Bayramları büyükşehirde geçirmekten nefret ediyorum. Aslında büyükşehirde yaşamaktan da pek hoşlandığım söylenemez. Kendimi yalnız hissediyorum bu kocaman yerlerde; Ankara’da da böyle hissettim, İstanbul’da da, İzmir’de de. Ben çocukluğumun mahalle ve apartman kültürünü özlüyorum. Ama bizler, gittikçe o kültürden uzaklaşıyor ve “modern yaşam konutları”nda kendimizi yalnızlığa hapsediyoruz. Açın gazeteleri bakın, boy boy konut projeleri var her biri farklı “nezih” yaşam ortamları sunan; güvenliği, ortak spor alanları, parkları, marketleri, çeşitli özelliklerdeki akıllı evleri bulunan. Öyle özellikleri varmış ki evlerin, vay be demeniz bekleniyor. Sıcaklığı otomatik ayarlanıyormuş, her türlü hizmetiniz görülüyormuş, çok seçkin komşularınız varmış; avukatlar, banka müdürleri, doktorlar vs. Anlatıyorlar da anlatıyorlar. Bir de bu evlerin kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde olanları var. Hadi bize gidelim diyorsun, atlıyorsun arabaya, git Allah git bitmiyor. Neymiş doğa içinde, sessiz sakin, “nezih” bir yermiş. Bizim oralarda “Allahın ‘uzak’ ettiği yerler” denirdi böyle yerlere. (Tabii ki ‘uzak’ ettiği denmezdi de, ne dendiğini bilen bilir.) Halbuki böyle evler benim için konforun adı değil, resmen hapishane.
Ben Mersin Yenimahalle’de bir apartmanda büyüdüm. Çok şenlikli bir bölgede, şenlikli bir apartmanda. Öyle ses ettin gürültü ettin diye polisin anında kapında bittiği, komşularınla sadece asansörde karşılaştığın ve hafifçe selamlaştığın bir yer değildi. Bilakis apartman zaten Mersin’in en işlek caddelerinden birinde olduğu için gürültü hiç kesilmezdi, bununla birlikte komşularda da cümbüş kesilmezdi. Herkes şenlikli olunca, siz de evinizde istediğinizi yapabiliyordunuz. Bizim evde futbol maçları, sonuna kadar açılmış müzik, darbuka çalışmaları eksik olmazdı. Gürültü çok yoğunlaştığında, komşular birbirine söylerdi, ama o da çok mecbur kalındığında. Yoksa kimsenin kimseye şikayeti olmazdı. (Sadece arada apartman aidatları toplanırken kavga çıkardı hatırladığım.)
Apartmana girerken komşuların ne pişirdiğini bilirdiniz. Yemek kokuları birbirine karışırdı, ama şikayet etmezdiniz. Çünkü akşam bir bakardınız kapı çalardı ve komşunuz “kokmuştur belki” diyerek, size elinde bir tabakla pişirdiğinden getirirdi. Aradaki farka bakın, “ya yemek kokarsa da yönetime şikayet olursa” değil, “ya kokmuşsa ve canı çekmişse”. (Şimdiki sitelerde kokusundan rahatsız olunduğu için balık kızartılmasını bile istemiyor yönetimler.) Hele ramazan olduğunda herkes birbirine o kadar çok yemek gönderirdi ki iftara bir sofra da onlardan çıkardı. Bir de komşularınız Antep, Urfa, Hatay gibi mutfakları harika şehirlerden gelmişlerse, tadına doyum olmazdı gelen yemeklerin.
Komşular birbirlerini sadece karşılaşarak tanıyanlar değillerdi. Apartmana yeni birisi taşındığında hemen herkes onu ziyarete gider ve içlerine kabul ederlerdi. Komşu günleri yapılırdı. “Müsaitseniz akşam annemler size gelecek”leri yaşardık sık sık. Hele de akşam saatlerinde, babaların işten eve geliş saatlerinde daha da hareketlenirdi apartman. Kapılarda çene çalındığı için böyle bir canlılık olurdu. Herhangi birisinin sıkıntısında diğerleri ona yardım ederdi. Ha dedikodu da olurdu bol bol, kim ne yapmış ne etmiş. Ama hepsi ayrı tatlıydı. Bir komşu diğerini çağıracaksa, kapısına iner ziline basardı ya da doğrudan kafasını balkondan uzatır ve samimiyetine göre “Kııııız Nurteeeen” ya da “Nurten Hanııım” diye bağırırdı. Bir şeyler söylemek için acaba zilini çalsam ayıp olur mu, ya da cebinden mi arasam düşünceleriyle ürkek yaklaşılmazdı. Birlikteliğin rahatlığı vardı. Hele bir de çocuklar varsa.
