Gündemimiz her zaman olduğu gibi “sıcak” konularla fazlasıyla dolu olduğu için, belki de yüzyılın en ciddi sorununa dikkat çeken en yeni araştırma raporları, büyük olasılıkla ya gözlerden kaçmış ya da fark edilmeden haber bültenleri arasında kaybolup gitmiş olsa gerek. Meselenin özü şu: Farklı bilim adamı gruplarınca son birkaç yıl içinde değişik zamanlarda gerçekleştirilen gözlem ve veri analizi sonuçlarına göre, dünya, ciddi sonuçlara yol açacak büyük bir tarım krizinin eşiğinde. Bir başka deyişle, kapitalizm doğdu doğalı benzeri görülmeyen bir gıda, açlık ve elbette sağlık sorunları zinciriyle yüzleşmemize oldukça az bir zaman kalmış gibi görünüyor.
Ana hatlarıyla verim düşüklüğü ve arz-talep dengesizliği üzerinde konumlanan bu gerçekten çok ciddi sorunu ortaya çıkaran ya da tetiklediği varsayılan etkenler üzerinde yoğun tartışmalar halen sürüyor. Akademisyen ve bilim adamı gruplarının dünyada son çeyrek yüzyıl içinde giderek sistem içi çıkar gruplarına ve siyasi odaklara “angaje” bir konuma geçmeye başladığı göz önüne alınırsa, bu tartışmalar bitecek gibi de değil. Bütün bu toz duman arasında, tarımda yaşanmak üzere olan ve açlık tehlikesini dünyanın üzerinde Damokles kılıcı haline getirmesinden endişe duyulan sorunların kaynağı olarak, ana hatlarıyla üç temel etken üzerinde duruluyor:
– İklim değişimi (kimileri bunu siyasi bir tercih olarak yalnızca “küresel ısınma” olarak adlandırmayı seçiyor) ve bunun dünyadaki birincil derecede önemli, büyük tarım alanları üzerindeki şimdiye dek (ne yazık ki) öngörülemeyen etkisi.
– Sanayi politikalarında küresel düzeyde yaklaşık yüz yıldır sürdürülen sorumsuz ve denetimsiz uygulamalar sonucu ortaya çıktığı düşünülen çevresel sorunlar ve bunların tarımda verimlilik üzerinde yaptığı olumsuz etkiler.
– Yine kontrolsüz ve denetimsiz olarak hızla artmakta olan dünya nüfusunun, gıda kaynaklarını giderek yetersiz kılacak büyüklüklere erişmesi.
Saydığım bu son etken, bizim ülkemizde yaşayan insanlara biraz “anlaşılması güç” hatta belki “saçma” görünebilir. Ne de olsa, en yetkili resmi ağızlardan biri durumundaki Başbakan’ın, çocuk yapmayı ve nüfusu artırmayı neredeyse kutsal bir milli görev gibi sunabildiği topraklar üzerinde yaşıyoruz biz. Üstelik, bütünüyle geçen yüzyıldan kalma, demode muhafazakâr söylemlere ve temelsiz varsayımlara yaslanan, “Çoğalmazsak yakın gelecekte yaşlı toplum oluruz mazallah” argümanı, kalabalık kitleler tarafından da destekleniyor.
Bu arada aynı Başbakan, vahşi kapitalizme endeksli totaliter rejimleri aratmayan, akıllara zarar bir “sosyal güvenlik reformunu” var gücüyle gerçekleştirmeye çalışıyor ve sözde “ekonomi bilirkişisi” geçinen kimi köşe yazarları da gönül rahatlığıyla bunun “Türkiye için çok yerinde ve olumlu bir karar” olduğunu yazabiliyor, o ayrı mesele. Emekli maaşı alan yaşlı nüfusun artışını ekonomi için tehlike olarak görüyor AKP iktidarı (tıpkı kendisinden önceki, o “büyük reformist” olarak adlandırılan ve bugün neredeyse “efsane liderler” konumuna getirilen uluslararası finans-kapital destekçisi siyasi liderlerin iktidarları gibi) ama diğer yandan da nüfusun artmasını ülkenin geleceği için bir tür “sigorta” olarak görüyor ya da göstermeye çalışıyor.
