Jules Verne “Denizler Altında 20 Bin Fersah”ı yazdığında Nautilus gibi bir denizaltı, “Ay’a Seyahat”i yazdığında ise uzaya çıkmak sadece birer hayaldi. O zamandan beri bilim-kurgu eserler verenler dünyanın ve insanlığın geleceği üzerine sayısız öngörüde bulundular. Bunlar içinde aşırı hayalperestlikler, sonradan yanlışlananlar çıktığı gibi gerçekleşenler de oldu. Bilim-kurgucular 2000’li yıllar için ne hayal etmiş, ne tahmin etmişlerdi? Neler gerçekleşti?

Roman, film ve çizgi romanlardaki pek çok bilim-kurgu fantezisinin zamanla birer birer gerçekleştiğine şahit oldu insanlar. Bilim-kurgu yazarları, çizerleri ya da sinemacıları geleceği hayaletmekten vazgeçmeyen insanlık içinde geçmiş dönemlerin kahinleriyle günümüzün fütürologları arasında bir alanın temsilcileri oldular hep.

20. yüzyılda bilim-kurgucuların hayal ve tahminlerinin en önemli hedeflerinden biri 2000’li yıllardı. Pek çok bilim-kurgu eserinin hedefi 2000’leri öngörebilmek, bu çağın yaşantısını tasvir edebilmek oldu. Yaşadığımız bugün bir zamanların bilim-kurgucularının geleceğiydi… Onlar geleceğe yani bizim günümüze hayali bir yolculuk yaparken, biz de onların günümüz için neler öngörüp, ne kadar tutarlı olabildiklerini görmek için geçmişe, 40-50 yıl kadar öncesine uzanalım dedik…

III. Dünya Savaşı olacaktı…

Bilim-kurguda iki eğilim egemendi. İyimser olanlara göre 2000’li yıllar ideal bir topluma kavuşuyor, maddi problemler çözülüyor, birlik, barış ve bilgelik hakim oluyordu. Karamsarlara göre ise dünya 2000’lerden itibaren felaketler, krizler, çöküşlere gebeydi. Şimdilik karamsarların düşündüğü gibi nükleer felaketler, dünya savaşları ya da medeniyetler çökerten göktaşı yağmurları yaşamadık ancak yeni binyılın ilk on yılı hiç de içaçıcı manzaralara sahne olmadı. Şiddet, savaşlar, işgaller, katliamlar, açlık, ekonomik kriz, küresel ısınma, iklim değişiklikleri gibi pek çok büyük hadise bilim-kurgunun karamsarlarına hak verir gibiydi.

1970’lerin dünyası soğuk savaşa göre şekillenirken bilim-kurgu da bundan nasipleniyordu. O yılların Rock Hudson’lı “III. Dünya Savaşı” ya da “Sıfır Noktası” gibi filmlerine göre dönemin iki süper gücünün günümüzde bir dünya savaşına girmesi kaçınılmaz görünüyordu. Hatta pek çok bilim-kurgu filmine göre bu nükleer bir savaş olacak ve insanlık “Mad Max” serisindeki gibi “sil baştan” diyecekti. İkinci sınıf pek çok film de bu konuyu işlemekten geri kalmadı. Soğuk savaş gölgesindeki bu karanlık gelecek tahminleri gerçekleşmedi. Ancak 2000’li yıllarda dünya savaş ve işgalsiz de kalmadı.

Soğuk savaş dönemi bilim-kurgucularına göre iki süper güçten biri olan Sovyetler Birliği ezeli görünüyordu ve çözüleceği tahmin edilmiyordu. Stanley Kubrick’in 70’li yıllarda çektiği kült filmi “2001: A Space Odyssey” dahi 21. yüzyılda halen bir Sovyetler Birliği olacağını öngörüyordu. O zamanların en ileri görüşlü yazarı ise Helene Carrere D’Encausse çıkıyordu. “İmparatorluk Çatırdıyor” kitabında D’encausse SSCB’nin yıkılmak üzere olduğunu fikrini 1978’de ilan ediyordu. D’encausse’un haklı olduğu yıllar sonra ortaya çıkacaktı. ABD’nin siyahi bir başkanı olacağı fikri ise 40 yıl önce bilim-kurgu için oldukça “uçuk” bir tahmindi. 1968’de öldürülen Martin Luther King’in bu rüyası ancak 40 yıl sonra gerçekleşirken bile dünya şaşkındı. Alain Peyrefitte ise 1973’teki fütürist kitabında Çin’e dikkat çekiyordu: “Çin uyandığında tüm dünya titremeye başlayacak”. Komünist Çin’in 2010’da ABD’ye rakip olması, “dünyanın imalathanesi” haline gelmesi bilim-kurgu yazarları için bile tahmin edilemezdi.

