarına da aktarmıştır.)
Hristiyan teolojisinin düalizmi ve kendine özgü göksel hiyerarşisi de “gotik vampir”in çelişkisine uygundur. Kabil’in işlediği ilk cinayetten dolayı soyunun lanetlenmesi kutsal kitapta “…ve sen şimdi toprak tarafından lanetlendin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; toprağı işlediğin zaman, artık sana eski kuvvetini vermeyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın… ve her kim seni öldürürse, ondan yedi kere öç alınacaktır.” şeklinde anlatılır ve vampir soyunun kaynağı da Kabil’e atfedilir, toprağın kutsal olmadığı için kabul etmediği, lanetlenmiş bir soyun temsilcileri. Modern yorumlarda Kenan diyarının Lilith’inden antik Yunan’ın Lamia’larına kadar tüm panteonlardan ve mitsel varlıklardan koca bir pseudo-mit (sahte mit) yaratılmıştır ki konuya vakıf olmayan biri için oldukça şaşaalı gözükse de aslında yanlış olarak ilişkilendirilmiş ve zengin geçmişi acınası bir sığlığa düşürülmüş karikatürize örneklerdir.
En sık tekrarlanan klişeleşmiş doğu Avrupa inançlarından daha ileriye, Ortadoğu ve Asya’ya bakıldığında vampir’in genelde intikam için geri dönen bir hayalet olarak cisimleştirildiğini görürüz. Örneğin Çin’de korkunç görünümlü ve çirkin canavarlar olarak resmedilirler ki bu orta asya şamanizm’inde yeraltı tanrısı Ülgen’in hizmetkarları olan doğa ruhlarının daha geç dönem yansımaları olarak görülebilir. Anadolu’da vampir “gulyabani” olarak eşleştirilebilir, mezarlık çevrelerinde ve metruk yerlerde dolaşarak yaşayanlara saldıran bir çeşit hortlaktır ve bugün batıda bilinen şekilde “vampir”den farklıdır, güney Amerika’nın veya değişik coğrafyaların figürleri de keza.
Tüm mitolojilerde “kan emici” vasfına sahip yaratıklar mevcuttur; ölülerin ruhları, hortlaklar, asıl anlam olarak doğa ruhlarını temsil eden “daemonion” ‘lar, yaşayanların peşine düşerek onların yaşamlarıyla hayatta kalan “lanetliler” veya panteist dönemin insan veya hayvan kurban/adaklarıyla “beslenen” tanrı veya tanrıçaları, aslında özellikleri ve hikayeleri birbirinden epey farklı olsa da vampir denince hepsi birer birer sayılır zira hepsinin bir şekilde ortak olarak ilişkilendirildiği kavram, politik bazda aristokrasiyle kurduğu alakayla olduğu gibi “kan”dır, insanlığın ilk dönemlerinden beri “hayat” ve “can”’la bir tutulan hayat kaynağı, arkaik önemini kollektif yaşamın toplumsal gereklerinde kısmen de olsa korumayı başarmıştır.
Kan ve ölümsüzlük arasındaki bağlantı doğaldır ki nice söylenceye konu olmuştur ve folklorik anlatımlarda “kan” peşinde koşarak hayata dönmeye çalışan kişi genelde korkunç görünüşlü çürümüş acınası bir varlıktır , bu haliyle 19. yy soylu salon adamı görüntüsünden de hayli uzaktır. Gene de bu varlıklar “şeytani” kabul edildiği ve özellikle ortaçağda şeytanın en büyük yetisinin form değiştirme olarak görülmesi sebebiyle “gotik vampir”in sahip olduğu kusursuz güzellik ve sonsuz gençlik, dünyevi hayatın aldatıcı ve geçici zevklerinin metaforu olarak “lanetlenmesi”nin de biricik nedenidir zira parlak görünümünün altında bu köhne değerlerin gerçek yüzü olan çürümüşlüğü saklar. Stoker sayesinde batı kültüründe yerini alan “gotik vampir”, yazarın yerleştirmeye çalıştığı doğu Avrupa kökeninden çok zarif bir İngiliz soylusu portresi çizer, aslında orta çağda Avrupa’nın hemen hemen her yöresinde beliren “vampirizm” , belki de coğrafi açıdan izole edilmiş doğası ve eski şamanik inançların uygulamalarını da içeren ortodoks dini yapısı sayesinde kendine en fazla doğu Avrupa’da yer bulmuştur. Yörenin karışık tarihi, sık görülen salgın hastalıklar ve folklorik olarak arkaik kan odaklı inanç sisteminin kalıntılarını barındıran geleneklerle birlikte ölülerin geri döneceği inancı da birleştirilince popüler kültürün yarattığı resim bir ölçüde tamamlanmış oluyordu.