Cinsellik canözümüze yerleşmiş bir tohum gibidir. Onu keşfetme vaktimiz geldiğinde doğa bu tohumu patlatır, çiçek açtırır. Ama açmış olan çiçeği sulayan, büyüten ve kendine has kokusunu veren şey, tutkulardır. Kanımızı tutuşturan, zihnimizi tutsak eden, geçici bir delilik gibi bizi peşisıra sürükleyen tutkular olmasa, cinsellik başına sadece doymak için oturulan ve şıpın-işi tüketilen bir yemek gibi yavanlaşırdı. Ve eğer tutku, cinselliği basit bir ihtiyaç olmanın ötesine taşıyan bir çift kanatsa, cazibe de tutkunun kanatlarına ivme veren rüzgardır. Çünki tutku onu tetikleyen uyarıcılara doğru yönelen bir vektör gibidir. Hedeflediği bir varış noktası olmadığı zaman, tutku sadece çıkış noktasına sahip tanımsız bir potansiyelden ibaret kalır.
Tutkumuzun yöneldiği nesnelerinin sahip olduğu o gizemli güç, yani cazibe… Onu tanımlamak mümkün müdür?
İnsanlara ideal kadın ya da erkek tiplerini sorduğunuzda cevap olarak genellikle fiziksel mükemmellikleriyle göz kamaştıran ve ulaşılmazlıklarıyla gözümüzde büyüyen ünlülerin belli özelliklerinden oluşan bir çorba tarifi verilir. Claudia Shiffer gibi yürüsün, Angelina Jolie gibi öpüşsün, Merly Streep kadar erdemli görünsün ve annem gibi yemek pişirsin! İnsanın ”Kız da manyaktı çünkü, bu kadar özelliği varken gelsin senin gibi bir boşkafalıyla birlikte olsun” diyesi gelir. Bunun kadınlararası versiyonu da şöyle birşeydir; George Clooney kadar seksi olsun, James Bond gibi heyecan verici olsun, David Niven kadar düşünceli ve kibar davransın ve Küçük Ev dizisinin babası Charles Ingles kadar evine bağlı olsun! Aslında ben olsam Donald Trump kadar zengin de olsun derim. Hani lamba cinlerinin kulağına kar suyu kaçırmışken, bu da eksik kalmasın…
Oysa sokakta yürürken, bir lokantada yemek yerken, metroda yolculuk yaparken, katıldığımız bir arkadaş toplantısında veya bir iş yemeğinde gözümüzü ve gönlümüzü çelen insanlar, hiç de ”ideal” kadın ya da erkek kolajımıza uyan tipler değildir. Bizi ideallerimizden ziyade, çok daha dokunulabilir yerlerimizden vuran bu tutku nesnelerinden, ”kendine has bir cazibesi vardı” diye söz ederiz.
Cazibe kendini bazen bir el hareketinin rüzgarına, bazen bir kahkahanın titreşimine, bazen bir sözcüğün telaffuz ediliş biçimine, bazen bir kokunun buğusuna, bazen bir bakışın derinliğine, bazen ensedeki tüylere vuran güneş ışığına, bazen uzun bir eteğin altından bir kaybolup bir görünen güzel bileklerin kıvrımına, bazen bir gömleğin sırtını geren güçlü omuzların, ya da düğmelerini zorlayan dolgun göğüslerin arasına saklar ve tutkumuzu harekete geçirir. Ve cazibenin kaynağı olan kişi, en azından bir süre için gönül iklimimizin efendisidir.
İster vücut, ister zeka kıvrımlarının arasına sığınsın, ister bir sesin, ister bir kokunun dalgasına yüklesin kendini, sonuçta bir insandan diğerine akan ve birimizi diğerine çeken bir enerjidir cazibe. Peki bu enerji bilinçli olarak üretilebilir birşeymidir, yoksa kendinden menkul olarak ortaya çıkıp önüne gelene çarpan serseri bir mayınmıdır?
Ben cazibenin asıl kaynağının farkında olmadan harekete geçirdiğimiz bir yayın olduğunu düşünürüm. Otobüste giderken kitap okumaya dalmış bir kadın, asla ellerinin kitap sayfalarını çevirirken yaptığı hareketin karşısında oturan erkeği nasıl etkilediğini bilemez. Ancak kafasını kitaptan kaldırdığı bir an o erkekle gözgöze gelebilir ve bakışlardaki tutkuyu görebilirse sebep olduğu titreşimin bilincine varır ve bazen bu titreşimin çekim alanına kendi de girer. İnsanı en fazla baştan çıkartan şeylerden biri de baştan çıkartıcı olduğunu farketmek ve bu gücü elinde tutmaya devam etmek arzusudur! Çoğu zaman kitap kurdu küçük hanım cazibenin kaynağının elleri olduğunu aklına bile getirmeyip, marifetin tamamını dalga dalga omuzlarına düşen kestane rengi saçlarına yükler ve kurbanının üzerindeki etkisini daha net görebilmek için saşlarını bir o omuzuna bir bu omuzuna atmaya ve göz ucuyla adamı ne hale getirdiğini kontrol etmek için yandan yandan bakmaya başlar. Kurban, saçı bir omuzdan öbür omuza atan ellere takılıp hepten kendini yitirirse ne ala! Ama elleri hakkında hayaller kurduğu kızın bu davranışını pek aptal ve sıradan bulup kafasını öbür tarafa da çevirebilir. Doğal akışına elle müdahale edilerek devam ettirilmeye çalışılan cazibede hep biraz iç sıkıcı bir yan vardır.