Bir Dünya Federasyonu

1970’ler bilim-kurgusunda hakim olan bir başka anlayış ise 21. yüzyılla beraber dünyanın hatta tüm Galaksi’nin tek bir yönetim altında birleşmesi ümidiydi. Bilim-kurgu edebiyatının kült ismi Asimov’un “Vakıf” serisi romanları insanlığı adeta bu fikre hazırlıyordu. Böylece küresel barış ve adalet de sağlanacaktı. Ancak günümüze gelindiğinde ne ABD’nin, ne de BM’nin bu noktada fazla bir katkı sağlamadığı görüldü.

1970’lerde günümüz için ütopik toplumlar öngörmeyi sürürden bilim-kurgucuların iyimserleri 2000’lerde açlık, sağlık, barınma gibi problemlerin dünyada bilim, teknoloji ve refahın gelişmesiyle hallolacağını düşünüyorlardı. Robotlar ağır işleri üstlenecek ve insanlar dünya zevklerinden daha fazla yararlanacaklardı. Hatta bazı bilim-kurgu romanlarında insanlar 2000’li yıllarda sadece eğlence, felsefe, sanat, bilgelik ve entelektüel gelişime yöneliyorlardı. Buna karşılık, karamsarlar daha kötü bir dünya öngörüyorlardı. 

21. yüzyılın sorunları

Bilim-kurguyla ilgilenen hemen herkes 21. yüzyılda dünyanın muazzam bir nüfus artışı yaşayacağını düşünüyordu. Charlton Heston’lu 1973 yapımı “Soylent Green” filmine göre dünya nüfusu 2020’de 10 milyarı aşmış olacaktı. Filmde günümüz için öngörülen hava, deniz kirliliği,nüfus artışı ve küresel ısınma 40 yıl sonra gündeme oturuyordu. 71 yapımı “The Omega Man” filmine göre ise tüm insanlık yok olmanın eşiğine gelmiş ve bir adam tek başına vampirlere dönüşmüş yaratıklarla bomboş dünyada baş başa kalmıştı.

“Mad Max” filmine göre akaryakıt sorunu 2000’lere hakim olacak ve son petrol varillerine hakim olabilmek için verilecek savaş sıradan insanları bile vahşileştirecekti. Aradan geçen süreçte petrol için yaşananlar Mad Max’in öngördüğü günlerin çok uzak olmadığını düşündürüyor.

Biri Bizi Gözetleyecekti…

Karamsar bilim-kurgucular için bugünümüz tüm toplumun sıkı kontrol edildiği bir polis devletine doğru gidiyordu. Filmleri de yapılan George Orwell’in “1984” ve Aldous Huxley’in “Brave New World” romanları mükemmel bir diktatörlüğün yaşanacağı endişesini taşıyorlardı. Herkes her yerde gözetlenecek ve kayıt altına alınacak, insan ve kitle davranışları yönlendirilecek, kimlik tesbiti ve takibi teknolojisi gelişecek, gereğinde “Gattaca” filmindeki gibi genetik şifreler bile takibe konu olabilecekti. 1971 tarihli “THX 1138” filminde geleceğin insanlarının aşk, şehvet gibi pek çok duyguları otorite tarafından kontrol ediliyordu. Aradan geçen zaman günümüzde bu tablonun yumuşak bir yüzle gerçekleşeceğini gösterecekti.

