Merhaba canım,
Yeni Zelanda’da yaz olduğu zamanların en güzel yanlarından biri de ziyaretimize gelebilen akraba ve dostlardır. Bu ziyaretleri yapabilenlerin sayısı fazla değildir. Bununla birlikte gelebilmiş birkaç kişiyi biz Türkler kendi akrabalarımız, arkadaşlarımız gibi sahiplenme, onlara Yeni zelanda’nın tüm güzelliklerini gösterebilme hevesi içerisindeyizdir.
Bu seneki akraba ziyareti piyangosunun biri bizim başımıza kondu. Son dört senedir yılmadan usanmadan buraya gelmek için her türlü sağlık ve vize sorunuyla uğraşan, kendilerini defalarca düş kırıklığına uğratmış konsolosluk badirelerini anlatan annem ve babam Yeni Zelanda’yi fethettiler (Ziyaret diyemem bu kelime zayıf kalır).
Benim babam 76 yaşındadır ve hayatı boyunca yurtdışına çıkmamıştır. Gezmeyi çok sever ve Türkiye’de doğudan batıya çok yere de gitmiştir, ancak ne hikmetse bir yurtdışı gezisi kendisine nasip olmamıştır. Annem ise 66 yaşında hacıdır. Hacı olduğu için onun nispeten daha fazla bir yurtdışı tecrübesi var denilebilir.
Ben annemle babamı görmeyeli yaklaşık bir buçuk sene olmuştu. Ağabeyim ise onları altı ay kadardır görmemişti.
Babam, gelmeden önce uçak biletini ya da uçuş rotası ve saatlerinin olduğu kağıdı fakslamamakta direnmişti. Tüm yalvarma, açıklamalarımıza rağmen bize sadece Türkiye’den çıkış gününü ve havayolunun ismini söylemişti. Böylece gelmelerine üç dört saat kala varış saatlerini zor bela öğrenebildik. Çünkü havayolu yolcuların bilgilerinin gizli olduğunu söylemişti . Neyse ki ağabeyim alem edip kallem edip bir şekilde ertesi sabah dokuzda değil de o gün geceyarısı geleceklerini öğrenebilmişti.
Ağabeyimle havaalanda da heyecanlı bir bekleyiş yaşadık. Şaka değil, 11 yıl sonra bütün aile aynı anda bir arada olacaktık. Bir türlü çıkış kapısından dışarı çıkmak bilmediler. Aklımdan bin türlü olumsuzluk ve önlem planı geçiyordu. Babamın yüksek tansiyonu, annemin varışı, böylesi uzun bir ucusu nasıl kaldıracaktı bilmiyordum. Hatta bir ara havaalanındaki tekerli sandalyelerden birini istemeyi bile düşündüm.
Derken annem önde babam arkada çıkış kapısında göründüler. Babam takım elbisesi traşlı yüzüyle, annem siyah pantolan pembe kazak ona uygun başörtüsüyle gayet sık ve dinç görünüyordu. Bu görüntü karşısında ağabeyimle ikimiz birbirimize şaşkınlıkla baktık. Sarılmalar öpüşmeler derken babam Yeni Zelanda’daki ilk cümlesi kurdu “Aa sanki Eşrefpasa’dan Konak’a geldim. Bu muymuş uzun yol dediğiniz!”
İkisi de ilk günleri için ne kadar enerjik ve hayat dolu görünseler de jet-lag denilen ve onlar için çok yeni bir deneyim olan durumu hakkıyla yaşadılar. Saat farkı yüzünden gece yarısı uyanıp bir daha uyanamamalar[1] öğlen bir vakit aniden uykuya dalmalarla geçen ilk haftadan sonra, düzene ayak uydurmaya başladılar.
Genç bir insanı bile yurtdışına çıkınca alt üst eden kültür şoku ve dil bilmemezlik ise ben, ağabeyim ve tüm Türk arkadaşların sayesinde mümkün olduğunca minumum atlatılmaya çalışıldı. Ama illa ki de yeri geldiğinde komik, yeri geldiğinde sinir bozucu deneyimlerini yaşadılar.
Mesela ilk gece babam bir şişe votkayı torbadan çıkarınca söyle bir açıklama yapma gereği duydu; Singapur’da susayıp bir duty free shop’a gitmis. Satıcıya “vatır” demiş, satıcı bunu “vodka” anlamış ve bir şişe satmış. Babam da “bir su ne kadar pahalı” diye düşünürken bir Türkle karşılaşıp suyun ne kadar pahalı olduğunu söylemiş ve vodkayı göstermis. Allahtan bizim Türk hanım durumu açıklamış da babam vodkayı kafayı dikmekten kurtulmuş!
Annemle babama Yeni Zelanda’daki en büyük sorununuz ne idi diye sorulursa ikisi de aynı cevabı verecektir: Tuvaletler. Hiçbir tuvalette taharet almak için şu borusu olmaması annemle babamın yegane sorunu haline geldi. Bebeklerin altını silmek için kullanılan ıslak mendiller bu sorunu kökten çözmese de en azından evin dışında olunan zamanlarda hızır vazifesi gördü.
Annemin diğer bir sorunu ise namaz için kabenin yönünü bulmak oldu. Her yol Kabe’ye çıkar dedikse de inandıramadık, onun da bu sorununu pusula ile halletmek zorunda kaldık.
