Fotoğraf çekilmeden önceki anlar hepimizin yaşadığı ve adrenalin yüklü anlardır. Her şey o herkesin sırıttığı mutlu anı albümlere koyarken kavgalarla aile krizine yol açma isteğiyle başlar. Sonra o albümler ya aile dostlarına gösterilip saç, makyaj, giysi hakkında uzman görüşü istenir ya da aile ile tanıştırmak için eve getirilen sevgililere gerçekten tüm aile erbabının özgeçmişini dinlemekten çok hoşlandığı (!) zamanlarda gösterilir.

Bunların dışında en sinir bozucu anlar fotoğraf çekilirken yaşanır. Tam partinin havasına girmişken içine girdiğiniz dünya bir anda ‘hadi biraz yaklaşın da bir poz daha çekiim’ , ‘çiiiz diyin’ , ‘gülümseyin çekiyorum’ gibi kıyamet alametleriyle paramparça olur. Ondan sonra insanlarla gereğinden fazla yakınlaşıp fotoğraf çekenin insafıyla ters orantılı bir süre beklersiniz. Fotoğraf makinesini ele geçirmiş bir cani ile karşı karşıya iseniz işiniz daha zordur. Bu zat siz tam halanızın parfümünü solumaktan bıkıp ‘yeter artık çek şunu’ ( ya da kısaca ‘hadii’) derken deklanşöre basmak ya da sizi tam otuz iki dişinizle birlikte poz veren maydanozla yakalamak için ayrı bir efor sarf ediyor olabilir. Bunların sonucunda da çoğumuzun yaşadığı (burada bahsi geçen caniler hariç) arkadaşlara rezil olma silsilesi başlar.

Sıkı durun en kötü bölümü geliyor. Evet, düşündüğünüz şey: Fotoğraf çeken kişi seçimi!
O zor seçimin tarihi papalık seçimi kadar eskiye uzanır ve onun kadar köklü kuralları vardır. Bu görev fotoğraf makinesinin sahibine bahşedilerek son zamanlarda yırtılmaya çalışılsa da sadece örtbas edilmekle kalmış bir sorunlar yumağıdır.

Halka açık alanlarda bu sorun dilimizi doğru düzgün anlamayan bir turiste yarım yamalak bir İngilizce ile ‘bağırılarak’ çözülür. Doğum günlerinde ise bu ulvi görev ‘misafirliğe gelen’ teyzelerden birine verilerek sonuca bağlanır.

Asıl sorun arkadaş arasında bir partide ya da mezuniyet töreni gibi özel zamanlarda başlar. Bu tür zamanlarda bencilce karşılansa da makinenin sahibi/sahibesi sırıtan insan karesinde bulunmak ister. Bu durumda fotoğraf çekmeye kamera arkasına gönderilen kişi hatırlanmak istenmeyen, ayak işlerine bakan insanlar olarak görülür ki bu da kimsenin düşmek istemeyeceği bir sosyal statüdür. O yüzden sıra fotoğraf çekmeye geldiğinde hava ağırlaşır, insanlar zor nefes almaya başlar, birbirini göz ucuyla süzerek kimin ‘en ezik halka’ olduğu anlaşılmaya çalışılır. Bazen birkaç kişi bu göreve laf olsun diye talip olsa da bunlar fotoğrafta bulunmaları gerektiğinden geri çevrilirler. Fotoğrafta görünmek istemeyen kişiler (ki biz bu gruba kabak gibi çıkanları da dâhil ediyoruz!) de bu görevin zorluklarıyla baş edebileceklerini söyleseler de insanlar sırf bu insanların fotoğraflarına bakıp gülmek için bu teklifi de reddederler. Makinenin sahibi/sahibesi üstün bir cesaret örneği gösterip de potansiyel artıklardan birine ‘bilmem kim bizi çeker misin?’ diyene kadar bu işkence sürer. Bu sözün sonunda seçilen kişi boynunu bükerek bir ömür gibi süren süre sonunda kameranın arkasına geçip artık hava normale döndüğünden rahat rahat nefes alabilen insan kitlesinin fotoğrafını çeker. ‘Hadi geç bide seninle çekiim’ gibi laflar sarf edilse de onun gururu kırılmıştır bir kere. Neden her şey onun başına gelmektedir, ne zaman kader ona da gülecektir?

Benim bu sorunlara önerdiğim çözüm ise çok basit. Önceden belli amaçlar için kullanıldığında gayet yararlı olmasına rağmen kişiselleştirilmesinden bu yana suyu çıkmış fotoğraf makinelerinden yegâne kurtulma yolu nasıl akla gelmedi hayret edilir: Çekmeyin! Hem ‘fotojenik’ olmayanlar hem de ezilenler rahat etsin. Caniler de başka uğraşlar bulsun. Sanat düşmanları gibi Mona Lisa’ya sakal bıyık çizip, sonra da çoğu kişinin anlamadığı bir detayı temsil ettiğini falan savunun, sizi zeki sansınlar. Emin olun daha zevkli… Ben mi söyleyeceğim canım cani sizsiniz!