Ama insanı en fazla baştan çıkaranın, baştan çıkartabilme gücünün farkına varmak olduğu konusu üzerinde azıcık daha durmak arzusundayım. Her insanın içinde bir narsist uyur. Ve bu narsist kendisini güzel gösteren bir ayna bulunca yüzyıllık uykusundan uyanır. Artık ayna ve narsist birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanmışlardır. Başka aynalara bakmaya cesareti olmadığı için bir ömür aynı aynaya tutunan, daha iyi gösterdiğini düşündüğü aynalara doğru hızlı geçişler yapan, ayna koleksiyonu yapıp, o anki ihtiyacına en uygun olanı elinde gezdiren, bütün aynalarını hor kullanıp kırdığı için bunalıma giren birçok narsist vardır. Narsizmimizin boyutu ve şekli, karşı cinsle ilişkilerimizin de birçok yönünü belirler.
Ancak cazibe başrolü ele geçirmek için yalnız cazibeye sahip olanın değil, cazibeye kapılanın da narsizmini kullanır. Bazen bir insanı istememizin sebebi, onun temsil ettiği şeyleri kendi dünyamıza veya kendi portföyümüze dahil etme arzumuzdur. Bize layık olan, ya da kendimizi görmek istediğimiz yeri temsil edenlere doğru uzanır ellerimiz. Bazen yeşil bir gözü cazip yapan bakışları değil, ”sevgilisinin yemyeşil gözleri var” dedirtme arzusudur. Gözlerin resmi çekilir ve bir kartvizit gibi taşımak için ceketin cebine konuluverir.
İllaki özlem duyulan veya ulaşılmak istenenle bütünleşmiştir cazibe… Genç kızlar şakağına kır düşmüş olgun ve tecrübeli (!!!) erkekleri, genç erkekler ne istediğini bilen (!!!) 35 yaşlarındaki kadınları cazip bulurlar. Ama yaşı kırklara doğru tırmanmaya başlayan bütün kadın ve erkekler, yitmeye başlayan gençliğin simgesini ele geçirmek istercesine hep gençliğin cazibesine kapılır, genç olanın enerjisine doğru çekilirler.
Cazibe bazen hormonlu bir meyve de olabilir. Hani görüntüsüyle iştah kabartan ama plastik tadı veren çilekler gibi, ilk anda size belli bir özelliklerinden ötürü inanılmaz cazip görünüp, tanıdıkça itici hale gelen insanlar çıkabilir karşınıza. Bu yanılsamaların nedeninin karşımızdaki insanlardan ziyade, bizim içimizde yerleşmiş kodlar olduğunu düşünürüm ben hep. Yani tok bir sesle konuşan bir erkeğin aynı zamanda sağlam bir karakteri olduğunu sanmak, ya da seks sorunlarımızı dinleyip bize akıllar veren psikoloğumuzun, yatakta harikalar yaratacağını zannetmek gibi kodlar… Yoksa cazibe biraz da, hayaller, ihtimaller ve bilinmezlikler midir?
Yine de cazibenin en yoğun, en etkili ve en taklit edilmez hali nedir diye bana sorsalar, derim ki; kişinin yaşam enerjisinin dışa yansımasıdır. Bir insanın kendini iyi ve canlı hissettiği anlarda yaydığı o yüksek titreşimli enerjiden bahsediyorum. Bence cazibelerin en karşı konulmazı budur. Ne net bir çıkış noktası, ne de bir hedefi vardır. İnsanı içinde yanan bir ampul gibi parlatır. Ağız sulandırıcı bir yemeğin kokusu gibi dalga dalga yayılır. Etrafına, şen bir kahkaha, keyifli bir fısıltı, tatlı bir dokunuş, akılçelen bir parfüm gibi etki eder. Arkanızdan, çok hoş bir kadın/erkek diye konuşur insanlar ama nedenini kendileri de tanımlayamazlar. Çünki bunun nedeni sadece herzamankinden de fazla kendiniz olabilmenizdir. En saf ve en karşı konulmaz haliyle cazibe ”kendimiz gibi” olmanın doruğunda olmak, ya da basitçe kendimizden memnun olmaktır.