“1984” romanı ve filminde herkesi, her yerde izleyen ve yönlendiren “Big Brother” teknik olarak çok kısa bir sürede gerçekleşti. Orwell’in “Big Brother”ı dev ekranlarla totaliter anlayışını herkese kabul ettiriyordu. Oysa günümüze gelene kadar televizyon, video ve kitle iletişim araçları düşünülemeyecek kadar insan hayatına girdi ve insanları Orwell’in de düşünmediği kadar yönlendirmeyi başardı. Büyük filmlerden “Rollerball”da da hemen her odada bulunan ve muhatapları karşılıklı olarak konuşturan ekranların yerini bugün görüntülü telefonlar ve internet görüşmeleri çoktan aldı bile.

Yapay Zeka

Eski bilim-kurguların meşhur fantazilerinden biri de hemen hemen her şeye cevap veren bilgisayarlardı. Stanley Kübrick’in 1968 tarihli “2001 A Space Odyssey” filmindeki yapay zeka HAL, “Uzay Yolu”ndaki konuşan bilgisayarın yanı sıra tüm dünyayı ve sistemi kontrol eden akıllı makineler filmlerin ve romanların vazgeçilmezleri arasındaydı. “Dünyayı Yöneten Makina” romanı 2000’lere doğru tüm sisteme ve sosyal yapıya hakim bir yapay zekanın öyküsüydü. Şüphesiz bunlar arasında en iz bırakanları ise Asimov’un “Çelik Mağaralar”ındaki insanların düşüncelerini bile okuyarak değiştirebilen ve gideren tüm Galaktik sistemin gizli yöneticisi olan robottu. Bilim-kurgularda sayısız çeşit ve nitelikte bilgisayarlar ve akıllı makinalar arzı endam etti. Nitekim 40 yıl sonra bilgisayarlar ve programlar hayatımızın her alanına girdi. 70’lerin meşhur kitaplarından birinin kahramanı olan ve dünyanın bir ucundan diğer ucuna anında iletişim kurabilen ve insanlığın tüm bilgilerine ulaşabilen bilgisayarın da ötesinde internet ve Google eski bilim-kurguların düşünemediği şekilde tüm bu hizmetleri çocukların bile günlük hayatına sokuverdi. Bir zamanlar “Işınla bizi Scotty!” diyen kaptan Kirk ve Mister Spock’ın ışınlama teknolojisi ise şimdilik hala hayal olmakla beraber günümüzün cep telefonları onların telsiz benzeri telefonlarını dahi geçmiş durumda.

Robotlar ve insan görünümlü androitler tüm devirlerin ama özellikle 70’li yılların bilim-kurgularının gözde elemanlarıydı. 1982’nin filmi “Blade Runner”ın tıpkı normal insanlar gibi yaşamak isteyen hümaoidlerinin yanı sıra 1976 yapımı meşhur “Logan’ın Kaçışı”ndaki insandan farkı olmayan androit gibileri ya da “Futureworld” fimindeki deki Yul Brynner kılığındaki insansı robotlar henüz imal edilemedi. Günümüzün robotları şimdilik insanilikten biraz uzaklar.

Uzayın fethi pek yakındı!…

Maalesef 2010’lu yıllara geldiğimiz şu günlerde Flash Gordon ve peşinden gelen sayısız bilim-kurgu eserinde saf bir şekilde öngörüldüğü gibi uzayı fethedebilmiş değiliz. Arthur C. Clark 2001’de Ay’da kurulacağını düşündüğü üssü ve Uzay 1999 dizisindeki “Ay Üssü Alfa” yı henüz kuramadık. Tarkovski’nin başyapıtı “Solaris”teki gibi bir başka gezegene üs kurmamız hala hayal ürünü. Ancak Gagarin’in uzayda ilk yürüyüşünden ve ilk uydu Sputnik’in ve ilk televizyon uydusu Telstar’ın yörüngeye yerleştirilmesinden itibaren geçen yaklaşık 40 yılda dünya yörüngesini uydularla işgal etmeyi başardık. Uzay istasyonları kurduk. “Buck Rogers” gibi gidemesek de Hubble Uzay Teleskobu sayesinde sadece yakın gezegenlerin değil uzayın milyarlarca yıl mesafesinden görüntüler ve bilgiler alabiliyoruz.

