Geçen ayın konusu güzellikmiş, ben nasıl anladıysam artık sevgi olduğunu…. O yüzden editöre söz verdim, tam onun istediği şekilde eğlenceli bir güzellik yazısı yazacağım dedim. Bakalım becerebilmiş miyim?

Güzellik deyince direk aklıma yurdum insanının kendine has güzelliği geliyor. Buna sadece yüz veya ruh olarak bakmamak lazım, benim bahsettiğim, bazı olaylarda verdiğimiz tepkilerin, cevapların güzelliği. Bunlara verilecek o kadar çok örnek var ki…

 

Bir doktor arkadaşım anlatmıştı. Daha sonra fıkra diye bana geri anlattılar ama ben gerçek diye duymuştum, o yüzden öyle anlatıyorum:

Hastaneye, Türkiye’de pek görülmeyen bir hastalığa tutulmuş olan bir adam gelmiş. Adam yatakta yatarken, profesör bu hastayı bulmanın heyecanıyla öğrencileriyle yatağın başına üşüşmüş ve hastalığın tanılarını anlatmaya başlamış: “Gördüğünüz gibi gözler içeri çökmüş, yüzün rengi sararmış solmuş, deri iyice gerilmiş, diş etleri çekilmiş, bu yüzden dişler dışarı fırlamış, yüz gerildiğinde burun iyice sivrilmiş ve ortaya çıkmış …” Profesör tam “işte bu şu hastalığın belirtisidir” diyecekken hasta başını kaldırıp cevap vermiş: “Ulan sen sanki dünya güzeli misin?”

Aynı arkadaşım, askere gittiğinde, karşısına hayatında belki de doktor görmemiş bir köylüyü getirttiklerinden bahsetmişti. Adamı genel muayane ederken “basur olabilir kontrol ediniz” tanısı konmuş. Köylünün bundan haberi yok tabii. Bizim eleman adamı yatırmış başlamış muayeneye. Bilenler bilir, gayet pis ve sinir bozucu bir muayenedir. Parmağı sokarsın kurcalarsın filan… Bizimki bir yerde askere doğru eğilmiş. Bir yumruya bastırarak sormuş: “Acı var mı kardeşim?”
Asker gözlerden ateş fışkırarak bakmış bizimkine:
“Ula geldiğimden beri barmaklamadığın yer galmadı. Bana artık gardaşım deme, canım de “

Hangi ülkede bulursun bu güzel cevapları ?

 

Hep derler ya bize, taaaa Orta Asyadan geldik diye. Tarihçi değilim, bilemem ne kadar doğru ama bildiğim şudur ki şu an tüm dünyaya yayılmış bir ırkız.

Kadim dostum Barış işinden dolayı bir ara dünyayı dolaşıyordu. İtalya’ya gittiğinde “bir pizza yiyelim” düşüncesiyle etrafa bakınır ve bir tabela dikkatini çeker: “Guiglio’s Ristorenta Pizzeria”. İçeri bir girmiş ki, Guiglio aslında Adanalı. Direk “Selamın aleykum “ ile karşılamış bizimkini.  Barış şaşkınlıkla yerine otururken mutfaktan bir kadın çığlığı basmış: “Cemaaaaaal. Soğan nerde len malağın evladıııııı!”

Doğrudur. İnanırım.

92 yıllarında “Bilardosuz bir Cennet” adında İtalyan yapımı, İngilizce altyazılı bir film izlemiştim. Filmin sonlarında ana kahraman bir pizzacıya girer. İçerde adamlar pizza hamurunu resmen pide gibi şapa şupa vura vura açıyorlardır. Birden elemanlardan biri şarkı söyler: “İçmeleeeeeer Oy oyyyyy, içmeler oyyy wııııyyyy”

Barış bir Macaristan ziyaretinde, sıkıntıdan Sırp pazarına gittiğini , orada içinde bangır bangır İbrahim Tatlıses çalan siyah camlı bir beyaz şahin gördüğünden bahsetmişti. Adamlarla hemen muhabbete girmiş, adamlar Türk bulmanın sevinciyle hemen bagajdan rakı, peynir filan çıkarmışlar ve şahinin kaputuna ve tavanına çilingir sofrası kurmuşlar. Sonra da  içmişler sabaha kadar.

