Çocukluğumun yaz tatilleri kısmını, eski adı “Kilizman” yeni adı “Güzelbahçe” olan, İzmir’den yaklaşık 20-25 km uzaklıkta ve deniz kenarında olan bir sahil köyünde geçirirdik. Orada denize sıfır bir yazlığımız vardı. Ama öyle Çeşme ya da Bodrum gibi bir yer aklınıza gelmesin. Çok süper bir denizi olmadığı gibi, kumsala benzeyen bir yer de mevcut değildi. Ful kestane dolu taşlıklı bir denizdi ve biz evin arka tarafından kapıdan çıktıktan sonra , beton bir basamaktan inip direk denize girerdik. Şimdi böyle biraz küçümsemiş gibi de hissedilmesin, çocukken bizim için en muhteşem tatil yeri orasıydı.

 

Deniz, ayda 2-3 kez düzgün olurdu, genelde hafif dalgalı ya da çok dalgalı olurdu. O 2-3 günü iple çekerdik ama aslında her tarzın farklı bir keyfi vardı. Mesela aşırı dalgalı havada küçük deniz yataklarına atlar, dalgaların önüne takılır, yuvarlana yuvarlana “sörfçülük” oynardık. Deniz düz olduğunda ise yüzerdik, denizde oynardık ya da oradaki arkadaşımızın ve abisinin “Zodiac” marka şişme botuna atlardık, onunla gezerdik.Yüzmediğimiz zamanlarda ise, ya okulda öbür sene için verilen ödevleri yapardık, ya da dışarıda oynardık.

Çok güzel ve keyifli günlerim geçti oralarda.

Ama herhalde bir çocuk için en güzel ve en mistik olan şeylerden biri sinemadır ve bu konuda hedefi tam 12’den vurmuştuk. Tam yanımızda bir açık hava sineması vardı ve o sinemayı bizim evden ayıran duvar 2 metre bir şeydi. Gece olup da pencere pervazlarına çıkıp, panjurlara yaslandığımızda,  o duvar engeli de ortadan kalkardı ve sinemayı gayet rahat bir şekilde izlerdik. Her gece film oynatan açık hava sinemasında , haftada 3-4 gün Türk filmi, 1-2 gün karate filmi, geri kalan günlerde de “B” tipi Amerikan filmleri oynardı. Eğer şanslıysak ayda bir de, 2-3 ay evvel sinemalarda oynamış olan sezon filmleri oynardı. Mesela Rambo, yada James Bond filmleri… Her sabah gider ve o gün oynayacak olan filmin afişine bakardık. Film güzelse arkadaşlara haber verirdik ve akşam çoluk çocuk bizde toplanır, pencereye çıkar, filmleri izlerdik.

Bir düzeltme yapayım, yazlık tam olarak “bizim” sayılmazdı. Dedemindi ve babamlar üç kardeş olduklarından, yaz tatilinde her kardeş bir ay bu evde dönüşümlü kalırdı. Bazen hafta sonları ailece bir araya filan gelirdik ve ben ile kız kardeşim, diğer 4 kuzenimizle beraber gayet eğlenceli bir zaman geçirirdik. Kuzenler arasında en küçük olduğumuzdan ve zamane çocukları gibi şımarık yetişmediğimizden dolayı pek bir sevilirdik. (Kuzenlerden biri bu yazımı okuyorsa, bana bu fikrimde yanılıp yanılmadığımı sonra söylesin, okey mi ? J)

Az çok ortam hakkında fikriniz olduğuna göre, bahsedeceğim olaya geçelim.

Anlatacağım olay gerçekleştiğinde yaklaşık 14-15 yaşımdaydım galiba…

Sinemanın sahibinin çocuklarıyla filan oynardık, iyi de arkadaşlarımızdı ama o zamanlar bir film posteri resmen bizim için bulunmaz hazineydi. Çünkü posterler, bildiğim kadarıyla sinemacılar tarafından belli bir paraya kiralanır ve dışarıya verilmezdi. Tabii o zamanlar internet yok, gidip poster satın alacağın D&R mağazaları filan da yoktu. O yüzden odanda bir filmin posterinin olması – hele bir de vizyon filmiyse – muhteşem havalı bir olaydı. Birkaç kez Erdinç Amca’ya (sinemanın sahibinin ismi Erdinç’ti) gidip rica etmiştik ama kısaca “olmaz” deyip kestirip atmıştı.