Yani, “Genç nüfus artsın; bize üç otuz paraya çalışacak ve işsizlik tehlikesini sürekli ensesinde hissettiği için durumundan şikayet bile edemeyecek insanlardan oluşan bir işgücü ordusu yaratılsın (ki biz de hem küresel finans-kapitale hem de onun yerli taşeronlarına, ‘Gelin, burası çok kârlı, dilediğiniz gibi yatırım yapın’ diyebilelim.) Ama diğer yandan, yaşlananlar emekli olamadan ölsün gitsin ki, hayatı boyunca kesilen primlerinden zırnık alamadan ayak altından çekilsin. Genç nüfus aslanlar gibi artsın, yaşlı nüfus azalsın, mümkünse altmış yaşına gelemeden hepsi dünya değiştirsin.”
Akıllara fazlasıyla “Logan’ın Kaçışı” türü futuristik bilimkurgu dizilerini getiriyor ya, konu dışına fazla çıkmayalım şimdi.
Yapılan tahminlerin aşağı yukarı her on yılda bir köklü biçimde revize edilmesini gerektiren, denetimsiz ve yüksek ivmeli nüfus artışı, gerçekten de dünyanın yakın geleceği için ürpertici senaryolar üretilmesine neden olacak kadar ciddi bir sorun. Nisan 2008 itibarıyla, dünya nüfusu 6.8 milyarı aşmış durumda. Bir başka deyişle, 1968 yılında 3.5 milyar olan nüfus, kırk yıl gibi oldukça kısa bir süre içinde neredeyse ikiye katlandı. (Artış hızı, Türkiye’de de aynı, hatta biraz daha yüksek. 1970 sayımına göre 35.6 milyon olan nüfus, 2007 verilerine göre 71 milyona yaklaşıyordu; yani, 40 değil, 37 yılda ikiye katladık nüfusumuzu.) Erişilebilir ve kullanılabilir hale getirilen kaynaklar, yaratılan katma değerler, istihdam ve teknoloji politikalarıyla sağlanmaya çalışılan verimlilik artışı, bu oranın ciddi biçimde altında kalınca, çoktan ufukta görünmüş olan baş ağrıtıcı sorunlar da iyice belirgin hale geliyor. Aşağı yukarı son beş yıldır dünyanın değişik ülkelerinde bilim adamı gruplarınca yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan raporlar, giderek daha karamsar bir tablo oluşturmaya başladı: Bu artış hızı ve bu kaynak yönetimi anlayışıyla, dünyanın bu nüfusu kaldırması fazla mümkün gözükmüyor.
Yukarıda kaba hatlarıyla bir şemaya oturtmaya çalıştığım etkenlerden ikincisi, yani sanayide uygulanan yanlış strateji ve politikaların bedeli olarak ortaya çıkan, çevre sorunlarının tarımda verimliliğin karşısına ciddi bir engel olarak dikilmesi durumu, elimizdeki tabloyu daha da sevimsiz hale getirmekte. “Ağaçsızlandırma” (deforestation) etkinliklerinin giderek daha sık ve daha etkili sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyoruz son on yıldır. Yağış rejimleri etkileniyor, toprak kaymaları her yıl büyük miktarda verimli tarım alanının eksilmesine ve yitirilmesine yol açıyor. Sanayi atıkları nedeniyle doğada ve toprakta oluşan kirlilik ve zehirlenme, doğrudan doğruya yeraltı su kaynaklarını etkilediği ve dünyada kişi başına düşen temiz içme suyu miktarının hatırı sayılır oranda azalmasına yol açtığı gibi, tarım üretimine ayrılan toprakların önemli bir bölümünü de alıp götürüyor elimizden.
İklim değişimi, bütün bunların arasında, tarımın geleceğini tehdit eden en büyük ve en ciddi etken. Farklı bilim adamı grupları arasında (argüman ve referans sunma biçimleri, söz konusu grupların angaje olduğu siyasi/ekonomik çıkar odaklarına göre değişen) iklim değişimi üzerinden uzun ve bitmek bilmez polemikler, karşılıklı suçlama ve hakaretlere varana dek sertleştirilerek sürüyor. Kıyametin koptuğu nokta, gezegenimizin bilinen ve kaydedilmiş iklim paternlerindeki ciddi ve artık su götürmez hale gelmiş sarsıntı ve değişimin nedenleri. Kimi zaman da, iklim değişiminin “yönü” (ısınma ya da soğuma) ya da “hızı” üzerinde, yoğun anlaşmazlıklara sahne olan uzun ve boğucu tartışmalara tanık oluyoruz. Raporlar, karşı raporlar, farklı ve uzlaşmaz sonuçlar sergileyen araştırma verileri birbirini izliyor. Ama nedenler ya da olgunlaşma seyri üzerindeki bu uzun ve detaylı polemikler bir yana, bir tek şey artık “tartışılabilir” olmaktan çıktı: Dünyanın iklim dengeleri (şu ya da bu faktörün etkisiyle) alışılmadık, şaşırtıcı ve hatta ürkütücü bir “deprem” yaşıyor ki, bunun kısa vadede bu gezegen üzerinde yaşayan herkesin günlük hayatını derinlemesine etkileyecek sonuçlarıyla şimdiden karşılaşmaya başladık.
Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası’nın birlikte yürüttüğü uzun ve ayrıntılı bir çalışmanın sonuçları, geçtiğimiz 15 Nisan’da dünyaya duyuruldu ve ciddi yankılar yarattı. (Tabii gezegenimizin içinden geçmekte olduğu sıradışı süreci ciddiye alan ve bundan kaygı duyan “normal” toplumları ve onların belli duyarlılık ve sorumluluğa sahip kimi medya organlarını kastediyorum yankı yarattı derken, yoksa bizde esamisi bile okunmadı bu haberlerin.) Söz konusu araştırmanın sonuçlarına göre, şu anda dünya nüfusunun 850 milyonluk (yani sekizde birinden fazla) bir kesimi, yeterli gıdayı almaktan yoksun ve bu nedenle de açlık nedeniyle ortaya çıkan hastalık ve ölüm tehlikeleriyle yüz yüze. Otuz ülkeden dört yüz bilim adamının katkıda bulunduğu raporda, dünyanın gıda ve tarım sisteminde bir an önce radikal değişikliklere gidilmezse, çok yakında ekonomik ve sosyal problemlerin ciddi biçimde artacağına dikkat çekiliyor.
Ortalama kentli insan için tarım sözcüğü, fazla ilginç ya da önemli değildir. Alışveriş yapmak için, iş çıkışı saatlerindeki sınırlı zamanı kullanarak markete gider ve raflardan aceleyle sebzenizi, pirincinizi, makarnanızı, ekmeğinizi sepete doldurup kasaya yönelirsiniz. Bundan sonrası, basit bir kredi kartı işlemidir ve sizin için birkaç dakika sonra mutfağınızda neler olacağı, ne pişirip ne yiyeceğiniz belli oranda önem taşır, o kadar. Satın aldığınız tarım ürünlerinin üretilmesi sürecindeki ayrıntıları ya da ortaya çıkacak sorunları düşünmezsiniz bile. Eğer fiyatlar artıyorsa, bu ekonominin gidişi ve yönetilişiyle ilgili bir göstergedir ve ekonomi kesinlikle kentsel süreçler tarafından belirlenir. Tarımla ve onun ayrıntılarıyla uğraşmaksa, köylü işidir tabii: “Bana ne canım tarımdan?”
Oysa yalnızca kentlerimizin değil, bu gezegen üzerindeki (sürekli geliştiğine bir biçimde inandığımız) uygarlığımızın temel dayanağı, varoluş nedeni tarımdır ve burada oluşacak herhangi bir sarsıntının, alışılmadık bir olumsuz gelişmenin, yaşam biçimlerimizi ciddi oranda etkileyeceğini düşünmek bile istemeyiz. “Alt tarafı fiyatlar artar, bazı ürünler zor bulunur, paran varsa ve maaşın iyiyse bunu bir biçimde sineye çekersin. Başka ne olacak ki?”
Ne yazık ki durum pek de öyle göründüğü gibi değil. Günümüzden yaklaşık on bin yıl kadar önce, o güne dek göçebe yaşamı sürdürmek zorunda kalan (ve “uygarlık” skalasında ancak bir arpa boyu yol giden) atalarımız bir biçimde tohumun gücü ve toprağın potansiyelini keşfedebildiği için bugün gezegene hükmedebilen ve varlığını koruyup geliştiren bir insan uygarlığı var. Bu anlamda, daha önce birçok kez yinelediğim gibi, insanlık tarihinin en büyük, en mucizevi buluşu ekmektir; elektrik enerjisi, bilgisayarlar, uzaya yolculuk, nükleer enerji ya da cep telefonu değil.
