Gözünüzü açıp kapatmak kadar kısadır ömür… Eskiden çok uzak ve kocaman bir yaş gibi gelen otuzlarınıza, çocukluk ve ergenlik yıllarının hemen ardından kavuşursunuz. Erkekler içinde aynı şey geçerli mi bilemiyorum ama ben dahil hemen hemen her bayan arkadaşımı gözlemlediğimde bu yaşı sindirmek zorluyor insanı… Özellikle bekarsanız, eğitim ve kariyer peşinde koşup da, çocukken birlikte oyun oynadığınız tüm akranlarınızın birer, ikişer çocuğu olduğunu gördüğünüzde, ister istemez, yalnızlık korkusuna kapılırsınız. Gecikmiş olmanın, yalnızlığın ve birşeylerin hep eksik olmasının endişesidir, bu… Halbuki tamamıyla gereksizdir, asılsızdır. Ve hatta bu hissin altında bambaşka korkular yatıyordur, zamanla anladığınız… Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, çevre ve aile fertlerimiz kendi korku ve kalıplarını, ustalıkla işlemişlerdir, içimize. İçinde bulunduğumuz durum sadece bir evvel ki kuşağın biraz daha parlatılmış, yenilenmiş(!) ama aynı basma kalıp hallerinden ibarettir.

Zamanında yirmili yaşları geçince, evde kalmış muamelesi gören kadınlarımızın artık yaşamlarındaki öncelik sıraları ciddi anlamda değişti. Üniversite, master, iyi bir iş, kariyer derken gelinen bu sancılı yaş döneminde, bir sabah uykunuzdan uyanırsınız ve vakti geldiği için artık evlenmeniz gerektiğini düşünürsünüz. Hormonlarınız bir yandan, çevreniz bir yandan ve içinizde sizi dürten o ses apayrı yandan, dürter sizi. Bu o kadar güçlü bir istek haline gelir ki, tanıştığınız ve tanıştırıldığınız her erkek için, ’Acaba bu kişi mi?’ sorusunu sorarsınız. Ve bu düşüncenin gücüyle, evlenmek için birilerini kovaladıkça, hiç umduğunuz gibi bir ilişki yaşayamazsınız. ‘Kaçan kovalanır’ misali kovalayan hep siz olursunuz aynı zamanda, yalnızlık çeken de… Kovalamayı bıraktığınız anda, halk diliyle kısmetiniz açılır, hiç ummadığınız yerlerden sizinle tanışmak isteyenler çıkar.

Otuzlu yaş döneminde, psikolojik etkiler dışında fiziksel dürtülerde yaşanır. Gördüğünüz her bebek resmi, çoğalabilmek adına pek çok hormonu tetikler. Hamile kıyafetleri hatta biberonlar bile sempatik gelmeye başlar. Yaşla birlikte olgunluk seviyeniz arttığı gibi, sevginizi paylaşabilme yetinizde yükselir. Bu yaşlara gelipte hala bekar olanlar, yalnız yaşamanın verdiği rahatlıkla, evlenmeyi sadece çocuk sahibi olabilmek için gerektiği yanılgısına bile düşerler. Kadın bulabildiği en güzel ve etkilenebileceği en sağlam ırkın peşinde koşar. Sevişmenin ötesinde, sevdiği adamın çocuğunu dünyaya getirmek bir sorumluluk gerektirir, çünkü…

Ruhunuz aslında hala aynı çocuktur ve seneler görüntünüze gereken ilgiyi gösterir. Biraz beyaz saç, hafif mimik çizgileri, en sıkı vücutlarda bile karın bölgesinde bir miktar yağlanma, vs, vs… Eskisi gibi koşamadığınızı, zıplayıp, hoplayamadığınızı ve kalorileri yakamadığınızı anlarsınız.

Kadın olduğunuzu anladığınız, hatta fiziken kadınlığınızdan en fazla mutluluk duyduğunuz dönemdir, otuzlu yaşlar… Kendinize olan güveniniz artar, çocukluk ve gelişim dönemindeki kafaya taktığınız kusurları sevmeye başlarsınız. Öyle herşeyi de takmazsınız kafaya… Sevdiğinizi kıskanmaktan delirdiğiniz günler geride kalmıştır ve işte bu yaşların en güzel yanları bunlardır.

Pek çok boşanmanın, çevre baskısı ve tabularla evliliklerden kaynaklandığını; yalnızlık, beğenilmeme korkusu gibi etkenlerin bir çoğumuzu erken evliliğe teşvik ettiğini söyleyebiliriz. Çevremizdeki sohbetlerde anlatılan korkunç evlilik hikayelerini bilinçaltımıza hapsettiğimiz ve bu konuda tepkili olduğumuzda gerçektir.

Bekar ya da evli, genç ya da yaşlı, çocuklu ya da çocuksuz olun, içinde bulunduğunuz anın tadını çıkarın. Otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı hiç farketmez, her yaşın hakkını vermek lazım.

Ebru Elmas

Ebru Elmas