Sinema da, aynı bizim ev gibi denize sıfır yapılmıştı. Deniz tarafından gidildiğinde önce bizim ev, sonra sinema, sonra başka bir ev daha gelirdi, sonra boş bir arazi vardı, sonra yine bazı evler bulunurdu. Erdinç amca, işte bu boş bulunan araziye, yine denize neredeyse sıfır olacak kadar yakın bir yere,  tuğladan 1,5 metreye- 2 metreye , penceresiz küçük bir odacık yaptırmıştı. Bu odayı depo olarak kullanıyordu ve burada hem film afişlerini hem de film rulolarını saklıyordu. Önce bu deponun kapısını ahşap bir kapıyla kapatmayı denedi, fakat bir kaç kez hırsızlık olayı olunca (ki bunda kesinlikle benim parmağım yok) ahşap kapıdan tamamen vazgeçerek, orayı demir bir parmaklıkla kapattı ve parmaklığı da kalın bir zincir ve büyük bir kilitle kapattı. Bazen bu depoya bakmaya gider, parmaklıklara tüm gücümüzle asılır kırmaya çalışırdık ama beceremezdik. Elimizi uzatıp posterlere ulaşmaya çalışırdık, fakat kolumuz da yeteri kadar uzun olmadığından bir şey alamazdık. Birkaç kez sopalarla bir şeyler yürütmeyi denemiştik ama Erdinç amca bizi görünce kovalamıştı, biz de kaçmıştık, akşam da babalarımızdan sağlam bir azar işitmiştik. Muhteşem bir psikolojik savaştı o depo bizim için. Afişleri görüyordun, hatta uzanabileceğin uzaklıkta duruyorlardı, ama bir türlü erişemiyordun. Tüm çocuklar, o depoya baktıkça içleri giderdi.

Bir ay dolmuştu yine ve bizim yerimize Terim Halamlar gelecekti. Gitmemize bir iki gün kala öğlen vakti, o depoya gittim. Parmaklıkların arkasında posterler tüm ihtişamlarıyla duruyorlardı. Her gün yaptığım gibi parmaklıkları tuttum ve tüm gücümle bir ileri, bir geri salladım. Ama her zamanki gibi ne parmaklıklar kırıldı, ne zincir , ne de kilit. Yine başaramamıştım. Sıkıntıyla yere oturdum ve o afişlere nasıl ulaşabileceğimi düşünmeye başladım.

“Ne oldu evlat? Açamadın galiba kapıyı?”

Arkamdan gelen bu sesle hızla ayağa fırladım. Bizim oralarda oturan ama ismini bilmediğim bir “amcaydı” o da. 50 yaşlarında filandı. Yanlış hatırlamıyorsam tarih öğretmeniydi.

“Yok” dedim hemen yakalandığımı anlayınca. “Sadece bakıyordum, bir şey yapmadım.”

Bir yandan da eğer kızarsa diye en kısa kaçış yolunu gözümle kestiriyordum. Alışıktık o zamanlar “büyüklerin” olup olmadık kızmasına. Ama adam ne beni suçladı ne de bana kızdı. Onun yerine depoya doğru yürüdü. Parmaklıkları tuttu ve kuvvetlice sarstı, ama parmaklıklar bu sefer de açılmadı.

“Bu kapıyı böyle açamazsın” dedi bana bakarak. “Bak, ben de açamadım”

Bu amcayı bir anda sevmiştim. Galiba bana depoyu açmanın bir yolunu gösterecekti. Gülümseyerek bana baktı.

“Tarihi sever misin ?” dedi bana.

“Çok değil “dedim. Tarih ve coğrafya gibi ezber dersleri hep zorla, 10’luk skaladan 4-5 alarak geçerdim.

“İskender’i bilir misin peki ? ” diye sordu bana.