Çocuklar ayrı bir şenlikti. Çocuklar derken kendimizi kastediyorum. Bizim apartmanda bir sürü arkadaşım vardı ve canım sıkıldığında hiç sormadan etmeden zııırt diye kapısına rahatlıkla gidebiliyordum. Ya da gün içinde birden kapı çalıyor ve komşunun oğlu bize geliyordu. Canımız sıkılınca da gidiyorduk, öyle kimse kimseye rahatsızlık vermiyordu, herkes alışkındı birbirine, yabancı değildik çünkü. Çoğu zamanda evde sıkılıp hadi dışarı çıkalım diyorduk ve ya sokak aralarında, ya da önümüzdeki caddede ya da yakındaki futbol sahasında oynuyorduk. Biz sanırım sokaklarda oynama şansı bulan son kuşak olduk. Bizden öncekiler bizden de şanslıydı, çünkü onların devrinde apartmanlar da yoktu, müstakil evler, bahçeler, araba girmez ara sokaklar vardı. Ama bizden bir sonraki kuşak için hiçbir şey kalmadı, her yer beton doldu, sokaklar büyütüldü ve geçen araba sayısı arttı. Sokaklarda oynayamayan çocukların, evde oynama şansları da azaldı. Çünkü artık komşuluğun o rahatlığı da kaybolmaya başlamıştı azar azar. Şimdilerde ise büyükşehirde ve büyük sitede iseniz iyice yok artık o rahatlık. Apartmandakileri tanımıyorsunuz ki –yüzleri, isimleri ve meslekleri haricinde- öyle çocuklarınız zırt kapı birbirine gidebilsin. Artık “ana babalarda” (pardon onlar ebeveyn oldular artık, ana baba demememiz gerekiyor) ebeveynlerde –rahatsız etmesin- endişesi o kadar hakim ki, bir komşu çocuğunun size gelmesi büyük törenlerle gerçekleşiyor. Annesi kapıyı çalıyor ve çoğunlukla da çocuğuyla birlikte kendisi de geliyor. Ama böyle hep diken üstünde bir süreç. Eskiden diken üstünde yaşanan tek süreç, “babanız eve gelmeden gidelim”di veya akşam ezanının okunmasıydı. (Akşam ezanı, namaz vaktini haber etmesiyle birlikte sokakta oyun zamanının veya komşu ziyaretinin bitişini de haber eden bir çağrıydı.) Ama şimdi zaten gündüzleri ebeveynler işte, geceleri zaten komşulara gidip oynanamaz. Çocukların hepsi ya okula, ya yuvaya gider. Geriye haftasonları kalır, ama onda da –aile, eğer brunch’a gitmemiş veya bir su kenarına kurulmuş serpme kahvaltı mekanına kendisini atmamışsa- gidilir komşulara ve anlattığım bu “rahatsız etmeme” gerginliği yaşanır. Tüm bu yaşadığımızın adı da, “modern yaşam”dır bu arada…
Ben istemiyorum sizin doğanın ortasında kurulmuş, her türlü yaşam konforu sunan, evin sıcaklığını kendi ayarlayan lüks sitelerinizi. Ben merkezi ısıtmayı değil, evin ortasındaki sobayı özlüyorum arkadaş; sitedeki varlıklarını bildiğim “seçkin” komşuları değil, bana “madımak” yollayan Sivaslı Saadet Teyze’yi özlüyorum; şehre 45 dakika yakınlıktaki siteyi değil, şehrin göbeğindeki hareketli mahallemi özlüyorum; kafamı çıkardığımda yolda yürüyen teyzeleri amcaları, elindeki lastik toplarıyla sümüklü veletleri, balkondan balkona laf yetiştirebilen komşuları özlüyorum; apartman aidatımı bir bankaya yatırmayı değil, her aybaşı kapımda biten ve “apartman yöneticiliği üstüne kalmış” arkadaşım Barış’ın babası Yılmaz Amca’ya ödediğimiz zamanı özlüyorum; eve ekmek, pirinç, gazete almak için, “apartman görevli”sine veya markete sipariş verildiği değil, sokakta oynayan çocuğa “Aliiii, hadi bakkaldan bir ekmek, bir de süt al oğlum” diye bağrıldığı ve Ali’nin “Ama anneee” itirazını özlüyorum.
Derler ki her şey değişiyor ve gelişiyor, değişime ayak uyduramayan geride kalır. Ben özlediğim şeyler için geride kalmış olmayı istiyorum. Onlar bizi biz yapan değerlerimizdendi, samimiydi, sıcaktı, içtendi, bizdendi. Ben bu yeni yaşam tarzımızı, gayet içinde yaşıyor olsam bile, sevemedim arkadaş. Kendimi yalnız ve kopmuş hissediyorum. Özellikle de büyükşehirlerde yaşayan sizler, nasıl hissediyorsunuz ve bana katılıyor musunuz, bilemiyorum. Ama ben çok özlüyor be arkadaş, çok özlüyorum…