Singapur’dan ayrılmama 2-3 gün kala şeytana uymuş, tüm paramı adını beğendiğim için “Turkish boy” adında bir ata yatırmış, sonra da sonuçları dinlemek için bizim mahallenin girişindeki bara gitmiş, bir yandan sulandırılmış böcek ilacı içiyor ve bir yandan da at yarışı dinliyordum. Avustralya aksanlı spikerin sesi radyoda gürlüyordu: Evet, yarışın sürpriz atı “Türk çocuğu” büyük bir atak yaptı. “Aptal sarışın”ı geçti. “Gizemli esmer”i de solladı. ”Playboy yıldızı”nı da geçti. Hemen önündeki “Zenci bomba”yı da kolayca geride bıraktı. Şimdi önünde “Asyalı güzel” kaldı. Evet “Türk Çocuğu “ hızla finişe yaklaşıyor, şu anda “Asyalı güzel”in tam arkasında… Fakat… fakat… Aman tanrım…”Türk çocuğu” birden şaha kalkarak sürücüsünü üstünden attı. Şimdi de “Asyalı güzel” e iyice yaklaştı, ve … Aman tanrım…”Asyalı güzel”i yere yıktı. Şimdi de “Asyalı güzel”in üstüne çıkıyor….İnanılmaz bir şey bu sayın dinleyiciler…Hayatımda böyle bir şey görmedim…Tüm atlar onu rahat rahat geçtiler. Finiş çizgisine bakıyoruz. İlk gelen at “Mor şövalye” ikincisi “Playboy yıldızı”, üçüncüsü ise “Aşk sosisi”. “Türk çocuğu” hala “Asyalı güzel”’in üstünde. “Asyalı güzel” kaçmaya çalışıyor ama ne mümkün…”
Kafamı masaya bam bam vururken arkamdan bir ses geldi: “Siz Türklerin bu Asyalı merakını anlamak mümkün değil” dedi şuh bir ses. Sesin sahibini tanıdığımdan başımı kaldırmadan cevap verdim: “Benle uğraşma Cindy, beş kuruş param kalmadı, az önce tüm paramı bu eşeğe yatırmıştım.”
“Buraya senle uğraşmaya gelmedim hayatım” dedi Cindy sigarasındaki dumanı üfleyerek. Karşı kaldırımda bekleyen 2 metrelik ve 2 tonluk Akebonoyu gösterdi bana.
“Az önce oteline girdi ve seni sordu.”
Daha ne olduğunu anlayamadan Akebono karşıdan karşıya geçerek yanıma geldi.
“Çabuk kalk gidiyoruz” dedi bana sert bir sesle, sonra da seri bir hareketle masada duran bir sürü fıstık paketinden birini eline alarak yemeye başladı.
Korkudan hemen ayağa kalktım, masadaki fıstık paketlerini üstüme başıma doldurarak Akebono’nun önüne düştüm. Neler döndüğünü anlayamamıştım.
Beraberce Hacı Osman’ın mekânına gittik ve hızlıca işletme kısmına geçtik. Bitlisli Hacı Osman, aynı geçen seferki gibi üzerinde korkunç bir takım elbiseyle oturmuş beni bekliyordu. Beni görünce gülümsedi ve bana sarıldı. Ben inanılmaz derece gerginken, o tam tersine gayet rahattı.
“Otur Tunç gardaş . hele otur şöyle… Çay içer misin?” dedi bana…
“Yok abi sağol “ dedim ve merakla beklemeye başladım. Hacı Osman beni fazla bekletmedi, direk konuya girdi.
“Bak Tunç gardaş, senden bir yardım isteyeceğim ha. Yarın akşam Çin Triad’ından ile Japon yakuzasından bir heyet gelecek. Barı tamamen kapatacağım o akşam, sadece onları ağırlayacağım…”
Gerginlik yerini meraka bırakmıştı. Acaba bu adam benden ne isteyecekti? Benim yakuzayla, triadla ne işim olabilirdi ki?
“Bak Tunç gardaş çok önemli bir iş görüşmesi yapacağız. Benim de evvelden aklıma ortamı ısıtacak gergin havayı yumuşatacak bir şey geldi…”
“Nedir abi?” diye sordum merakla.
“Şimdi böyle bir gültür gaynaşması yapak diyorum… Çinliler de sanatçı getirecekler, Japonlar da… Ben de sağdan soldan keman, zurna, gırnata, darbuka filan çalmayı bilen adamlar buldum. Bir onlardan biri söyleyecek, bir biz söyleyecez… Böyle bir eğlence yapacaham…”
“Güzel fikir” dedim. Dedim ama aslında hiç aklıma yatmamıştı bu fikir ama, mecbur onayladım. Hacı Osman onaydan memnun, hararetli bir şekilde devam etti.