(Salem’in cadılık davalarında olduğu gibi.) Ortaçağ’da salgın hastalıkların, günahları nedeniyle tanrının o insanları cezalandırmasının bir sonucu olduğu inancı yaygındı, dolayısıyla ölen “günahkarlar” da genelde herhangi bir dini tören yapılamadan yakılarak veya köy/kent dışında topluca gömülerek ortadan kaldırılıyordu, dinsel nedenler hariç hastalığın yayılmasını engellemek için de alınan bu tarz tedbirler, orta çağın hristiyan toplumunun ilginç adetleriyle birleştirildiğinde –örneğin bir kişinin “kutsal topraklar” olan kilise tarafından kutsanmış mezarlıklarda gömülmemesi onun toplum dışılığının ve şeytanla işbirliği yapmış günahkar varlığının sonsuzlukta cezalandırılmasıydı.- kökeni birbirinin yerine geçebilen bir önlemler ve ritüeller silsilesi haline geliyordu.(Böylece uygun ritüelle gömülmeyen ve öteki dünyaya yapacağı yolculukta rehbersiz kalan ruh, bu dünyada yaşayanlara musallat oluyordu ki bu aslında “ölüm” düşüncesinden kurtulmaya yarayan “fani” bir görüştü. “Yas dönemi” kavramının ortaya çıkması gibi, kişi ölümle bu toplumsal ritüeller sayesinde tabiri caizse bir antlaşma yapar,ölüyü bırakmak ve kendi vakti gelinceye kadar yaşamaya devam etmek üzere…)
Modern araştırmacılar bu noktada resmi kayıtlarda da görülebilen salgın hastalıkların fenomeni açıklayabileceğini düşündüler. Kolera salgınından –ki ölülerle karantina altında ölmek üzere olanlar biraraya toplanıyor ve hatta aynı mezar çukurlarına atılıyorlardı, kısmi bir iyileşme belirtisi gösterenlerin “hortladığı” pekala rivayet olunabilir.- anemi ve porfiria gibi kansızlığa veya hemoglobin eksikliğine dayalı hastalıklar, katalepsi gibi kas üzerindeki iradenin kısmi olarak yitimine bağlı felç durumları ya da güneş alerjisi ve psikotik rahatsızlıklar açıklama olarak sunuldu ki bunlar tipik “vampir semptomları” olarak görülebilir. Gün aşığına duyarlılık, kan/can’sızlıktan ileri gelen soluk bir ten ve kana duyulan ihtiyaç vs., bu şüpheler genelde mezarın açılması ve ölünün kalbinin veya kafasının bedeninden ayrılmasıyla son bulurdu.(Bu esnada ölünün göğüs kafesinde gaz birikiminden dolayı görülen şişme ve çürüyen cesedin gösterdiği diğer özellikler de mezarı açanlar tarafından cesedin hala yaşadığına dair birer kanıt sayılıyordu.) Kesilen parça yakılır ve vücuda da tahta bir kazık saplanırdı ki hangi ağaçtan yapılacağı yöreden yöreye farklılık göstermektedir.(Ama örneğin çam gibi dört mevsim yeşil kaldığı için sonsuzluğu simgeleyen bir ağaç tüm yörelerde kullanılması yasak olan bir bitkiydi.)Geri döndüğüne inanılan ölünün mezarının bulunması da yine karmaşık ritüellere dayanan bir işlemdi.Burada da modern kültürün kattığı kurgunun izlerini görmek mümkündür. Örneğin XIX. yy.’ın “gotik vampir” kavramına kadar vampirlerin günışığına çıkamaması gibi bir söylence yoktu; tersine kalabalığın arasında gündüz veya gece farketmeksizin dolaşabildiklerine inanılıyordu, Anne Rice bazı kitaplarında bu eski inancı kullanmaktan çekinmemiştir. -Marius Lestat’e eskilerden bahsederken onların günışığında gezebildiklerini söyler vs.- Doğu Avrupa’nın soylu ailelerinden birine mensup kraliyet kanı taşıyan bir prens olan Vlad Tepeş’in yaptığı işkenceler veya “gotik vampir” formunu ondan da fazla etkilemiş; sonsuz bir hayata sahip olmak için şatosuna hapsettirdiği genç erkek ve kadınların kanlarıyla yıkandığı rivayet edilen Erszbet Bathory artık tarihsel kişiliklerinden çok popüler vampir kültürüne ait klişe karakterler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. (Örneğin çok daha eski bir tarihte, 10. yy.’da Bizans imparatoriçesi Zoe hakkında da dönem vakanüvislerinin aktardığı benzer rivayetler mevcuttur, görenler o zaman için tahtta fazlasıyla uzun kalan ve 60 yaşını geçen Zoe’nin saraydaki tüm kadınlardan “daha genç ve taze” göründüğünü naklederek bu “şaibeli” durum hakkında benzer söylenceler türetmişlerdir.) Gene de, Bathory’nin kraliyet kanından olduğu için öldürülememesi ve odasının kapısı örülerek ölene kadar orada yaşamaya mahkum edilmesi taşıdığı “kan”ın lanetinin bir başka betimlemesiydi belki de.
