Şimdi geçen ay bizi ziyarete gelen Yunanlı arkadaşımızın Eurovision organizasyonundaki başarımızı kıskanarak, “Biz de Olimpiyatları düzenleyeceğiz naabeer” diyerek hava atmasından, birkaç saat sonra ise henüz tüm hazırlıkları tamamlamadıklarını itiraf etmesinden bahsetmeyeceğim. Zaten yıllarca aynı yemekleri, aynı kültürü (söz konusu olan olimpiyat organizasyonu bile olsa işimizi son dakika bırakma alışkanlığımızı) paylaşan ancak Ege denizi ve politik sebeplerle birbirinden ayrılan iki ülkenin vatandaşı olarak yıllar boyu diğer ülkelerden arkadaşlarımızın katıldığı toplantılarda devamlı kavga etmemizi beklemelerine rağmen iyi geçinmişiz. Dolayısıyla, şimdi kuracağım cümlelerle politik bir kriz yaratmanın alemi yok. O yüzden doğrudan Olimpiyat gecesi ve öncesi ile ilgili tespitlerimi paylaşmaya karar verdim. Yani okuyucu, bil ki bu defa ciddi bir yazı yazacağım. Kesin söz vermemekle birlikte en azından deneyeceğim.

Açılış gecesinde Atina’nın hem klasik hem de  modern Olimpiyatların ilkinin evsahibi olarak tarihi sorumluluğunu hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. En çok aklımızda kalanlar oğlumun deyimiyle milat adamları. Hani geometrik desenli kostümleri, antik yunan giysileri, Tanrıları temsil eden havada uçan, suda yürüyen milat adaları. Onları seyrederek bir kaç saat içinde yaklaşık üç bin yıllık tarihte keyifli bir gezinti yaptık. Geçmişin çok güzel özetlendiği o açılış gecesinde aklıma takılan bazı şeyleri araştırayım derken bulduğum ilginç noktaları sizinle de paylaşayım dedim. (Farkındasınız hala ciddiyim, ama itiraf ediyorum zor iş bu ciddiyet.)

Modern Olimpiyatları Fransız Baron Pierre De Coubertin’e borçluyuz. Kapalı sınıflardaki eğitimin dışında açık havada spor yapacak bir dünya gençliği hayali, onu 1894 yılında katıldığı Uluslararası Spor Kongresinde, Atinada ilk modern Olimpiyatların düzenlenmesi kararını aldırttı. Böylece Atina yüzlerce yıl sonra yeniden düzenlenmeye başlayacak olimpiyatların ev sahibi olacaktı. (Allahım ne kadar ciddi yazıyorum, cıvımak yok. Sonuna kadar böyle, başarabilirim, biliyorum başaracağım.)

 

M.Ö 776 da başlayıp 12 yüzyıl boyunca devam ettirilen klasik olimpiyatlarda kadınların değil sporcu, seyirci olarak bile stada girmesi yasaktı. İlerleyen zamanlarda Tanrıça Hera adına düzenlenen etkinliklerde Olimpiyatlarla aynı zamanda ama kesinlikle stadın dışında olmak kaydıyla yarışmalarına izin verildi o kadar. Artık eski zamanların gölgesinden midir bilinmez, Modern Olimpiyatların ilkinde de statta yarışmacı olarak kadınları görememişiz. Gerçi kadınlar bir sonraki olimpiyatlara katılma hakkını elde etmişler ama olimpiyat tarihinin tek ayrımcılığı bu değil maalesef. Örneğin 1936 Berlin olimpiyatları, Hitler’in ırkçılık propagandası yaparak ABD’yi alenen ari ırk yerine zencileri yarışlara soktuğu için eleştirdiği bir platforma dönüştüğünde ABD’li siyahi atlet Jesse Owens 4 altın madalya kazanarak ari ırkın üstün sonuç beklentisini hayalkırıklığına dönüştürdü. Öte yandan, olimpiyatlardaki ırkçı yaklaşımı yüzünden Hitler’i eleştiren 1936 Amerika’sında da garip şeyler olmaktaydı. Jesse Owens’in madalya kazanmasına rağmen kendi ülkesindeki otobüslerde arka koltuklarda seyahat etmek zorunda kalması gerçekliği göz ardı edilemeyecek tarihi bir gerçek. “Amerika’lılar yarışmaya katılma şansı tanımışlar ırkçı sayılmazlar, arka koltuk meselesini büyütmeye gerek yok” tarzı söylemler, light ırkçı diye bir kategori oluşmasına ve Amerikalıları aklamaya yardım etmiyor maalesef. 