“Hah işte… Müzik başlayınca Japonlara verecem sakeyi, verecem sochuku’yu… Çinlilere de dayayacam şarabı… Biraz içsinler rahatlasınlar, ama ondan sonra da basacam heriflerin hepsine rakıyı… Görsünler aslan sütünün farkını…”
Eyvahhh… Durum gittikçe kötüye gidiyordu, ama yapacak bir şey yoktu, kafamı sallayarak konunun beni ilgilendiren kısmının gelmesini bekliyordum. Maalesef fazla beklemek zorunda kalmadım.
“Şimdi Tunç gardaş… Dün gece bizim şarkı söyleyecek elemanı bıçaklamışlar…” dediği anda ayvayı yediğimi anladım… Hemen itiraz ettim
“Abi, benim sesim kötüdür, şarkı söyleyemem” diye itiraza başladım. Hacı Osman hiç ağzını açmadan bana yan koltukta oturan kovboy şapkalı Çinli kızı gösterince mecburen sustum ve başımı öne eğdim. Şansızlık yine beni yakalamıştı.
Bir gece evvel, can sıkıntısından bir Karaoke barına gitmiştim. Western müzik gecesi düzenlenen barda şarkı söyleme yarışmasına katılmış, Steve Miller’in “Joker” şarkısını söylemiş ve ikinci olmuştum. Ödül olarak ta “gece boyunca içebildiğin kadar bira ve yiyebildiğin kadar fıstık” kazanmış, tam bir öğrenci mantığıyla hareket ederek ne kadar fıstık paketi bulduysam orama burama sokuşturup kaçmıştım. Zaten Akebono ayısı şu anda da benim “ödüllerimi” yiyordu. Bu kız yüzde yüz orada beni görmüştü. Yine de elimden geldiğince itiraz ettim.
“Osman ağabeycim ben elin Japonuna ne söyleyecem ki şimdi? Anlamaz ki adamlar. “Kız sen Kyoto’nun neresindensin mi söyleyeceğim? Yoksa gemilerde talim var, Shangay’lı yârim varı mı söyleteceksin bana ?” diye sordum.
“Cıvıtma lan!” diye sertçe çıkıştı Hacı Osman.
“O gadar sene Angarada kalmadın mı? Türkü bildiğini, Sincanlı Oğuz’u dinlediğini filan söylemedin mi lan bana? Onları söyleyecen işte…” dedi.
Adamla, dürümcüyken bu kadar derin muhabbete girdiğim için tekrar kendime küfrettim. Hacı Osman önüme, bir evvelki solistin söyleyeceği türkülerin sözlerini fırlattı attı. İtiraz etmeme fırsat vermeden ekledi.
“Bunları ezberle, öğren, yarın söyleyecehsin , ona göre haaa. Prova için de şimdi alt gata geç, tanış adamlarla, söylemeye başla… Yıhıl gözümün önünden…” dedi sertçe.
Söz söylenmişti, emir kesindi, süklüm püklüm odadan çıkıp sahneye indim, ve prova yapan elemanlarla tanıştım. Azeri bir zurnacı, Macar çingenesi bir tane akordiyoncu, gerisi Çinlilerden oluşan bir darbukacı, iki kemancı, bir basçı ve bir tane de orgçudan oluşan bir grup aşağıda prove yapıyordu. Solist de nacizane bendeniz.
Adamlar bana umutlu gözlerle baktılar. Elimdeki listeye bakarak kısık bir sesle konuştum
“Hadi bakalım” dedim yavaşça “Çekirgeyi salıverdim’den başlıyoruz…”
O 2 gün inanılmaz hızlı geçti. Konseri vereceğimiz gün, öğleden sonra diğer ülkelerden gelecek olan sanatçılar yavaş yavaş gelmeye ve alet edevatlarını kurmaya başladılar.
Çin’den 6-7 tane kostümlü bayan sanatçı gelmişti. Onlara ayrılan yere kuruldular, sessizce yaylı, vurmalı çalgılarını çıkarttılar ve sessizlik içersinde akortlarını yaptılar. Tam çıkarken, birisi arkaya bir stand kurdu ve oraya kocaman bir gong astı.