Net olarak hatırlıyorum, Londra Hayvanat bahçesine gitmiştim çok küçükken. Kaplanların bulunduğu camlı bölmenin önünde iki tane genç erkek duruyordu. Adamlardan biri cama yapışmış türlü hareketler, şempanzelikler yapıyordu. Öbürünün ona söylediği laf hala kulaklarımdan gitmez: “La Turhan , biraz daha oyala gaplanı, çok güzel fotoğrafını çekiyorum”

Hakan adında Rusya’ya giden bir arkadaşım, Kızıl meydanda gezen iki Türk görmüş. Adamların konuşmasına kulak kabartmış. Adamlar “şurdan bir arsa alsak , bi ev diksek ne güzel manzara seyrederiz, bi mangal bir de rakı Allllllaaaaahhhhhh” diye ciddi ciddi muhabbet ediyorlarmış. Aynı arkadaşım 2 gün sonra sokakta gezerken birisi buna bir adres sormuş. “ben Türkiye’den geldim de buranın yabancısıyım “ diye cevap verince karşısındaki “ Way canına yandığım ben de Türk’üm” diye cevap vermiş. Biraz konuşmuşlar, Hakan tam ayrılacağı zaman karşısındaki patlatmış bombayı: “Abi yaw, seni bana Allah gönderdi, gurban olam buranın kerhanesi nerde? Memlekete döndüğümde bi Nataşa götürmediğimi duyarlarsa kahvedeki arkadaşlarım yüzüme bakmazlar.”

Eminim hepiniz televizyonda binlerce kez gösterilen o “Acun Firarda “ programındaki muhteşem güzelliği hatırlarsınız. Acun Brezilyada bir club-disco karşımı bir yere girer. Etrafta bir sürü dans eden hatun ve tek tek hepsine gidip onları rahatsız eden bir tane eleman vardır. Acun kameraya döner: “Evet sayın seyirciler. Gördüğünüz gibi magandalar sadece bizim ülkemize has değil, Brezilyada da görebiliyorsunuz” der.
Birden adam geriye döner ve kameraya sırıtır.: “Way Acun abim nasılsın, ben de Türküm.” Acun’un yüz şeklini hala hatırlıyorum.

Hadi Avrupa civarını Amerika’yı filan bırakalım , daha uzaklara gidelim. Oralarda da varız  Her yerde bir güzelliğimizden bir parça bulabiliyoruz.

Budistliği iyice incelediğimiz sıralarda arkadaşlarımdan biri Çin’in işgaline filan aldırmadan vurup gitmişti kendini Tibet’e. Etrafta huzur ve huşu içinde gezerken birden hemen yanından patlayan “Allahu ekberrr” sesiyle yerinden sıçramış. Şaşkınlık içinde verilen tipik Türk tepkilerinden birini vermiş: “Oha. .Hassss…. Burada caminin ne işi var ya?” demiş. Hemen yanından geçen bir seyyar satıcı heyecanla onun yanına gidip sağ kolunu sıvamış. Üstünde 3 hilal dövmesi: “Abi, Ben de Türküm, Müslümanım bende”

Ulan ne işin var Tibette, ne yapıyorsun Allah’ın dağında… Ama varız işte…

 

Benim başıma gelmişti, evvelden bahsetmiş olabilirim, Singapur’da yaşadığım zamanlar bana bir Türk lokantasından bahsettiler. Bir gittim, lokanta dediğin bildiğimiz dönerci, yanında da  Kahramanmaraş dondurmacısı. Adam bana bakarak “sit down mister” demişti. Bir aydır Türkçe konuşmayan ben adama hasretle “Türk’üm ben bilader” dedim. Adam benim tipime şöyle bir baktı; kulakta küpe, saçlar sapsarı arkadan bağlanmış, kolda dövmeler filan…

Adamın bana attığı o “hassiktir” bakışını asla unutamam.

Tam tarihini hatırlamıyorum ama bir 10 sene evveli var, Atlantik Okyanusu’nda 2 tane gemi çarpışmıştı. Koca okyanusta bu iki gemi nasıl çapışır, nasıl olur diye düşünürken iki kaptanın da laz olduğu, elemanların birbirlerine selam verirken çarpıştığı ortaya çıkmıştı.

Yine bir arkadaşım anlatmıştı, Tayland’ın milli parklarından birini ziyaret ederken bir fil seyisinin, fili fırçayla yakarken, Müslüm dinlediğini fark etmiş. Aha ne oluyor derken adamın bir yandan da Türkçe sövdüğünü duymuş: “Ulan gittik Harput’tan geldik, tarlayı evi sattık, geldik burada bu a..na kodumun filini yıkıyoruz.”

Bu kadar güzel bir millet , kıskanılmaz mı? Taklit edilmez mi?

Edilir tabii.

Barış anlatmıştı, İngiltere’ye gittiğinde bir dönerciye uğramış. Eleman her yana Türk bayrağı asmış. Bizimki dönerciye dönüp: “Ayran versene baba” demiş Türkçe olarak. Dönerci buna mal mal bakınca: “Ayran lan ayran… Dönerle beraber içecem” diyince eleman bozuk bir İngilizceyle: “Ben Türk değilim, Iraklıyım, aman açık etme“ gibi bir laf etmiş.

Tabi Iraklılara karşı ambargo var ya… Bizimki de bundan istifade Türk kurnazlığını göstererek bol bol beleş döner yemiş orada…

Daha daha neler var ama anlatsam sayfalar dolar biter. Ama sanırsam bu kadarı bile ne kadar güzel bir memlekette olduğumuzu anlatmaya yetiyor… İşte güzellik budur. Sade olmak, içten olmak ve asla özünü yitirmemek..