Yazar Arthur C. Clark 2000 yılında Mars’a ayak basacağımızı da düşünüyordu. Brian De Palma’nın “Mars’a Yolculuk” filmi bu projeyi biraz erteleyerek 2020 yılına almıştı. Ancak bir zamanların filmlerinde fethi çok yakın görülen Mars’a ulaşma konusunda hayal kırıklığı yaşasak da robotlu bir uzay aracı indirmeyi bile başardık. Mars konusundaki hayal kırıklığı her şeye rağmen “Mars’ta hayat izine rastlandı!” gibi basının en büyük kilişelerinden birini hiçbir şekilde etkilmeyi başaramadı.

Antenli yeşil adamlar hala hayal

Uzayın fethinin getirdiği düş kırıklığı doğal olarak uzay gemilerini de etkiledi. Flash Gordon’un 1930’lu yılların otomobillerinden esinlenen çizimleriyle yuvarlak hatlı uzay gemileri, Uzay Yolu’nun “Atılgan”ı, Galactica’nın dev uzay gemileri maalesef gerçekleştirilemese de, Uzay Mekiği ve Milyarder Richard Branson’un yaptırdığı turistik yörünge gemisi bunların boşluğunu günümüz için dolduruyor.

H.G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanı ve filmi önceleri uzaylıları korkunç gastermiş, Carl Sagan’ın çabaları ve “Contact” isimli romanı dünya dışı canlılara neredeyse herkesi inandırmıştı. “Dünyalar Savaşı” filminin hortum gibi uzun boyunlarını uzatan uzaylıları “İndependence Day” ve “Visitors” filmlerindekiler gibi tüm dünyayı işgale kalkmışlardı. Spielberg’in “3. Türle Karşılaşma” ve “E.T.” filmleri ise uzaylıların aslında oldukça “cici” ve insancıl yaratıklar olduğunu benimsetmişti. Oysa bugün uzayda “resmen” hala yalnızız. Pek çok bilim-kurgunun vazgeçilmez elemanları olan “Marslı Yeşil Adamlar”la temasa geçebilmiş değiliz.

“Geleceğin” yani bugünün şehirleri

Isaac Asimov’un romanlarının yanı sıra sayısız bilim-kurgu 2000’li yıllarda aşırı büyük, insanilikten oldukça uzak, dev kulelerden ibaret megapollerde yaşayacağımızı öngörüyordu. Bu megapollerde Kurt Russell’ın oynadığı “New York’tan Kaçış”taki gibi şiddet ve anarşiden geçilmeyecekti. Bu bilim-kurguların öngördüğü 2000’lerin şehri kargaşa içinde bir Dubai ya da Hongkok’tu adeta. Bu fütürist mimariyi Le Corbusier gibi çılgın mimarlar hızla gerçekleştirdiler. Nitekim cam binalar, dev gökdelenler her yerde yükselir oldu.

40 hatta 20 yıl öncesinin bilim-kurgu filmlerine göre günümüzde çoktan uçan otomobil tarfiğine geçilmesi gerekiyordu. “Geleceğe Dönüş”, “5. Unsur” ya da Ridley Scott’ın efsanevi “Blade Runner” filminin kahramanları 2000’li yıllarda uçan otomobillerle seyahat ediyorlardı. Sonunda geçtiğimiz günlerde gerçekten uçan bir otomobil yapıldı.

Haplarla beslenecektik!…

Yine bilim-kurgucuların hayaline göre günümüzde geleneksel beslenme bitecek ve hap gibi tatsız tuzsuz, hazır ve sunigıdalar sofraları donatacaktı. 70’lerin “Soylent Green” filmine göre tam da şu günlerde dünyadaki besin sıkıntısı yüzünden yeşil bir yosun baş öğünümüz haline gelecekti. Bazı bilim-kurgulara göre ise tüm yemek kültürümüz ortadan kalkacak ve sofrada haplarla idare edecektik. Durumumuz bu kadar vahim olmadı ama mikro dalga için hazırlanmış yiyecekler, dondurulmuş, hazır ve katkılı gıdalar, hemen hepsi genetik olarak değiştirilmiş tarım ürünleri hayatımıza öyle bir girdi ki günümüzde neredeyse doğal bir gıda bulmak imkansızlaştı.

1970’lerin yazarlarına göre aile yapısı hatta üreme şekli bile değişecekti. Aslında tüm bunlar yaşandı ancak bu değişim bir film kadar göz alıcı olmadı. Tüp bebek, taşıyıcı anneler, yapay üreme metotları, embryon nakli gibi değişik üreme biçimleri hakim olmasa da kendine yer edinebildi.