Arkalarından Japon ekibinden 3-4 erkek sanatçı geldi. Bu grubun müzik aletleri Çinlilerinkine benzemekle beraber, daha çok vurmalı çalgılardan oluşmaktaydı. Hemen aletlerini kurdular ve kostümlerini giymeye başladılar..
Bizim ekipteyse, kim nereden bir takım elbise, papyon, kravat filan kaptıysa getirmiş giymiş oturuyordu. Ekipteki Çinliler, hepsi birbirinin aynısı Kızılay’dan alınma gibi duran tek tip ve siyah renk bir takım elbise giyinmişlerdi, Macar eleman ise daha bir allı pullu ve yeşil renk giyinmişti. Bizim Azeri elemansa vişneçürüğü bir ceketle duruyordu. Ben Singapur’a staj amaçlı geldiğimden yanımda bir sürü kumaş pantolon , gömlek ve ceket getirmiştim ama tam dönüş vakti olduğundan aralarından bir tek lacivert takımım ve sarımsı bir gömleğim temiz olarak kalmıştı. Azeri elemandan parlak mavi bir papyon buldum, onu da takınca tam pavyon şarkıcısına benzedim.
Akşam olunca yakuzalar ve triaddan adamlar geldi, bende soteye bir köşeye saklandım, ve çıkacak en ufak aksilikte nereden kaçarım hesapları yapmaya başladım. Hacı Osman’ın işaretiyle hem yavaş yavaş yemek servisi yapılmaya başladı hem de müzisyenler yerlerini aldılar.
Önce Çin ekibi “İki bulut arasında süzülen ejderha” adlı eseri sundular. Gerçekten de muntazaman bir eserdi, inanılmaz derecede etkileyiciydi. Sadece müzik değil müzisyenlerin çalarkenki ruh halleri ve hareketleri bile incelemeye değerdi. Uzun bir şarkıydı, yaklaşık 12 dakika kadar sürmüştü. Şarkı bitince izleyen herkes ciddi suratlarla müzisyenleri alkışladılar. Arkasından Japon ekibi “köye dadanan kötü iblisi kovalama” adındaki bir Kabuki müzikal-tiyatro sundular. Bu da Çin ekibininki kadar sanatsal, fakat bir o kadar da ağır ve yavaş bir gösteriydi. Bu da yaklaşık 15 dakika kadar sürmüştü. Yine ciddi suratlarla alkışlandılar, triad üyeleri ve yakuza üyeleri kısa ve küçük gülümsemelerle birbirlerine bakıp çalan müzisyenleri onayladılar. Benim sahneye çıkmam yaklaştıkça ruhum sıkıldı, sırtımdan aşağıya buz gibi soğuk terler aktı. Osman abi çıkmama az kala yanıma gelip bana cesaret verdi.
“Tunç gardaş, bah heç canını sıhma. Bakma bu heriflerin ciddi olduğuna, bir saat sonra dağıtırlar bunlar, sen esas primi o zaman yapacahsın.”dedi ve sırtıma dostça vurdu.
“Hadi aslanım göreyim seni…”
Sahneye titreyerek çıktım, hafifçe selam verdim, sonra benim ekibe döndüm. İlk şarkımızı hala hatırlarım: “Leblebi koydum tasa kız annem”.
Adamlar iki tane ağır müzik şaheserinden sonra, birden geceyi yırtan bir zurna sesiyle neye uğradıklarını şaşırdılar. İrkildiler, şaşırdılar, hatta birkaç tanesi savaş çıktığını filan zannedip silahlarına sarıldılar, ama baktılar sesler sahneden geliyor, yerlerine oturup tuhaf tuhaf bizi izlemeye başladılar. Arkadan gelen darbuka, keman ve akordeon sesleri arasında, benim hafif titrek bir sesle “Leblebiiiii koydum tasa kız annnemmmmm” diye çığırdığımı duyunca, çoğu direk elindeki içkileri kafalarına diktiler. Bizim şarkılar tabii diğerleri gibi uzun ve ağır değil, hızlı ve eğlenceli. Daha 3 dakika dolmadan biz şarkıyı bitirince adamlar iyice bir afalladılar. Çin ekibi sıranın kendilerine geldiğini önce anlamadılar, sonra ellerine aletleri aldılar. “Böyle müzik mi olur, 3 dakikada şarkı mı biter..” diye söylenerek ikinci şarkılarına başladılar.