Annem Yeni Zelanda’daki hayata çok kolay uyum sağlayarak ağabeyimin evinde her akşam bizler için yemek pişirip, evi toparladı, çamaşırları bulaşıkları yıkadı. Evde vakit geçirdiği zamanları hapis gibi kabul eden babam içinse evin dışına çıkmak için bir insana ihtiyaç duyması son derece can sıkıcıydı. Bizimkilerin evde kalmak zorunda oldukları zamanları düşünürek ağabeyim eve TRT İnt kanalını taktırmıştı (burada başka Türk kanalı çıkmıyor). Ancak programlar o kadar kötüydü ki onlar da dahil hiçbirimiz yarım saatten fazla bu kanalı seyretmeye dayanamıyorduk. Babamın televizyondaki en favori kanalı MGM kanalıydı. Bu kanal babamın hayatı boyunca seyrettiği tüm Holywood filmlerini gösteriyor gibiydi. O nedenle dil sorunu yaşamadan tüm filmleri bilmem kaçıncı kez izlemiş oldu. Birlikte izlediğimiz zamanlar bize hikayede neler olacağını ve oyuncuların isimlerini tek tek ve tekrar tekrar anlatıp filmi adam gibi seyretmemizi engelledi.
En çok ilgimi çeken durumlardan biri ise sürekli fotoğraf çekilmek istemeleriydi. Annemle babamın son on sene içinde saysan 40 tane fotoğrafı yoktur. Ama burada ilk iki haftada 68 fotoğraf sırf benim fotoğraf makinemde çektiler. Sonraki kaldıkları süre içerisinde bir o kadar daha makinayı kullandılar. Ne zaman makineyi elime alsam annemle babam önümde bitiverdiler. Eğer bir manzara, ağaç, hatta bir seferinde yerin altından elli dakikada bir patlayan kaynar şu görüntüsü çekmek istesem babam filmleri boşa harcamamı söylüyor manzaranın önüne geçiyordu. Bir seferinde denize girdi ve ben de fotoğrafını çektim. Resmi çeker çekmez sudan çıktı ve “Tamam okyanusta yüzdüğümü kanıtlayabilirim di mi” dedi. Fotoğrafa bakanlara duyururum, babam okyanusta üç dakika yüzdü!
Annemle babamın burada görmekten en çok hoşandıkları kişi ise şüphesiz tek torunları yeğenim Jacob Ahmet’ti. Sevgi denen seyin dili olmadığının en büyük kanıtı bu üçlüyü yanyana geldiğinde görmekti. Jacob olanca gücüyle türkçe birşeyler söylemeye, annem ve babama bir yandan ingilizce öğretmeye çalışıyordu. Bizimkiler de torun bu ya o ne derse tekrar etmeye bir iletişim yolu bulmaya çalışıyorlardı. Annem genelde Jacob’a “Babaanne yemek yapmak” diye cümlelerle derdini anlatmaya çalışırken babam annemin türkçesini düzeltiyor, “öğreteceksen düzgün türkçe öğret” diye anneme takılıyordu. 8 yaşındaki Jacob’in en çok kullandığı laf ise “tamam, tamam”dı. Bizimkilerle bir iki hafta geçirdikten sonra da Jacob bir şeye sinirlendiği zamanlar babam gibi “Allah Allah” demeye başladı.
Aslında annemle babamın burada yaşadıklarını yazmaya devam etsem bir kitap çıkabilir. Onların ziyareti biz aile fertleri için özel ve güzel bir deneyimdi. Annemle babamı tanıyan kişiler için ise inanıyorum ki onlarla geçirilen zamanlar renkli paylaşımlardı. Arkadaşım Gamze “senin annen baban çok normalmiş”dediyse de beni bu konuda tam olarak ikna edemedi. Zira en son, hediyelik eşya için Victoria
Park Market’e gittiğimiz gün kendileri için Alman malı, üzerinden dumanlar ve ışıklar çıkan acayip bir dekoratif bir dalga almaları beni ve eşim Stephen’i şaşkınlıklar içinde bıraktı. Sonradan duyduğum kadarıyla Türkiye’de o acayip aleti ilkten çalıştıramamışlar. Tabi aleti kutusundan açtıkları ilk gün kullanma kılavuzunu da çöpe attıkları için nerede hata olduğunu anlayamamışlar. Sonrada annem biraz (katmaması gereken yere) kaynar şu katınca alet çalışmaya başlamıs. Ayrıca kendisi bu buharın astımına çok iyi geldiğinden de emin!
Herhalde annem ve babam şu an Türkiye’deki eşe, dosta unutulmaz Yeni Zelanda anılarını anlatıyorlardır. Her ikisi de altmışlarını çoktan devirmiş kişiler olarak hayatlarına güzel anılar, Türkiye’de çok insana nasip olmayan yeni yaşam tecrübeleri kattılar, hem de yıllardır merak ettikleri iki çocuklarının yaşadıkları yeri ve şartları görüp bir nebze olsun rahatladılar. Bizlere ise yıllarca konuşulacak ve gülümsenerek hatırlanacak anlar bıraktılar.
Darısı gezip görmek, dünyasını genişletmek isteyen her yaştan insanın başına…