Ekmeği yaratan sürece çok kısaca göz atmak bile, bu fantastik “icadın” önemini ortaya koymaya yeter: İlkin, yaban buğdayı başaklarını düşünün. Göçebe insan gruplarının, geçtikleri yerlerde karşılaştıkları uzun saplı başakları. Hamken hiçbir işe yaramayan ve herhangi bir çekiciliği olmayan; kuruduktan sonra da, sapından ayıracağınız küçük taneleri dişler arasında ezilemeyecek kadar sert, tatsız tuzsuz bir bitki. Doğanın alacalı bulacalı renklere sahip yaban yemişleri arasında fazlasıyla gölgede kalan bu uzun saplı vahşi otların, uygarlığımızın köklü bir biçimde rota değiştirmesinde bu denli güçlü etkisi olacağını düşünmek, ilk bakışta hiç kolay değil.
Yaban buğdayı, o haliyle “işe yarar” kullanımın bir hayli uzağındadır. İnsanlar için ciddiye alınabilecek bir gıda kaynağı haline gelebilmesi için, her şeyden önce yoğun ve dikkatli bir süreçten geçmesi, teknik deyişle tohumun “ıslah edilmesi” gerekir. Yani bugün bizim kullandığımız buğdayla, atalarımızın dolaşırken rastladığı yaban buğdayı arasında dağlar kadar fark var.
Sözünü ettiğimiz ıslah süreci, topraktan, tohumun yaşadığı gelişim ve değişimden, filizlenme ve büyüme sürecinden haberdar olmayı gerektirir; ama bu kadarı yetmez. Her şeyden önce, uzun ve sabırlı bir “yeniden ve yeniden üretim” döngüsü gereklidir. Bugün bile belli oranda karmaşık bulabileceğimiz, gerçekten özveri ve zaman, emek isteyen, çoğu kez başarısız denemelerle yüz yüze gelinip yılgınlığa kapılınabilecek, uzun soluklu bir etkinlikten söz ediyoruz burada. Üstelik bu etkinliği, henüz sahip olduğu teknolojik olanaklar fazlasıyla sınırlı olan avcı-toplayıcı insan gruplarının gerçekleştireceğini de gözden uzak tutmamamız gerekiyor.
Uzun ve yorucu bir sürecin sonunda, gitgide artan bir bilgi-deneyim birikiminden de yararlanılarak, “yenebilir ve hazmedilebilir” nitelikte buğday tohumlarının elde edildiğini düşünelim. O haliyle hiçbir pratik değer taşımayan bu minik taneleri geliştirebilmek için, binlerce yıl öncesinde çok değerli olan emek ve zamanı bu kadar ısrarla ve sabırla harcayan o insanlara hayranlık duymamak elde mi? Sonuçta, saplarından ayırdığınız buğday tanelerini, geniş ve ağır, yassı taşlar arasında ezerek “un” haline getirmeniz; sonra bunu suyla karıştırıp “hamur” elde etmeyi akıl etmeniz; hamuru bekleterek mayalandırmanız ve nihayet güçlü ateşte pişirerek “ekmek” üretmeniz gerekiyor.
Şimdi, geniş ovalarda yiyecek bulma umuduyla dolaşırken karşılaştıkları o uzun saplı, sert taneli yaban otlarına bakarak ondaki bu potansiyeli bir biçimde öngören ve daha da önemlisi, söz konusu potansiyeli yaşama geçirerek uzun ve sabırlı bir uğraşıyı göze alan insan topluluklarını şaşırtıcı bulmaz da ne yaparsınız? Geliştirdikleri tohumla elde edilen üründen bir biçimde akıl edip yaptıkları “pişmiş hamur”un lezzeti ve besleyici gücü sayesinde açlık sorununun üstesinden geldiklerini; bu yolla varlıklarını koruyup soylarını sürdürdüklerini; dahası, buğdayı düzenli ve sistemli olarak üretmeye karar vererek yerleşik düzene geçtiklerini, tarım merkezleri, köyler ve nihayet kentler kurduklarını düşününce, uygarlığımızın bu mucizevi ürüne bağlı olduğunu daha net görmek mümkün.