“Evet” dedim.

“Daha geçen hafta babam beni götürdü ve yedik.Yoğurtsuz, soslu. “ dedim

Adam güldü.

“Hayır…Tarihten bahsediyorum. Büyük İskender”

“Hayır, bilmiyorum” dedim başımı sallayarak.

“O burada olsa açardı işte kapıyı”

“Niye? Çok mu güçlüydü ?”

“Hayır… Ama zekiydi”

Sıkılmıştım. Bu amca bana madem depoyu açma sırrını vermeyecekti, ne diye oturup sevmediğim şeylerden bahsediyordu ki? Gitmeye hazırlandım.

“Biraz İskender’i incelersen, belki bir çözüm bulursun” dedi bana.

“Peki amca” dedim ve oradan uzaklaştım. İyice canım sıkılmıştı. Depoya giremediğim gibi, bir de tarih dersi almıştım. Bana ne tarihten, İskender’den… Ben sadece Bruce Lee’nin filminin posterini istiyordum.

Ama posteri alamadım, zaten iki gün sonra da İzmir’e döndük .

Öbür sene bizimkiler Güzelbahçe’ye gitmek istemediler, onun yerine Bodrum’a gittik, öbür sene de Urla’da kaldık. Sonraki sene Güzelbahçe’ye uğradığımızda arkadaşlarımdan hiç kimsenin kalmadığını gördüm, fazla kalmadım, 3-4 gün sonra İzmir’e geri döndüm. Sonra da bir daha yolum o tarafa düşmedi zaten, üniversiteyi kazandım, Ankara’ya gittim, oradan Kıbrıs’a geçtim, derken Güzelbahçe’yi ve depoyu unuttum gitti.


Bizimkiler 2 sene evvel Yelki’ye taşındılar. Kendi halinde sessiz sakin, site sakinlerinin yaş ortalamasının 60 olduğu, kışın kurdun ve domuzun indiği bu güzide yere, elimden geldiği kadar az uğramaya çalışırım. Ne de olsa henüz dağcılığa ve avcılığa merak sarmadım. Yine de ayda bir bizimkileri görmeye giderim.

Yelki’ye değişik yollardan gidilebilir. Bu yollardan bir tanesi Güzelbahçe’nin içinden geçer. 6 ay evvel, akşam üzerine doğru oradan geçerken, bu yolu seçtim ve birden büyük bir nostalji duygusuna kapıldım.  Herhangi bir yere yetişmem gerekmiyordu, bende arabayı bir yere park ettim ve doğru bizim yazlık eve gittim.

15-16 sene içinde oldukça büyük değişimler yaşanmıştı Güzelbahçe’de.

Öncelikle Çeşme otobanında çalışan kamyoncular Güzelbahçeyi keşfetmişlerdi. Sessiz sakin bir yerdi ve kimse kimseye karışmıyordu, öyle olunca da kamyonlarını Güzelbahçe’ye park edip oralarda uyumaya, yemeye ve gece kalmaya başlamışlardı. Kısa bir zamanda sahil yeri olan Güzelbahçe kamyoncu mekanı olup çıkmıştı. Oraya yazın gelen ailelerin huzuru kaçınca, Güzelbahçe’ye gitmek yerine , başka tatil yerlerine gitmeye başladılar.

Sonra da belediye ile oranın sakinleri arasında evlerin denizden uzaklığı konusunda bir problem çıktı ve tüm evler denizden 5 metre kadar geriye çektirildiler. Bunun anlamı şuydu. Belediyeden adamlar gelip, ellerinde metrelerle , evin denizden olan uzaklığını ölçüyorlardı. Ve 5 m içinde kalan alanları yıkıyorlardı. Böyle olunca insanlar Güzelbahçe’den iyice soğudular ve oraları terk ettiler.

Sonra otoban bitti, kamyoncular yavaş yavaş azaldılar, ve Güzelbahçe tekrardan popülarite kazandı. Hatta Alsancak’tan Güzelbahçe’ye direk bir vapur saati bile kondu, ama fazla bir talep olmadı ve vapur iptal edildi.