Canlıların klonlanması ise hayal ürünün olmaktan çıkarak gerçekleşti bile. Bir sonraki adımda insan kopyalarının gerçekleştirilmesi var. Şimdiki endişe bu kopyaların birer “insan müsveddesi” haline gelme riski. 1977’de “Doktor Moreau’nun Adası” filminde öngörülen genetiği değiştirilmiş canlıları üretmek için bugün tüm imkanlar mevcut.

Mr. Spock gibi taytla dolaşacaktık!…

60-70’li yılların bilim-kurgularına göre 21. yüzyılda tüm dünya ünisex kıyafetler giyecek hatta taytlarla dolaşacaktı. Bu öngörü yaygınlaşmadı ama bilim-kurgu türlerinde ve çizgi romanlardaki giysilerden ayakkabılara kadar pek çok şey hayatımıza girdi. Günümüzün sivil giyiminin adeta son elli yılın bilim-kurgularının bir karması haline gelmesi için yüzlerce yıl geçmesine gerek kalmadı. Uzay Yolu’nun üniformaları ise ancak pijama ve eşofman olarak yer edinebildi.

1975 yapımı kült film “Rollerball” sporu klasik “barış, dostluk, kardeşlik” olarak ele almıyordu. Gelecekte, tıpkı Roma arenalarındaki gibi bir kitle vahşeti, holiganizm, doping ve kitle tatmini perspektifinde görüyordu sporu. Bu görüşü gelecek günler haksız çıkarmayacaktı.

Din bitecekti!…

Bilim-kurgular genellikle bilimsel gelişmeleri ve teknolojiyi ana motif olarak aldıklarından bilim-kurgu ürünlerinde din çoğu zaman gelecekte yeri olmayan bir olgu olarak ele alındı. Bunda 20. yüzyılın materyalist eğilimlerinin etkisi yadsınamazdı. En insaflı gelecek tahayyüllerinde bile dine gelecekte New Agevari bir yaklaşımla, dinlerin ve felsefelerin birleştiği karma bir olgu olma şansı verildi. Pek çok bilim-kurgu filminde ise artık bilimin de aşırı gelişmesiyle dine gelecekte yeri olmayan bir şey olarak görülüyor ya da Sean Connery’li “Zardoz”daki gibi bir aldatmacadan ibaret kalıyordu. Ancak bu yalaşımın fena halde yanlış olduğunu daha 21. yüzyıla girmeden tüm dünya sarsıcı bir şekilde görecekti. Oysa gelecek öngörülerinde dine yer verilmesi pek düşünülmeyen bir devirde Andre Malraux “21. yüzyıl ya dini bir asır olacak ya da hiç olmayacak” diyerek çok isabetli bir tahminde bulunmuştu. Neticede dinin yok olacağı düşünülen 1970’lerden bugüne dünya ciddi bir dini uyanışa sahne oldu.

Hastalık kalmayacaktı!…

Kanser bitecekti. Bitmedi ama binlerce kansere karşı metod, ilaç ve alternatif tedavi pazarlandı. Kansere çare aparagas gazete manşetleriyle sınırlı kaldı. Ancak vücut görüntülendi, teşhis ve görüntüleme gelişti. Mikroskobik boyutlarda küçültülen bir gemiyle insan vücunda seyahati anlatan 1966 yapımı “Kan Damarlarına Yolculuk” filmi aynen olmasa da aletler vasıtasıyla görüntüleme yoluyla gerçekleşti . 70’lerde büyük bir fantezi olan yapay kalp neredeyse gerçekleştirildi. Bir zamanlar bilim-kurgu için bile hayal olan organ nakilleri bugün rahatlıkla yapılabiliyor. Kök hücre tedavisi bilim-kurgu için bile bir zamanlar düşünülemeyen bir şeydi.

Neticede bilim-kurgucuların hayal ettikleri pek çok şey aynen olmasa da yaklaşık olarak gerçekleştiler. Tam olarak başarılamayan başlıca 3 şey kaldı. Bunlar madde ışınlanması, dünyadışı canlılarla temas ve zamanda yolculuk.

Birol Biçer