İşte bu nedenle ekmek, hemen bütün eski toplumlar için kutsal, hatta tanrısal bir armağan olarak görülür. Dilimizde de, yaşamı sürdürmek ve kazanmakla ilgili yerleşik deyişlerin neredeyse tümünde ekmeğin özne olarak karşımıza çıkması şaşırtıcı değildir: Ekmek parası, ekmeği kazanmak, ekmek aslanın ağzında, yediği ekmeğe ihanet etmek ve daha birçokları.
Bilerek ya da bilmeyerek, içgüdüsel biçimde, bugünkü varlığımızın, kentlerimizin, teknolojimizin, uygarlığımızın doğrudan doğruya “ekmek” dediğimiz bu ürüne bağlı olduğunu hissediyor ve ona göre davranıyoruz. Bugün birçok kişi yolda yürürken yere düşmüş bir ekmek gördüğünde, garip bir saygıyla eğilip yerden alır ve kenara, üzerine basılıp ezilmeyeceği bir yere koyar. Sanki o ekmeğe yapılacak bir nankörlüğün, saygısızlığın ve değerbilmezliğin, bugün çok sarsılmaz ve güçlü olduğunu sandığımız varlığımızı ve uygarlığımızı tehlikeye düşüreceğinden, “cezalandırılacağımızdan” korkar gibi.
Yeniden konumuza dönecek olursak, kent yaşamı ve yüksek teknoloji içinde sıradan, basit, görece epey önemsiz bulma ya da öyle davranma eğilimi içinde olduğumuz ekmeği yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek durumundayız ne yazık ki. Doğanın, yerkürenin, iklim düzenlerimizin yaşadığı (çok büyük oranda bizim dışımızdaki etkenlerce belirlenen) tehlikeli ve zor bir süreci adımlamaya başladık. Karşılamaya hazırlandığımız yeni on yıllık dönemin fazlasıyla zor geçeceğine ilişkin alarm zilleri de, birbiri ardına çalıyor. Bugün “İklim değişiminin nedeni insan mı yoksa doğal süreçler mi?” ya da “Faturayı zengin ülkeler mi ödesin yoksa yoksullar mı?” diye tartışmanın fazla bir anlamı yok. Kesin olarak bilinen şu: Dünya tarihindeki olağanüstü ve sıradışı bir süreçten geçiyoruz ve bunun darbelerini birer birer almaya başladık; hem de tam ekmeğimize iniyor bu ilk darbeler.
Neler yapılabileceği ya da yapılması gerektiği, bütünüyle ayrı bir yazının konusu. Ama en azından şunu söyleyebiliriz: Doğuşu ve gelişiminden bu yana, gezegenimizin ve doğanın tarihinde en “mutedil”, sorunsuz ve görece “sakin”, gelişmeyi destekleyici (yaklaşık üç yüz yıllık) bir dönem yaşayan kapitalizm, bu yüzyılda vardığı küresel finans-kapital aşaması ve “şirket tekelciliği” (corporate monopolism) ile ufukta görünen krizi göğüsleme ve aşma kapasitesinden oldukça uzak. Sermayenin çarkları, ilk kez ciddi bir “doğal sorun” ile yüz yüze geliyor ve ipleri elinde tutmaya, varlığını ve egemenliğini korumaya çalışırken, kontrolsüz biçimde artmış nüfus nedeniyle geniş kitleleri açlık tehlikesine itmekten çekinecek durumda değil. Hani derler ya, “Allah insanı açlıkla terbiye etmesin” diye, görünen o ki, dünya 2010’lu yıllardan itibaren ister istemez bir “açlıkla terbiye” sürecine girme tehlikesiyle karşı karşıya. İpleri elinde tutan güç, küresel finans-kapital olunca, bu sürecin yaratacağı gelişmelerin başında “sürekli savaş hali” olduğunu görmek de güç değil.
İnsanoğlu belki de ilk kez, on bin yıldır onu sırtında taşıyan ve gelişimini borçlu olduğu ekmeğini yitirme tehlikesiyle yüz yüze geldi. Tarımdaki gürültülü alarm zilleri, bunun habercisi. Ekmeği yitirmek, uygarlığı hatta varlığını sürdürme gücünü yitirmek demek. Ufukta görünen sorunlar, bu nedenle gerçekten yaşamsal önem taşıyor.
Notlar:
Referans: http://www.ibiblio.org/lunarbin/worldpop
Yıllara göre nüfus için bkz. http://www.belgenet.com/arsiv/nufus.html
BBCnin konuyla ilgili haberi için bkz. http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/7347239.stm