Bizim yazlık evi, deniz malzemeleri satan bir firmaya kiralamıştık. Adamlar beni tanımazlardı, o yüzden deniz kenarına inip eve arkadan baktım.

Ev gayet iyi durumdaydı. Deniz kenarına indim ve bizim evin de yıkılan ve sonra tekrardan yapılan kısmını gördüm. Bizim ev yıkımdan ucuz kurtulanlardan biriydi, sadece mutfağın yarısını kaybetmiştik. Sinemanın durumu ise daha vahimdi, neredeyse yarısı yıkılmıştı. Zaten Erdinç amca da yaklaşık 10-12 sene önce sinema işini kapatmış, sinema alanının küçük bir bölümünü bir kömürcüye tahsis etmişti, eskiden koltukların olduğu yerde şimdi kömür torbaları duruyordu. Eskiden beton duvar olan yerler şu anda moloz dolu bir sahil kenarına dönüşmüştü. Güneş henüz batmamıştı , ben de sahilden yavaş yavaş yürüdüm anılara dalarak.

Vay be şurada, onunla dans etmiştik, şurada onu öpmüştüm (14 yaşındayken,  hem de dudaktan, boru değil yani), şurada koştururduk, şurada sürekli kayıp denize düşerdik…

Böyle yürürken , birden ağzım açık kalakaldım. Erdinç amcanın yaptırdığı o küçük depo,  hala orada duruyordu. Buldozerlerin o meşhur “5 m” kanuna göre onu yıkmaları gerekiyordu. Nasıl olmuştu da hala ayaktaydı acaba? Koşarak deponun yanına gittim.

İlk başta depo hatırladığımdan daha küçük geldi bana. Sonra neden öyle geldiğini anladım, depo küçülmemişti, ben büyümüştüm.

Biraz sağını solunu inceledim, bu gerçekten de benim hatırladığım ve bildiğim depoydu. Sadece geçen zamanda duvarları biraz yosun tutmuş ve yeşillenmişti, ama o kadar. Önüne doğru dolanınca şaşkınlığım bir kat daha arttı. O demir parmaklık, zincir ve kilit hala duruyordu. Hafifçe güldüm. Tam Erdinç Amca’dan bekleyeceğim bir hareketti. Sinemayı kapatınca “bana ne ulan” mantığıyla depoyu da olduğu gibi bırakmış ve bir daha yanına uğramamıştı demek.

Çocukluğumdan kalma bir alışkanlıkla demir parmaklıklara yapıştım ve asıldım. Sallayarak ve sarsarak açmayı denedim. Fakat ne kadar sallarsam sallayayım, kapı açılmadı, kilit ve zincir kırılmadı.

Birden aklıma o sen kez denediğimde başıma gelenler geldi. O tarih öğretmeni amca filan buradaydı. O da aynı benim gibi sarsmayı denemişti, ama başaramamıştı. Onu en son gördüğümü hatırladığım yere baktım. Yoktu tabii ki. Hayalimde sanki oradaymış da beni izliyormuş gibi canlandırdım.

“Haklıymışsın amca…” dedim oraya bakarak. “Bu şekilde açılmayacak bu.”

Hayalimdeki amca cevap verdi.

“Geçen sefer de söylemiştim sana.”

“Haklısın” dedim boynumu bükerek.

“Hatta sana bir yol önermiştim, hatırladın mı? İskender gibi hareket etmeni söylemiştim.”

“Evet, benim arkamda da öyle bir ordu olsa, hemen açardım bu kapıyı.”

“Öyle değil ulan geri zekalı… İskender gibi düşünmen gerek… Yoksa tek başına açabilirsin bu kapıyı, orduya ihtiyacın yok. ”

İskender hakkında öyle çok derin bir bilgim yoktu. Düşünce tarzı hakkında da.

Acaba yeni kurallar, yeni kanunlar filan mı getirmişti? Yoksa yeni okullar filan mı açmıştı? Bunlarla depoyu nasıl açabilirdim ki?

Deponun önünde bağdaş kurup oturdum. Onun hakkında bildiğim 3-4 parça bilgiyi hatırlamaya çalıştım ve sonra onun hakkında okuduğum bir efsane aklıma geldi.