Eskiye nazaran günümüze yaklaştıkça, bugün bildiğimiz anlamdaki “gotik vampir” karakterini oluşturan öğeleri anlamamız daha kolaylaşmaktadır zira XX. yy. insanının “urban legends/şehir efsaneleri” gibi tamamen endüstriyel metropol toplumuna özgü mitlerinde gördüğümüğüz üzere, -köklerini buna nispeten daha tarihsel faktörlerden alsa da- gene modern insanın sancısını çektiği bir nokta etrafında odaklanmıştır. Aydınlanma ve endüstriyel devrimin sonrasında, teknolojik ve bilimsel ilerlemenin çağında artık eskinin “sonsuz yaşam” veya bu tarz metafizik açıklama ve inançlarına yer kalmamıştı. Kollektif bilinçdışıyla ilgili çalışma yapan psikanalistlerin bahsettiği gibi insanlığın “zeitgeist”’i denebilecek düşünsel ve tinsel gelişim sürecinin dönemsel kesitleri, özellikle XX. yy.’ın öngörülmesi zor teknik ilerlemeleriyle varoluşsal bir krize girdi. Kendisini oluşturan geçmiş öğelere yeni perspektifler ekleyerek dönüşümü sağlamak üzerinden gitmektense; bu öğeleri tümden reddedişiyle ve bunun yerine koymaya çalıştığı fütüristik değerlerle arasında sağlam bir temel oluşturamaması, şimdinin “zeitgeist”’ının geleceği kurma amaçlı söyleminin bunu kuracak zemini ortadan kaldırmasıyla çelişkisel bir kısırdöngüye girdi ki aslında bu zemin de geçmiş değil gözden çıkarılan “şimdi”ydi. Bu bağlamda da geleceği gerçekleştirmeden eskitmek üzerine sabitleniyordu. Modern bireyde bunu saptamak bir semptom olarak depresyonun varlığıyla görülebilir ve “gotik vampir” de tüm sembolizmiyle bunun somut bir göstergesidir. Nosferatu’nun grotesk karakteri ve ‘70’lerin gotik kültürü de bu içerik üzerinden ve tamamen kendi zamanı içerisinde değerlendirildiğinde daha anlamlı olacaktır. (Günümüzün “Buffy the Vampire Slayer”’ı , ondan türeyen “Angel” serisi ve “Vampire Hunter D”’den vampir konulu diğer manga ve gotik comics’e kadar tüm yansımaları için geçerli olabilecek yegane açıklama da budur, her birine oldukça farklı ve ayrıntılı olarak da değinilebilir ki bu da içerdiği farklı öğelerin getirdiği bir çeşitliliktir.)
Not:
Son bir ek yapmak gerekirse, “kan içici vampir” imajının dışında pek bilinmeyen ve gene “vampirlik” adı altında tartışılan bir çeşit daha vardır ki buna “psişik vampirlik” adı verilir. Genel olarak okültizmde –eğer getirdiği tanımlamaları kabul edersek- , günümüz popüler kültürünün yarattığı “sivri dişli vampir” görüntüsü new-age aşırılığının bir başka yönü olarak hafife alınır oysa kişinin enerji alanı olan “aura”’ya ait “osmosis” denilen ve solar-plexus’la kalp çakrası arasında bulunan bir odaktan enerji çekilmesi olarak tanımlanan psişik saldırılar hakkındaki dökümanlar eski okültistlerde de, modern zamanın inisiyelerinde de oldukça fazladır. Bu saldırıyı yapan kişi istemli veya istemsiz olarak karşısındakinin enerjisini kendi eksik enerjisini tamamlamak üzere çeker, ki özellikle Mezopotamya ve Anadolu’da yaygın olan “nazar” inancının açıklamasında bu enerji aktarımının da rolü vardır. Günümüzde alternatif enerji tıbbıyla çalışan pek çok kişi de bu tarz saldırılar hakkında görüş bildirmektedirler ki şifa alanında Barbara Ann Brennan üç ciltlik kitabında bu savı ayrıntılı diyagramlar ve psikopatolojik kavramlarla açıklamaya çalışmıştır; verdiği bilgiler enerjetik çalışmalar yapan çoğu okültistin,inisiyenin veya şifacının anlattıklarını desteklemektedir . Çoğu okültist astral veya düşük derece kabul edilen kimi varlıkların da bu tarz saldırılarda bulunabileceğini kabul eder. (Ortaçağın Incubus ve Succubus’ları bu tarz enerji hırsızı varlıklardır, modern tıp bu soruna uyku felci ve kabus semptomlarını saptayarak çözüm getirmiştir.) Saldırıyı yapan bilinçli veya bilinçsiz bir kişi ya da varlıksa bundan korunmak için çeşitli yöntemler önerilmiştir ki çoğu basit birkaç beden egzersizinden oluşur, tabii daha karmaşık ritüel tekniği gerektiren durumlar da yaşanmaktadır. Bu tarz olgular, kanları dramatik (!) bir şekilde boyunlarından ısırılarak alınmış kurbanlardan –ki bu da bir XIX.yy klişesidir- çok daha fazla yaşanan ve gündelik yaşam içinde eğer bu tarz bir farkındalık edinilmemişse genelde anlaşılamayan vakalardır. Tanımları, yaşanılan deneyimler ve korunma teknikleri oldukça ayrıntılı ve karışıktır.