Aynı yarışların  uzun atlama dalındaki seçmelerinde faul yaptığı için Jesse Owens’ın diskalifiye olmasına ramak kalmıştı. Alman rakibi Lan, ona işini garantiye alması için son hakkında atlamadan önce adımını çizgiye biraz mesafe kalarak ayarlaması taktiğini veren ve yarış sonunda rekor kırarak altın madalya aldığında onu ilk kutlayan kişi oldu. Hem de Hitler Almanya’sında ve Hitler’in gözü önünde. (cesarete bak. Neyse… Sulandırmayalım şimdi) Berlin olimpiyatlarında Jesse Owens hezimetinden sonra Amerikalıların 4 çarpı 100 bayrak yarışındaki iki Yahudi atletle de tarih yazmaya hazırlanması Hitler’i iyice çileden çıkarmış olmalı ki, politik bir ayak oyunu ile son anda bu iki atlet Amerikan takımından çıkartıldı. Yine de yarışı Amerikan takımı kazandı, çıkartılan atletlerden birinin yerine Jesse koşmuştu.

Olimpiyat tarihini gözden geçirdiğimizde, insanlık, onur, barış adı altında yapılan bu yarışlara yıllar içinde  ırkçılığın dışında politik protestoların da gölgesinin düştüğünü görüyoruz. 1968 olimpiyatlarında Amerikalı iki atlet şeref kürsüsünde ülkelerinin bayrağı göndere çekilirken siyah eldiven giyerek yumruklarını havaya kaldırmış ve bu sebeple takımdan çıkartılmışlardı. Jesse Owens’tan 32 yıl sonra “Bize ülkede ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlar ama sağolsun yine de yarışlara gönderiyorlar” demeden tüm dünyanın gözleri önünde kendi ülkelerini protesto ederek tarihe geçmişler. Sadece uslu uslu madalyalarını alıp kürsüden inselerdi dünya ve olimpiyat tarihi onları pek anımsamayacaktı bile. Oysa onlar kendilerinden önce ve sonraki pek çok birey ve ulusun yaptığı gibi bu platformu kamuoyuna seslerini duyurmak ve mesajlarını iletmek için kullandılar.

1976 Montreal oyunları ırkçı politika izleyen Güney Afrika ile spor müsabakaları yaptığı gerekçesiyle Yeni Zellanda Afrika ülkeleri tarafından boykot edilmiş. Coğrafya bilgime göre Montreal Yeni Zellanda’nın başkenti değil ama, hazır böyle uluslar arası platform bulmuşken boykot edelim de sesimizi duyuralım demiş olabilirler. Ya da belki paraları yoktu bunu söylemeyi gururlarına yediremediklerinden böyle bir bahane uydurdular, kimbilir. Paraları yoktu lafı şaka gibi dursa da bu benim ürettiğim bir geyik değil. Çünkü Olimpiyat tarihi boyunca ekonomik krizler yüzünden uzak ülkelerdeki karşılaşmalara katılamayan pek çok ülke var. Örneğin biz de paramız olmadığı için (ülkesel bazda paramız yok yerine bütçe ayrılmadığı için gibi daha şık bir laf var ama olsun) Avustralya’ya çok kısıtlı bir kafileyle gitmişiz, 1932’de Amerika’da düzenlenen organizasyon da dünyadaki büyük ekonomik kriz ve ulaşım zorluğu yüzünden sönük geçmiş.

Boykotlar sonraki Olimpiyatlarda da devam etmiş. 1980 Moskova olimpiyatları Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sebebiyle başta Amerika olmak üzere biz dahil pek çok ülke tarafından boykot edilmiş. 1984 Los Angeles olimpiyatlarına da bilin bakalım kim katılmamış? Sovyetler ve Doğu bloku ülkeleri tabii ki.  

Ne demiştik olimpiyat ruhu için? Ha evet, barış, onur, insanlık falan filan.

Aslında daha eski toplu boykotlara da rastlanmış tarih boyunca. Mesela 1956 Melbourne oyunlarını; Hollanda İspanya ve İsviçre Rusların Macaristan’ı işgalini, Irak, Mısır ve Lübnan ise İsrail’in Süveyş’i işgalini bahane ederek boykot etmiş. Melbourne olimpiyatlarının bir de komik hikayesi var. Tarihte ilk defa oyunların bir kısmı başka ülkede düzenlenmek zorunda kalmış. Binicilik yarışmaları, Avustralya’ya dışarıdan hayvan sokulması yasak olduğundan Stockholm’de gerçekleşmiş o sene. Karışmayayım diyorum ama çatlıyorum, bu ne biçim iştir? Biliyorsun ki Olimpiyatlarda binicilik diye bir dal var, Madem ülkede böyle bir kanun var, illa ki Olimpiyatlar ülkende düzenlensin istiyorsan niye kanunu değiştirmiyorsun? Değiştiremiyorsan, ne demeye kalkışıyorsun organizasyona filan? Hadi sen kalkıştın, Olimpiyat Komitesi nasıl atlıyor böyle bir detayı?  Neyse, konu dağıldı boykot diyorduk biz ama böyle gaflar karşısında da insan gülsün mü kızsın mı şaşırıyor.