Efsaneye göre yıllar evvel, Gordius adında bir köylü, karısını yanına alarak bir öküz arabası içinde Phrygia Meydanına vardığında, evvelden bildirilen bir kehanete göre kral ilan edilir. Gordius, bunun üzerine meydanın ortasında büyük bir kazığa arabasını karmaşık bir düğümle bağlar ve bu arabayı Zeus’a hediye eder. Bu düğüme Gordian Düğümü adı konur ve bu düğümü çözecek kişinin tüm Asya’ya hükmedeceği efsanesi başlar. Yıllar boyunca bir sürü insan bu düğümü çözmeye çalışırlar ama beceremezler.

Sonra Büyük İskender gelir. Herkes genç kralın düğümü nasıl çözeceğini merakla izlerken, kral kılıcını çıkartıp “düğümü nasıl çözdüğüm önemli değil” diyerek bir kılıç darbesiyle düğümü parça parça eder.

O ana kadar, efsanede çok dikkat etmediğim bir noktayı fark ettim. Herkes düğümü çözmeye çalışırken, İskender keserek bu işi halletmişti. Herkesten farklı bir şekilde düşünmüştü. Zamanındaki insanlardan öte bir şekilde düşünmüştü. Zaten o farklı düşünce sistemi sayesinde bir askeri deha sayılmamış mıydı?

Ayağa kalkıp depoya tekrar baktım. Demir parmaklıklara tekrardan ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde baktım. Şu ana kadar hep demir parmaklıklarla uğraşmıştık. Ama parmaklıklar, aradan geçen zamana rağmen hala çok güçlüydüler, nedeni ise belliydi. Erdinç amca parmaklıklar sağlam olsun diye, kapının çerçevesini de demirden yapmış, ve tuğlalarla bu demir çerçeveyi de yoğun bir çimento kullanarak birbirine yapıştırmıştı. Parmaklıklar sağlamdı, kapı çerçevesi de …

Peki ya duvarlar?

Deponun etrafını dolaştım ve denize bakan kısmına geldim. Yıllarca deniz suyunu ve deniz rüzgarını yiye yiye duvar iyice çürümüş gibi görünüyordu. Elimle duvarı biraz temizleyince ikinci düşüncemin de doğru olduğunu gördüm. Erdinç amca, tüm gücünü kapıya vermiş, duvarı fazla önemsememişti. Tuğlaların arasındaki çimento yok denecek kadar azdı. Duvarı büyük bir güçle itmeye çalıştım, o zaman duvarın çok hafif de olsa kıpırdadığını fark ettim. Bunun üzerine en alttaki tuğlalardan birini hedef alıp oraya bir tekme attım. Tuğlanın bir kısmı parçalanarak yere döküldü. Bir tekme daha salladım. Aynı sonuçla karşılaştım. Aynı yere 3-4 kez tekmeyi bastığımda civar tuğlalardan da parçalar döküldü.

Heyecanla defalarca , arka arkaya vurdum. Vurdum vurdum vurdum…

Sonunda vurduğum tuğla ve etrafındaki birkaç tuğla daha, paramparça oldular, kırıldılar ve koparak deponun içine düştüler. Elimle diğer tuğlaları zorladım ve onları yerlerinden çıkardım. On dakikalık bir çalışma sonucunda, en sonunda benim içeri emekleyerek girebileceğim kadar bir alan oluşmuştu.

4 ayak üstünde emekleyerek içeri girdim. İçersi inanılmaz nemliydi ve kötü kokuyordu. Az önce dışardan baktığımda içerde uçuştuğunu gördüğüm kağıt parçacıklarına baktım. Gerçekten de eski posterlerden yırtılmış ve arta kalan parçalardı bunlar. Kendi kendime güldüm ve hayalimdeki amcaya seslendim.

“Bruce Lee posteri yok burada “ dedim sırıtarak.

Amca bana bakarak parmaklarıyla zafer işareti yaptı.

Ona doğru döndüm ve aynı hareketi ben yaptım.