Üçüncü tura gelindiğinde, tüm ekiplerde inanılmaz bir değişiklik yaşanmıştı. Hacı Osman söz verdiği gibi içkiyi sular gibi akıttığından heyetlerin hepsi kafayı bulmuşlar, yüksek sesle kendi dillerinde konuşuyorlar ve anıra anıra gülüyorlardı. Bu neşeli ortamın içinde benim misket söylemem, tam bir bomba etkisi yarattı. Ama esas bombayı yine Hacı Osman yapmıştı. Eleman bir masayı “ortamı şenlendirsinler” diye 3-4 tane Türk arkadaşına ayırmıştı. Ben “Güverciiin uçuverdiiii” der demez adamlar birden kalkıp şakır şakır oynamaya başladılar. Diğer heyetler önce bunu yadırgadılar, ve çekindiler ama Hacı Osman’ın da arkadaşlarına katılması ve arkadaşlarını “kaldırın lan şunları… Herifler biraz gurtlarını döksünler” diye uyarmasıyla ortalık tam bir curcunaya döndü. Misket bitti, ama Hacı Osman bana bakarak “Devam et gözüm, içimiz bayıldı bu çekiklerin müziğinden” demesiyle ben mecbur devam ettim. Eee serde Egelilik de var zaten, başladım “Çökertmeden çıktım da Halilim”’i söylemeye. O bitti Zeybek, o bitti “Karanlıkta ablan sandım, ondan öptüm baldız seni” derken, bir baktım salonda herkes kalkmış göbek atıyor. Nerde kaldı yakuza, nerde kaldı triad’ın karizması? Hepsi kolkola girmişler haldır haldır halay tepiyorlar. Ben yeni şarkıya başlayacakken arkadan bir el bana dokundu. Elin sahibi Çinli grubun solistiydi. Bana İngilizce “Artık biz söyleyebilir miyiz?” diye sordu kibarca. Ben eveleyip geveleyince oynayan Türklerden biri bağırdı.
“Lan Çinliler bizim adamı indirmeye çalışıyor”
Birden bütün Türkler, “Türkü isteriz, Türkü isteriz” diye bağırıp el çırpmaya başladılar. Triaddan ve yakuzadan elemanlar bu bağrış çağrışın nedenini ne olduğunu öğrenince, onlar da tezahürata katıldılar. Derin uzun müzikler dinlemektense kısa hızlı şarkılarla göbek atmak, özellikle sarhoşken, onlar için de daha cazip gelmişti.
Derken arkalardan gelen çelik gibi bir ses, tüm gürültüyü kesti.
“Türk çocuk kalsın, bu karıları TaiPei’ye geri gönderinnnnn!” (Not: Tai Pei genelevleriyle meşhur bir bölgedir.)
Herkes bu bozuk İngilizce şiveli sesin geldiği yere baktı. Sesin sahibi 75 yaşlarında olan ve şu ana kadar hiçbir ifade vermemiş olan triadıb başlarından biri olan ihtiyar Çinliden geliyordu. Bizim Türk grubundan biri hemen ona yanaştı.
“Vay babaaaa, sende bizdensin” diyerek onu da dansa kaldırdı. Hacı Osman da bu yakınlaşmadan müthiş memnun olmuş bir “aman assolistin sesi kısılmasın” diye bana ılık beyaz şarap göndertti. Ondan sonra ne olduğunu anlatmaya herhalde gerek yok. Keyfim yerine gelince, sabaha kadar ben söyledim onlar oynadı, yorulunca mikrofonu onlara verdim, ben oynadım… Hatırladığım enstantane görüntüler arasında bir ara Çin grubundan bir müzisyenin hafiften göbek atmaya başladığı, Japon müzisyenlerden bir elemanın darbukaya geçip sololar attığı, Yakuza grubundan birinin “mastika” diye bağırması, yine yakuzalardan birinin Çinli hatunun arkasına astığı koca gonga kafa atması gibi sürüyle değişik şeyler var. Sabaha kadar Japonlar, Çinliler Türkler hep beraber göbek attık durduk…
Dönme zamanım gelmişti. İki gün sonra çalıştığım firmadan Bay Chang beni havaalanına bıraktı. Birbirimize veda ederken, birden adım anons edildi: “Bay Pekmen, lütfen danışmaya geliniz…”
Bay Chang da, ben de merakla danışmaya gittik. Danışmaya varınca Hacı Osman’la Akebono’nun beni gülümseyerek beklediklerini gördüm. Bay Chang’ın hayret dolu bakışları altında hem Hacı Osman hem de Akebono bana sarılıp uzun uzun veda ettiler.
Uçağa bindiğimde rahatlayarak arkama yaslandım ve hem Türkiye’ye hem de daha sakin bir hayata döneceğimin düşüncesiyle uyuklamaya başladım.