Gaflara geçmişken bari Komite’nin diğer tarihi ayıplarını da yazayım da çıksın aradan.
104 yıl içinde kısmi boykotlarla da olsa 4 yılda bir yapılan Olimpiyatlar sadece 1916,1940 ve 1944 yıllarında 1. ve 2. dünya savaşları sebebiyle yapılmamış. Ancak tarihi hata, yapılmayan Olimpiyatlarda değil takip eden yıllarda gizli. Olimpiyat Komitesi 1920 yılında Türkiye, Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan’ı, 1948 yılında ise Almanya ve Japonya’yı organizasyonlara davet etmemiş. Ortak yanları hepsinin savaş sonrası mağlup ülke ilan edilmiş olmaları. Amaç Olimpiyat ruhu adına savaşı kınamak ve barışı yüceltmekse,  yenilmiş ülkelerin cezalandırılması garip kaçmıyor mu sizce de? Barış, onur, insanlık dersleri olimpiyatlar sınavında o aralar hala seçmeli ders gibi. İster ver ister verme. Kimse dersten geçemeyenleri sorumlu tutmuyor daha o yıllarda.

Ama bazı durumlarda ise geçmişe yönelik derslerin tekrar gündeme geldiği vakalar da yok değil. Örneğin 1912 olimpiyatlarında Amerika adına tarih yazan kızılderili kökenli Jim Tharpe gibi. Jim, Pentatlon ve dekatlonun 15 dalının 9’unda birinci olarak ülkesine madalya kazandırdı. Ancak ertesi sene yarı profesyonel olduğu gerekçesiyle kendi ülkesi tarafından Olimpiyat komitesine şikayet edildi ve madalyalarını geri aldılar. Sebep ise çok komikti ama Amerika o zamanlar bunu büyük bir ciddiyetle sundu dünyaya. Gençliğinde çiftçilik yaparken bir kasabanın beyzbol turnuvasına katılması karşılığında, o gün çalışmayarak kaybedeceği 60 dolar yevmiyenin kasaba takımı tarafından kendisine ödendiği tespit edildi ve bu bahane edilerek Jim profesyonel sporcu sınıfına sokuldu. Işın aslı ise bambaşkaydı. Geri planda kirli bir oyun oynanıyordu. Bazı beyaz adamlar, kendi ülkelerinde bir kızılderilinin ulusal kahraman olmasını içlerine sindirememişti. Yıllarca süren dava sonucunda ölümünden 30 yıl sonra ünvanı ve madalyalarına kavuştu.

Bunun Türk versiyonunda kızılderililer yok ama burada da bürokrasi trajikomik bir şekilde karşımıza çıkıyor. 1948 olimpiyatlarında bize altın madalya kazandıran Gazanfer Bilge, Yaşar Doğu gibi güreşçilerimiz 1952 Helsinki olimpiyatlarına yollanmıyor. Çünkü onlar da Türkiye Milli Olimpiyat komitesi tarafından amatör değildir diye damgalanıyor. Sebebi ise 1948 olimpiyatlarında bize altın kazandıran bu sporcuların başarılarından ötürü yarış sonrasında para ile ödüllendirilmeleri. Ödüllendiren kim? Devlet. Niye? Olimpiyat şampiyonu oldular diye. 4 sene sonra profesyonel ilan ederek olimpiyatlara göndermemekle cezalandıran kim? Devlet. Niye? Bir önceki Olimpiyat oyunlarında  şampiyon olunca onlara para ödülü verdikleri için. Güler misin ağlar mısın?

Bu profesyonel ve yarı profesyonel ayrımının kalktığı dönüm noktalarından biri ise bize Amerika’nın rüya takımını olimpiyatlarda görme şansı kazandırdı. 1989 yılında basketbol komitesi bir karar alarak profesyonel basketbol takımlarının olimpiyatlara katılabilmesinin yolunu açtı. 1992 Barselona Olimpiyatlarında Amerika sahaya Michael Jordan, Larry Bird, Magic Jonson, Charles Parkley ve Karl Melone ile çıktı. Oynadıkları hiçbir maçı kaybetmeyerek Olimpiyat tarihine geçtiler. Karşılarında en az fark yiyen takım Hırvatistan’dı ve bu “az fark” ise 32 sayıydı!!  Olimpiyatlar, basketbolda bir daha böyle bir rüya yaşamadı. (ya da başka bir deyişle diğer ülke takımları böyle bir mağlubiyet kabusu yaşamadı)

Bir de rüya takımlar dışında kendi rüyalarını gerçeğe dönüştürenler var. Binlerce madalyanın arasında onlarınkinin daha çok parladığı bu sporculara da birkaç örnek vermek gerek. Onlar mucizelerin varlığını kanıtlayan canlı örnekler:

1960 Roma olimpiyatlarına katılan Wilma Rudolph, 8 yaşına kadar bırakın koşmayı, geçirdiği çocuk felci, kızıl gibi hastalıklardan dolayı yürüyememiş bile. 11 yaşında spora başlamış ve azimle çalışarak Roma’da 4 altın madalya almış.

1968 yılına kadar son 23 yıl içinde uzun atlama rekoru sadece 22 cm ilerleyerek henüz 8 metre 35 cm’e ulaşmıştı. Atlama mesafesini gösteren ölçüm çizgisinde yazan son rakam ise 8.50’ydi. Bu, bir insanın uzun atlamada ulaşabileceği azami sınır olarak düşünülmüştü. Oysa Amerika’lı Bob Beoman o sene 8.90’lık atlayışı ile birkaç saniye içinde hem rekoru 55 cm, hem de insanlığın maksimum başarı kavramını da 40 cm daha ileri taşıdı. Bu rekor 23 yıl sonraki dünya şampiyonasında 5 cm daha ileriye taşındı. Ancak rekor Olimpiyatlarda geçilmediği için 8.90’lık efsanevi atlayış, 2004 yılı itibariyle hala Bob’a olimpiyat tarihinde en kalıcı rekor sahibi ünvanını kazandırmış bulunuyor.

1960 yılında dünyanın en fakir ülkeleri arasında sayılan Etiyopya’dan bir kadın Abebe Bilala da tüm dünyaya bir onur dersi verdi. Roma’da çıplak ayakla koşarak maraton dünya rekorunu kırdı. Neden çıplak ayakla koştuğu sorulduğunda “Dünyanın ülkem Etiyopya’nın hep azim ve kahramanlıkla kazandığını bilmesini istedim” dedi. Kozmik şakacı ona, 30 yıl önce ülkesini işgal eden İtalya’yı kendi başkentlerinde sporla fethetme şansını vermişti. Bir sonraki olimpiyatlara ayakkabıyla katıldı. Azim ve kahramanlık da bir yere kadar tabii.

Rüyasını gerçeğe dönüştüremeyen bir örnek var şimdi de sırada. Hem de bizden biri. O ülkesi olimpiyat nedir fikir sahibi değilken 1896 yılında düzenlenen oyunlara katılmak üzere yola çıkmış biri: Koç Mehmet Pehlivan. Atina’ya vardığında rakiplerinin yenemediği pehlivanın sırtını bürokrasi yere getirir. Osmanlı Devleti Olimpiyat komitesine üye değildir ve medeni cesaretiyle kendi başına yollara düşüp Atina’ya giden Koç Mehmet bu gerçeklik karşısında mindere çıkamadan geri döner ülkesine.

Şimdiye kadar ya politik oyunlardan, ayıplardan ya da tarih yazan başarılardan söz ettik. Sırada ise sıradışı bir olimpiyat kahramanı var. 2000 yılı Sydney olimpiyatlarının Ekvator Yeni Ginesi’nden katılan yüzücüsü: Eric Moussambani. Olimpiyatlardan sadece 9 ay önce bu spora başlamış ve yarıştan önce hiç bu kadar uzun mesafe için antreman yapmamıştı. Hani derler ya, maksat spor olsun diye katılmış gibi bir hali vardı Eric’in. Elemeler sırasında diğer yarışmacılar hatalı çıkış yaptığı için diskalifiye olunca, Eric tüm yarış boyunca tek başına yüzdü ve aslında yarışı bitirme derecesi günün en hızlı derecesinin neredeyse iki katıydı. Ama o izleyicilerin çılgınca alkış desteği altında Olimpiyat ruhuna yakışır bir şekilde yarışı tamamladı. Sahi,  neydi bu olimpiyat ruhu?

Bu kadar yazı aslında su son satırları yazmak içindi, yani ünlü Olimpiyat ilkelerini:

Olimpiyat Oyunlarında en önemli şey kazanmak değil katılmaktır; tıpkı gerçek yaşamda en önemli şeyin zafer değil yarışmak olması gibi.  Önemli olan fethetmek değil iyi mücadele etmiş olmaktır.
– Baron Pierre de Coubertin, Modern Olimpiyat Oyunlarının Kurucusu.
 

Not: Olimpiyat tarihine adımı yazdıramasam da kendi kategorimde ciddi sayılabilecek bir yazıyla bugünün tarihini kendi günlüğüme yazdım. Benim için büyük, insanlık için küçük bir adım bu. Neyse… Önemli olan yarışmaktı. Diğer yazışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum.