“Uyan!” der içinden bir ses ve sen gözlerini sıkı sıkı kapatırsın, sesi duydukça daha da sıkı… Neden uyanmak istemezsin ki sana verilmiş fark edilmeyi bekleyen güzelliklerle dolu dünyaya…Ve aslında sürekli okuyup sorgulayan sen bilirsin tüm bunları, ama takılı kaldığın karanlık dünyanda sıkışıp kalmışsındır. İşte bu noktada siz neler yapıyorsunuz? Uyumaya, direnmeye devam mı? Yoksa “ne olacaksa olsun amannn!” deyip öflenip pöflenerek akışa teslim olanlardan mısınız?
Çok severim Şems’in şu sözünü “Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını…” Demesi kolay değil mi? İşte her insan gibi yaşadığım birtakım sıkıntılardan sonra ben de bunları daha çok sorgulamaya ve bir arayışa başladım…Neyle ilgili tam olarak bilemiyordum, bildiğim ruhuma iyi gelecek, zihnimdeki karmaşayı susturacak, beni dönüştürecek bir arayış….
Geçen yazdı; kalbim kırık ama zihin oldukça aktif, ruh geçmişe kızgın, beden huzursuz… Değer kavramını sorguluyordum: “Neden değer görmüyorum? Neden hep aynı sorularla baş başa kalıyorum?” Arkadaşım bana dönüp şöyle dedi: “Allah aşkına Simla, bu zamanda kim kime değer veriyor!” Kızdım bu basit cevaba, değer vereceğim ama karşılığını görüp görmemeyi önemsemeden…. Kim kabul edebilirdi ki bu durumu, hem de her koşulda… O kadar eğitimler aldım, fedakarlıklarda bulundum, kalbimi açtığım herkese inandım, sevdim, çalıştım-çabaladım, ürettim ama sonuca bakarsanız; hissedilen koca bir değersizlik duygusu…. Ve beraberinde getirdiğine inandığım sağlık problemleri…
Ve bir sabah sosyal medyada dolaşırken karşıma şu soru çıktı: “Sen kendine değer veriyor musun güzel kadın?” İşte o gün bugündür takip ediyorum bu soruyu düşünmeme sebep olan, farkındalığıma farkındalık katan, içinin güzelliği dışına yansımış olan Gamze Sağıroğlu’nu. Sahi ben kendime değer veriyor muydum? Siz kendinizi gerçekten seviyor musunuz? Kendinizle daha doğrusu tüm benliğinizle ne kadar barışıksınız? Neden hep aynı sorularla-sorunlarla-benzer insanlarla karşılaşıyor, beklenti içine giriyor ve yol alamıyorsunuz? Sizi dinliyoruz Gamze hocam. ?
Gamze hocam demek istiyorum, çünkü sizin eğitim kampınıza katılarak öğrenciniz oldum ve sizin öğretici bilgilerinizden yararlanmaya-öğrenmeye devam ediyorum. Birçok insan da sizi instagram hesabınızdaki motive edici paylaşımlarınızla tanıyor ve takip ediyor. Özellikle de kadınların duymak istedikleri iç sesi gibisiniz….
Ben de öyle düşünüyorum.
Peki siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?
İnsanın en zor cevap verdiği sorulardan birisi, kendini tanımlamak. Çünkü neye göre kendimizi tanımlıyoruz, çoğunlukla bakış açılarına göre. Bununla birlikte tüm bakış açılarının ötesinde ben kendi hayat yolculuğumda öğrenciyim. Öğrenciliğim esnasında kendi iç dünyamda yaşadığım tüm olaylarda karşılaştığım insanlarla geçirdiğim deneyimlerle ortaya ne çıkıyorsa içimden ne geçiyorsa ilham olarak ne veriliyorsa onları kâğıda döküyorum. Dolayısıyla bu kâinatta hiçbir şey birbirinden ayrı olmadığı için de ister istemez bizden akan duygular mutlaka birilerinin yüreğine dokunuyor. Kendimi sadece hayat yolculuğunda ilerleyen, kendini anlamaya çalışan, huzuru içinde bulmak için elinden geleni yapan biri olarak görüyorum. İnsanın kendine olan yolculuğu, kendini anladığı, kendini tanımlardan özgür kıldığı bir yolculuk. Dolayısıyla da tanımlama yapmak yerine var oluşu akışta deneyimleyen biri olarak kendimi söyleyebilirim.
Kadınlara yönelik farkındalık çalışmalarınız var. Neden sadece kadınlar? Kadını en iyi kadınlar mı anlar?
Tabi ki bir kadın olmamın çok etkisi var. Bu yolculuğumun 13-14 sene önce başlamış olması, hemen hemen Türkiye’deki birçok kadınla benzer deneyimler yaşamış olmam ve aynı zamanda da kadının ülkedeki en önemli anlaşılması, üzerinde çalışılması ve kendini geliştirmesi gereken bir varlık olduğuna da inanıyor olmam etkili. Çünkü çocukları doğuran, büyüten annelik duygusu… ve kadının her şeyden önce çocuğuna iyi bir örnek olabilmesi için kendini sevmesi, kendini değerli hissetmesi, mutlu olması gerekiyor. Benim de gönlümden geçen kadınların bu yönüne ışık tutmak, bu yüzden kadınlar.
Eğitimlerinize katılan kadınlarda en çok gözlemlediğiniz ortak sorunumuz ne sizce?
Değerli hissedememek… Yaptıklarıyla sevilip değerli hissetmiş, hissettikleriyle ise sevilebilir ve değerli olduğunu birçok kadının yüzde yüz hissedemediğini görüyorum.
Kadınlarımız genel itibariyle neden böyle peki?
Çünkü çocuk yaşlarda sevgiyi öğrenme biçimimizden gelen bir şey bu. Çeşitli ailelerde dünyaya geliyoruz, her ebeveyn birbirinden farklı alışkanlıkları olan kişiler ve ebeveynin sevgiyi çocuğa veriş biçimi etkili oluyor. Öncelikle ebeveyn çocuğun fiziksel ihtiyaçlarını karşılıyor ve bu fiziksel ihtiyaçların yanında duygusal ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını kendi aldığı sevgi tarzıyla ancak çocuğuna yansıtabiliyor. Daha fazlasını veremiyor.
Yani anneanneden anneye, anneden çocuğa aktarım gerçekleşiyor. Bu durumda önemli olan farkındalık mı?
Annenin farkında olması çok önemli. Çünkü kendi sevgiyi alış biçimini alıp kendi hayatı içinde yoğurup öz şefkate, öz saygıya ve öz sevgiye çevirmeyi yaşayamıyorsa, hissedemiyorsa ya da başaramıyorsa o zaman çocuğuna da aynı tarzda bir sevgi aktarımı gerçekleşecektir. Ancak farkında olmadan hani “anneler koşulsuz severler” diyoruz ya işte bu biraz koşullu sevmeye doğru da gidebiliyor. Bu durumda tabi çocuk olarak biz ne istiyoruz? Olduğumuz halimizle sevilebilir ve değerli olduğumuzu hissetmek istiyoruz he insan gibi. Fakat bizden hep beklenen ne? Bir şeyler yaptığımız zaman çocuklukta onay alıyoruz ama en ufak bir duygumuzu ifade ettiğimiz zaman bazen aldığımız geri bildirimler bizi çok incitebiliyor. O zaman da birçok çocuk duygusunu ifade etmekten korktuğu için bastırıyor.
Ve büyüyünce bu durumun hayatımızda ciddi bir soruna dönüştüğü noktada da rehber olarak siz ve sizin gibi danışmanlar devreye giriyor sanırım.
Evet, bizler devreye giriyoruz. Ancak ben şunu çok önemsediğimi de dile getirmek isterim; bir danışman her kim olursa olsun kendi yaşamı-tecrübeleri ile kendine yolculuğunu yaparken bu şekilde bir başkasına vesile olabilir ancak. Çünkü hiç deneyim anlamında bunları bilmeyen birisinin yani değersiz hissetmenin ne demek olduğunu hiç deneyimlemeyen birinin değersiz hisseden birini anlaması da mümkün değil. O yüzden biraz önceki soruya da atıfta bulunalım; kadın olarak, bir kadının nasıl değersiz hissedebildiğini anlayabildiğim için daha çok kadınlarla çalışmayı tercih ettim. Bir de kadının aslında insanın yani kadın-erkek ayrımı yapmadan hepimizin değer kavramına varlığımızın maddesel boyutunda değil de mana boyutunda bakması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü orada değerimiz paha biçilmez zaten.
Herkes sevilmek, saygı duyulmak, değer görmek istiyor. Yani hep bir beklenti var, kendine bunları yaşatmayan karşılığını bir başkasından bulabilir mi?
Yüzde yüz hayır, çünkü insanın kendisine veremediği bir şeyi bir başkasından beklemesi çok anlamlı değil. Artık çocuk değiliz, yetişkinlik sürecindeyiz ve bu dönemde de artık kendi ebeveynimiz olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bu ebeveyni değiştirmeye çalışarak olacak bir şey değil, yani çocukluk ya da ergenlik döneminde göremediğimiz anlayışı ve değeri daha sonra ebeveynimizi değiştirmeye çalışarak ya da ebeveynin karakterinde hayatımıza birini alarak o karakterin bizi sevmesini teyit etmeye uğraşmak çok anlamlı değil. Bunun zaten ilişki anlamında sonuçları çok olumsuz ve yıpratıcı taraflara gidiyor.
Kendini seven, her anlamda kendiyle barışık insan beklentisiz mi olur? Beklenti varsa içsel doyum mu eksik? Bunu mu anlamalıyız?
Neyden beklentimiz olmalı ve neyden olmamalı? Buna baktığımızda bir kişiden beklentimizin olması birazcık sıkıntılı ve çok ciddi bir çaba gerektiriyor. O kişi eğer bizim istediklerimizi verebilecek kapasitede veya o beceride değilse o zaman sürekli biz bununla savaşıyoruz. Dolayısıyla bir kişiden beklentiyi genellikle yok etmek gerekiyor. Yani kişiden beklentimiz olmayacak. Bununla birlikte işimizden, ilişkimizden ne beklediğimizi aslında beklenti demeyelim de ne istediğimizi iyi tanımlamak önemli. Ve istediğimiz şeylerin olduğu ilişkileri, iş biçimlerini oluşturduğumuz zaman orada olmak ve onların oluşmadığı ortamları da değiştirmek gerektiğine inanıyorum. Beklenti her zaman eğer bir şahsa doğru yönelirse hüsrana uğratıyor. Çünkü şahıs kendi bireyselliğini korumak istiyor, kendi verebildiği kadarını vermeye çalışıyor. Beklenti devreye girdiği zaman o verebildiği kadarının da üzerinde bir şey istiyoruz. Zaten toplumun sorunu ne? Mükemmeliyetçi bir yapı var, herkes kendisinden bile çok yüksek beklentiler içinde ve o beklentileri karşılayamadığı zaman kendini döven, kendini yargılayan bir toplumda yaşıyoruz. Bu anlamda birisinden bir de üzerine bunu istemek, zaten kendinden çok yüksek beklentisi olan bireyi yorarken bir başkasının da beklentilerini karşılamak eminim çok sıkıcı olur. Ve bu durum ilişkileri bozan-yıkan şey. Herkes olduğu gibi olmalı, kendi bireyselliğini, özgürlük alanını güven ve ahlak tanımları çerçevesinde yaşadığı sürece zaten beklentiye gerek kalmıyor. Bir de neden beklentiye ihtiyaç? Biz neden kendimize bunu veremiyoruz?
Sanırım burada yine çocukluğumuz, öğrendiklerimiz devreye giriyor; karşılık bekleme durumları gibi: “Ben sana iyilikler yaptım, sen karşılığında ne yaptın” demeler… Yani bir süre sonra çıkar ilişkisine dönüyor bu durum, ama genel itibariyle bunun pek bilincinde değiliz sanki.
Söylediğin bir nokta çok değerli, bazen ailede anne ve baba yani ebeveynlerimiz çocuk için o kadar çok fedakârlık yapıyor ki farkında olmadan ve bu fedakarlığın karşılığında eğer çocuk kendi bireyselliğini seçerse bu sefer de anne-babayı incitmekten, üzmekten korkuyor. Çünkü anne-baba bir anlamda kendi sanat eserlerini yaratmakla uğraşıyorlar farkında olmadan, bunlar hep bilinçsizce. Ancak, siz bir çileği kiraz yapamazsınız, bir portakalı elma yapamazsınız. Yani portakal, portakal olduğu için vardır. Dolayısıyla çocuklarımızın, eşlerimizin, sevgililerimizin, iş arkadaşlarımızın, sosyal çevremizde tanıştığımız insanların kendiliğine çok çok değer vermemiz gerekmekte ki, zaten kendi varlığının öz varlığına-kendiliğine değer veren, bir başkasının da özgünlüğüne değer verebilir ancak.
Öz değerimizi bilmemiz çok önemli gerçekten, bilmediğimizde ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Acaba Türk toplumunda mı daha çok bu sorun varlığını gösteriyor?
Diğer toplumlarda da mutlaka vardır, çünkü psikolojik yapı olarak baktığımız zaman ve Türkiye’de kültürün, sosyo-kültürel çevrenin etkisi çok yüksek, adet-gelenek-görenek anlamında. Bununla birlikte dünyanın birçok ülkesinde de çok sıkı kuralların, örf ve geleneklerin olduğunu biliyoruz. Özellikle psikolojik olarak okuduğum birçok kaynakta Amerika gibi çok büyük ülkelerde bile hala sevgisizlik ve değersizlik hislerinin çocuk yaşlarda etkilediğini ve yetişkinlikte de ilişki düzeyine olumsuz geri bildirimleri olduğunu görüyoruz.
Bir de şunu söylemekte yarar görüyorum, psikoloji üzerine de eğitimler aldığınızı biliyorum. Bu noktada ofisinize gelen ya da kamplarınıza katılan her insana mutlaka yardımcı olacağım diye bir iddianız var mı?
Hayır yok, benim psikoloji ile ilgili eğitimlerim sertifikasyon eğitimleridir. Hatta bu sene bu eğitimleri taçlandırmak için tekrar üniversiteye başladım. Sosyal hizmet uzmanlığı öğrencisiyim şu anda. Ardından da kısmet olursa dördüncü senenin sonunda bir psikoterapi eğitimi de almak istiyorum. Temelde benim biraz da kökenden gelen tasavvufla ilgili bir eğitimim var. Tasavvuf ve aldığım sertifikasyon psikoloji ile ilgili eğitimleri birleştirerek bir yardım etme vaadiyle değil, sadece kendi içimde bulmuş olduğum o sakin, dingin, değerli varlığı diğer kadınlarla, kadın parçalarımla da paylaşmak amacım. Bütün amacım, onları iyi ve değerli hissettirmek. Çünkü insan kendi hissettiği şeyi paylaşabilir, kendimi değerli ve iyi hissediyorsam bunu paylaşmam gerektiğine inanıyorum. İnsanın birikimleri sonucunda yükselttiği bir enerjisi var ve bu enerjiyi paylaşabilmeli fayda yaratmak için, kendine saklamakla olmuyor. Benim amacım, bir şifa ya da tedavi vaat etmeksizin yolumuzun kesiştiği kadınların kendini iyi, özel ve değerli hissetmesi, bunu da hayatlarına yansıtabilmesine aracılık etmek.
Sizin meslek hayatına ilk adım atışınız kişisel gelişim üzerine değil aslında…. Uzun süre kurumsal şirketlerde çalıştıktan sonra sizi bu alana iten ve çeken şeyler neydi diye sorsam?
Hepimiz yaşam evreleri içerisinde çocukluktan sonra ergenlik, gençlik, ardından da yetişkinlik dönemine geçiyoruz. 20’li yaşlar hayatımızda en çok belki de çocukluk yaşlarımızdan etki alan zamanlar; deneyimlerimiz, seçimlerimiz hep çocukluk yaşlarımızdaki alt bilinç, alt metinlere bağlı. Ve bu seçimleri yaparken de kurumsal hayatta daha sert, daha kendisiyle kavgalı, kendinden uzak bir kadın profili vardı. İster istemez ailede öğrendiğimiz başarılı olmak, mükemmel-kusursuz olmak, eleştiriye hiç açık olmamak ve en ufak bir eleştiride hemen bitip tükenmek, özgüvenin belki farkındalığının zayıf olması gibi birçok faktör vardı benim de hayatımda ve maalesef iş hayatımda iken bunların hepsini birer birer yaşarken bir gün kendime şu soruyu sordum: “Ben neredeyim, ne yapıyorum?” Çünkü sürekli kürek çekmek, çabalamak ve mücadele etmekle geçen zamanınızı bir yere sattığınız bir yer var orda. Bir de aynı zamanda mutsuzsunuz. Çünkü zamanınız alındıkça mutsuz oluyorsunuz ve siz yönetemiyorsunuz Şunu sordum kendime: “Bu hayatın yani kendi hayatımın yöneticisi-lideri başkaları mı ben miyim?” Bu soruyu sormaya başladığımda hem bedenimde çok rahatsızlık vardı hem stres çok üst düzeydeydi ve artık toleranslarım bitmişti. İşte o anda hayatıma rüzgâr sörfü girdi. Rüzgâr sörfü sırasında yaşamın kontrol edilebilir bir şey olmadığını, daha akışta olmayı, dengenin gerektiğini ve bu dengenin bir tarafı maddi iken bir tarafın da manevi olduğunu fark edince ve beni bu konuda yetiştiren manevi öğretmenimle karşılaşmamın da ardından yolculuğumun çok bambaşka yönlere gitmesi ve bir süre sonra bu öğretileri paylaşma isteğiyle bu günlere geldim. Bundan sonra da bunun arkasını sağlıklı ve düzgün eğitimlerle doldurma aşaması başladı. Seçim aşamasında ise şu vardı; eskiden beri giyim-kuşam-moda-makyaj-estetik hep dikkat çekiciydi ve arkadaşlarımla bunları paylaşırdım. Bununla birlikte kurumsal hayatta huzurlu biri olmadığımı biliyorum. Sonrasında ise sesimin tonu bile değişip huzurlu bir tarafa geçince, herkes bunu nasıl yaptığımı sormaya, bir şekilde yanıma gelip sohbet etmeye başladı ve ben de şunu fark ettim ki, bu bir beceri ve boşuna gelmiyor kimse. Kendime de bu durumda bir benlik vermek yerine bunun gerekli eğitimleri ne ise almaya başladım ve bunları paylaşmaya başlayınca da bu beni çok doyurdu. Bu bir aşk açıkçası; yazmak, konuşmak, paylaşmak benim için aşk.
Ancak insanlar siz böyle anlattığınız zaman “ne kadar şanslısınız, yolunuzu bulmuşsunuz, aşkla işinizi yapıyorsunuz ama bizim şartlar el vermiyor, bizde şans yok” diyorlar. Siz ne düşünürsünüz gerçekten şans faktörü var mı bu yaşananlarda yoksa kesinlikle bir farkındalık yolculuğunun azim örneği misiniz?
Kesinlikle ikincisi. Bir tohum düşünelim; biz dünyaya atılan bir tohumuz ve bu tohumun içerisinde de bir bilgi var. Şimdi bu bilgiyi zihinle arayıp bulamazsınız. Çünkü tohum bile kendi sırrının ne olduğunu bilmiyor. Fakat tohum gereğini yaptığı gibi bir vesile ile toprağa temas ediyor, suyla temas ediyor, güneş ışığı, nem, ortam müsaitliği oluştuğu anda tohum filizlenmeye başlıyor. Filizlendiği anda bile meyvesinin ne olduğunu bilmiyor. O sadece kendi olmakla ilgileniyor. Filiz veriyor, büyüyor, topraktan dışarı patlıyor, ondan sonra gövdesi, yaprakları oluşuyor ve ardından bir meyve oluşuyor. İşte bu yolculuğun başlangıç noktasında “ben bir şey arıyorum, amacım nedir?” diye başlamak çok manidar değil. Bunun yerine “ben kimim, gerçekte olduğum nedir?” sorusunun cevabını anlamak için yola çıkmak gerekir.
Ne olacağımı değil de ne olduğumu anlamak…
Evet, bunun için de kendi yeteneklerimle bir donanımın birleştiği ortaya çıkan bir meyve var. Fakat şöyle de bir şey var; bu meyveyi ortaya çıkarmaya çalışırken gösterilen bir çaba var ya, o çaba aslında çok beyhude bir çaba. Buradaki çıkış noktası benim varlığımın özü, huzur ve bu huzuru deneyimlemek olmalı. Amaç huzurda kalmak olmalı, çünkü huzurda kalan bir insan akışı takip edebilir, şimdinin içinde olabilir, gelen ilhamı alabilir ve bunu hayata verebilir. Zaten o zaman kendiliğinden bizi o meyveye doğru götürüyor hayat. Ben de başlangıçta “yaşam amacım nedir?” sorusuna cevap bularak başlamadım. Bunu da çok doğru bulmuyorum açıkçası. Bunun yerine “ben kimim? benim karanlık yanlarım nedir? çocukluktan gelen görmediğim inanç kalıplarım-kararlarım var ve bunlar benim hayatımı nasıl etkiliyor? özüm nedir? kendimi nasıl tanımlıyorum? engellerim neler?” vb. soruları anladıktan sonra ancak akışta huzurla ilerleyip aşkla bir şeylerin sizden açığa çıktığını fark ediyorsunuz.
Düşünüyorum da karanlığımız olmasa hayat çok mu sıkıcı olurdu ya da durağan? Yaşarken hoşnut değiliz; üzülüyoruz-yıpranıyoruz ama bir yandan da öğretiyor, geliştiriyor, kendimizi daha iyi tanımamıza vesile oluyor. “Her şer ’de bir hayır var” misali…
Kesinlikle. Ancak bir şeyin altını çizmekte fayda var; sanki karanlık hep olumsuz şeylermiş gibi algılanıyor. Oysa karanlıkta kalan yanlarımız, bizim olmaktan korktuğumuz projemiz de olabilir. Mesela çok üstün bir yeteneğiniz vardır, bu da sizin içinizde sakladığınız altını görmezden gelmeniz, cesaret edememeniz durumunda karanlıktadır. Bu da pasif bir şeydir. Eğer insan kendi ruhsal yaralarını sararsa o zaman yeteneği ortaya çıkacaktır. Bazen insan kendi yapabileceği şeylerden, kabiliyetlerinden de korkuyor.
Korkutan, bilinmezlik durumu değil mi?
Aynen. Toplum sizi dışlayabilir, sosyal çevreniz eskisi gibi kalmayabilir. Baştan sona değişim yaşayabilirsiniz. İnsan en çok kendinden korkuyor bu yüzden, değişimden korkuyor. Değişim kapıya gelmeden önce insan içsel yolculuğuna başlayıp gerekli değişimin rötuşuna basmalı, çünkü hayatta kalış süremizi bilmiyoruz ve düşünsenize olduğunuz kişiyi yaşayarak bu hayatta devam ediyor olmak kadar güzel bir şey var mı?
Ve anı yaşayabilmekte bu noktada önemli sanırım?
Şimdinin içinde olmak diyelim. Bu an kavramı ile şimdinin içinde olmak karıştırılıyor biraz. Anın içinde olmak, insanın seçim kabiliyetini ortaya koyamayacağı gibi hissettiriyor; ne gelirse onu kabul et gibi…Burası çok hassas bir nokta. Ne gelirse kabul et, varlığını kabul et. Fakat bunu varlığında deneyimleyip deneyimleyemeyeceğini gönlünün hissedişine bakarak karar ver.
Bir de anı yaşadığını düşünüp kendinden, korkularından kaçan insanlar var.
Evet; bastırılan, görmezden gelinen, üstü örtülen şeyler var o durumda ?
Peki hayatı dolu dolu yaşamak ne demek sizce? Ve öyle mi yaşamalıyız?
Hayatı dolu dolu yaşamak benim için; üreterek, fayda yaratarak yaşamak. Yine meyve metaforundan bakarsak meyvenin oradaki varlığının özü, bir bedene girdiği zaman o beden için yarattığı antioksidan etkidir, lezzettir, içindeki vitaminlerdir, besin değeridir, vücuda vermiş olduğu canlılıktır.
Ve içindeki kurttan da korkmamak demektir, onu da kabullenmeliyiz gibi. Öyle mi?
Evet, seçmekte önemli tabi. Meyvenin içinde kurt varsa meyve tam olarak kendini ifade edememiş ki, birileri onu yiyor. Kurdu şöyle düşünebiliriz; ben meyvemi çıkartırken bir başkalarının söylediklerine, eleştirilerine, yargılarına karşı kendimi çürütmeye başlamışım. İnsan kendi yolculuğunda kendi fikirlerini ortaya koyup yazıp çizmeye başladığında ister istemez her insanın penceresinde farklı algılanıyor. Zaman zaman yargılanabilirsiniz, sizin için hüküm verilebilir, siz bunlara rağmen sapasağlam devam edebiliyorsanız özgüven her zaman yüksektir. Yani kendiniz olmayı başarabiliyorsanız bu olur. Ancak toplumun istediğine karşılık vereyim, beni beğensinler diye çaba harcamaya başlarsanız; Zen ustasının kendi içinden geldiği gibi sanatını icra ederken ona birisinin “ya şunlara da dikkat etmelisin” kuralını verdiği anda hiçbir şey yapamaması gibi bir hale geliyoruz, donuyoruz, şoka giriyoruz. Bunu aşmamız gerektiğine inanıyorum. Dolu dolu yaşamak; üretmek, üretirken de içten gelene önem vermektir, dıştan gelene değil. Aynı zamanda huzuru için manevi ve maddi doygunluk için ikisini bir denge halinde götürebilmektir, dolu dolu yaşamak.
Günümüzde kişisel gelişim alanında çok fazla insanın gerek kitaplarıyla gerek bireysel eğitimlerle ya da kamp çalışmalarıyla emek verdiğini görüyoruz. Sizi diğer kişisel gelişim eğitimcilerinden ayıran temel fark nedir sizce?
Dünyada hakikate giden yol sayısı insan sayısı kadar, bu noktada herkes kendisinden dışarıya yansıyan şeyi ortaya koyuyor. Şöyle söyleyebilirim; kadın olarak yaşadığım-hissettiğim değeri, gönlümden yansıyan sözleri, enerjiyi kadınlara direkt aktarabildiğime inanıyorum. En azından aldığımız geri bildirimler böyle. Bu yüzden kamplarda ve yazılarımda bu enerji akışını sağlayabilmek, frekansı kurabilmek, duygulara tercüman olabilmek, dile getirebilmek, ifade kabiliyetini ortaya koymak açısından kendimi iyi hissediyorum.
Peki siz yaptığınız mesleği nasıl tanımlıyorsunuz?
Meslekten çok bir uğraş, bir yaşam dansı olarak tanımlıyorum. Bir de şöyle tanımlayabilirim; halen hayatı deneyimleyen bir varlığım ve hiçbir şey bitmiş-olmuş-tükenmiş-finale gelmiş değil. Hepimizin daha öğreneceği şeyler olduğunu kabul ederek, kendi öğrenciliğime de çok saygı duyarak, hata yapabilme alanı tanıyorum kendime ve hatalarımı yapıp çeşitli deneyimlerin içine girip çıktıktan sonra oradan aldıklarımı kendi içimde bir iç görü ile birleştirip bunları tekrar dışarıya doğru üretmek için yakıt topluyorum. Bunlar çok değerli. Çünkü, bir insan “ben aslında kendim ile ilgili her şeyi anladım, başkalarına bundan böyle yardım edebilirim” dediği anda zaten hiçbir şekilde yardım edemiyor. Bu yüzden kendi varlığımıza öz saygı kavramını eğer enerjimizle, oluşumuzla başkalarına aktarabiliyorsak harika bir şey. Bu da zaten yolculuk için en gerekli şey.
Yaptığınız eğitimlerin ve motivasyon kamplarınızın içeriğini öğrenebilir miyiz?
Kampımız; kendine yolculuk ve sağlıklara ilişkilere yolculuk olarak iki konseptte. Kendine yolculukta neler yapıyoruz; tasavvuf yoga adını verdiğim Allah inancı ile yogayı birleştirdiğim temelde niyetle başlayıp şükür duası ile bitirdiğim özel bir metodum var. Burada doğru nefesle meditasyon tekniğini en iyi şekilde öğreterek bedensel anlamda vücudumuzun çeşitli bölgelerinde bloke olmuş negatif olumsuz enerjileri açığa çıkarmak, auramızı kuvvetlendirmek, daha canlı ve enerjik hayata devam edebilmek için vücuda iyi gelen çok basit hareketlerle seanslarımız oluyor. Bu anlattığım günde bir saat yaptığımız çalışmalar. Bunun dışında da eğitimler, tasavvuf ilminin yani tevhid ilminin yaşam ilmine dönüşmüş halinde ve herhangi bir şekilden bağımsız olarak özgürce aktarılması. Peki ne konuşuyoruz burada; kendi bilinçaltımızı nasıl anlayacağımızı, tevhid ilminin insana nasıl baktığını, sevginin gerçekte ne demek olduğunu, teslimiyet-tevekkül-nefs-akıl vb. ne olduğunu detaylıca inceliyoruz. İlişkilerde nasıl daha iyi iletişim kurabileceğimizi, kendimizle olan ilişkimizi nasıl inşa edeceğimizi, temelde bunun kökeninin nerden geldiği gibi konuları detaylıca konuşuyor, kendi hayatımdaki örnek hikayelerle de ilham vermeye çalışıyorum. Kamp boyunca da her an birlikteyiz, soruları cevaplandırıyoruz, birbirimizden feyz alıyoruz, karmayı-vicdanı-niyeti konuşuyoruz. Çünkü bunlar çok önemli, insan kâinatta yaratıcının bir kanalı yani o yaratıcının üflediği nefes vasıtasıyla dünya üzerinde bir şey icra ediyor, icra ettiği güzel olduğu takdirde hayatı da güzelleşiyor, kamplarda da bu nasıl yapacağımızı anlatıyorum.
Tasavvufu bize nasıl tanımlarsınız?
Kendini bilen nefisini bilir, nefsini bilen rabbini bilir. İnsanın iç dünyasındaki zıtlıkları birleştirerek aşk halini yaşamak ya da yaşamaya yolculuk diye tanımlayabiliriz. Ölene kadar süren bir yolculuk bu. Dolayısıyla kamplarda da bunu hatırlamamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü, Anadolu coğrafyası bu kültürün, bu felsefenin, bu halin çok yoğun yaşandığı bir yer. Kendi kültürümüzle birleştirdiğimiz bir eğitim sistemi de iyi geliyor açıkçası.
“Kendine yolculuk yap, kendini bil, kendini tanı” vb. söz kalıpları geçmişten günümüze spiritüel anlamda üzerinde en çok durulan sözler belki de… Delphi’de Apollon Tapınağının girişinde yazılı, ünlü filozof Sokrates’in felsefesinin özünü oluşturan bir söz, Yunus Emre’de “ilim, kendini bilmektir” der, Mevlâna “kendinden kendine sefer eyle” der, Matrix filminin çıkış noktası, günümüzde Atiye dizisinde de kendini arayan-gizemi çözmeye çalışan bir kadın…. Yani tüm bu gizem içimizde mi saklı?
Kesinlikle öyle, sırrı bilen sırrın ondan olduğunu bilir.
İnsanın kendine olan bu yolculuğunda bunu çözmenin bir formülü var mıdır?
Bir formülü yok. Beni yetiştiren öğretmenim bana şunu söylerdi: “Yavrum ne kadar talip olursan o kadar nasiptir”. Aslında herkesin maddi-manevi belli bir nasibi var. Bununla birlikte kişi eğer daha fazlasına talip olursa onu da Allah bilir. O nasibin artması ve bu ilmin onda daha da açığa çıkması mümkün. Ama biz ne kadarını çözebiliriz, açıkçası bilmiyorum. Ve bunu bilmediğim yerde çok şeyin farkına varıyorum.
Bizi insan yapan da bu değil midir aslında?
Yüzde yüz öyle; “En iyi bildiğim şey hiçbir şey bilmediğimdir” diye bir söz vardır ya işte bu benim hayat felsefem.
Bir Sokrates sözüdür, bir felsefe grubu öğretmeni olarak altını çizeyim ben de ?
Atiye dizisinden bir alıntı: “Evrende olan her şey olması gerektiği için olur ve evren bize hep doğru olanı verir(!)” Aslında birçok yerden alıntı yapılabilecek bir söz, buna katılıyor musunuz?
Evet, ilahi akış diyorum ben buna. İlahi akışın getirmiş olduğu her şeyde bir sebep var, hiçbir şey boşuna olmaz. Bunu daha derinlemesine incelersek temelde bizim bilinçaltı dediğimiz yer, ilahi bir alan. Ve orda her türlü kaynaktan gelen bir akış var. İnsan hangi yolculukta ve kim olduğunu hatırlamak noktasında nereye gitmesi gerekiyorsa, önüne çıkan şeylere adım attığı müddetçe yol açılıyor. Fakat bu noktada zaman kaybı olabilir, kişi adım atmayı değil korkmayı seçebilir. O zaman da olduğu yerde kalır.
Bazen de bir şeyi oldurtmak için aşırı diretiyoruz.
Günümüz filmlerinde de hep bir karanlık yan ve aydınlık yan vardır. Özellikle de çocukluk inanç kalıplarıyla yaptığımız seçimlerden etkilen ilişkilerin bizim gitmek istediğimiz yolda ödülleri olabildiği gibi bazen de oraya tutunarak, orayı bırakmayıp illa oldurarak vakit kaybettiğimizi yani olduğumuz kişiye doğru ilerlerken yolumuza sekte vurduğunu fark ediyoruz. Bu da karanlığın ışıkla oyunu. İnsanın şu noktada uyanık olması gerekiyor; bir şey akışın içerisinde rahatlıkla gitmiyorsa oradan hemen geri çekilip yolculuğuna olması gerektiği gibi hayata kollarını açarak devam etmesi gerekiyor. Çünkü takılıp kalırsanız orda, sizdeki çıkacak olan o parıltı, o pırlanta saklı kalıyor kabuklarının altında. Biz orada vakit kaybediyoruz. Olması gereken bu mu? Bu da tartışılır, ancak bana aktarılan ilimde yüzde elli mutlak bir kader varsa yüzde elli de muğlak bir kader var. Bu muğlak kaderi kendi yazdığımız sahte hikayelerin dışına çıkıp zenginleştirebiliriz, muğlaklıktaki seçim avantajlarımız çok yüksek. Bir ilişkiyi zorlayıp zorlamama seçimi muğlak kaderdedir. Zorlarsanız orda kalırsınız, zorlamazsanız yolculuk devam eder, armağanı da alabilir ve yola devam edersiniz.
Bu noktada da tevekkül mü devreye giriyor?
Tevekkül, teslimiyet devreye giriyor. Ancak şunu da unutmayalım teslimiyet dediğimizde eli kolu bağlı oturup bir şeyler gelsin diye beklemekten bahsetmiyoruz. Bu çok yanlış anlaşılabiliyor. Özellikle kamplarda bunun ilminin derinliğine iniyoruz. Çünkü, doğru bilinen birtakım yanlışlar da olduğunu söyleyebilirim.
Hayatımızın farklı alanlarında farklı sorunlarla keşfe çıktığımız ya da karşılaştığımız-sorguladığımız bu gizem, sorular, bilinmezlikler, sonuçsuzluklar, yani bizi yoran birçok şey; bir takım nefes çalışmaları (yoga-meditasyon-dua-niyet-reiki vb.) bedensel ve ruhsal tekniklerle mi dinginleştirilmeye çalışılıyor?
Şimdi tabi ki çok çok gerilere gidersek ibadetler de insanın kendi içsel huzuruna, dengesine vesile olması için emredilmiş, farz edilmiştir. Bununla birlikte ibadetten bir beklenti oluştuğu zaman gerçekten görevini yerine getirip getirmediği tartışılması gereken bir konu. Bu söylediğin bütün çalışmalar, kesinlikle her insanın kendini iyi hissettiği şeyleri yapması ile aynı kaynaktan geliyor, sadece bu kaynağı insanların kendine göre iyi hissettikleri noktalarda çeviriyor ve şekillendiriyor olması ile doğmuş. Fakat bunların hepsini yaptığınız zaman hangisinde ilerlerseniz, manevi anlamda gerçekten ibadete bağlanıyorsunuz. Kendi özümüze bağlanıyoruz aslında. Bunlar, ibadet yerine kullanılamaz ancak ibadetimizi daha farkında daha doyumlu yapmamızı sağlar. Bir beklenti ile değil, var oluş biçimimizle yapmamızı sağlar. Nefes hayattır. Hayat demek yaratıcının ta kendisidir. Dolayısıyla bu enerjiyi varlığında her nefesinde hisseden kişinin aklı karışmaz, aklı dosdoğru yola döner.
Özellikle de metropol şehirlerde stresle yaşayan insanlar olarak kendi özümü unuttuğumuz için son dönemde bu tarz çalışmalara daha da sığınırdık olduk galiba…
Zihnimiz, biz bedenle olduğumuz sürece bizimle birlikte kendini yaratmak için beynini kullanıyor. Beyni de kullanırken ister istemez alt bilinçten gelen etkiler halinde bunları özümseyerek bir şeyler konuşuyor bize, burada başkalarının sesleri var, bizim iyi-mükemmel olmamızı isteyen sesler var. Şimdi ne yaparsan yap, ben dengede kalacağım desen bile zihin orda manipüle etmeye devam edecektir. Bizim zihnimizi eğitmeyi öğrenmemiz gerekli. Bu ritüeller-çalışmalar zihnimizi eğitmeyi sağlıyor. Ve siz bunu bıraktığınız anda, yabancı dili kullanmadığımız zaman nasıl köreliyorsak, zihninizi yönetme aktivitenizi alışkanlık haline getirmezseniz de kaybedersiniz. O yüzden de kamplarda gündelik hayatta uygulanabilecek hareketler, meditasyonlar, nefes egzersizleri veriyoruz ki buna devam edilsin. Tabi devam etme seçimi de bize ait. Bununla birlikte insan huzur istiyor, iyi hissetmek istiyor. Peki bunun için ne yapıyor? Mesela hayatı idame ettirmek için gününün 8-10 saatini işine verebiliyorsa, buna 30 dk. bile zaman ayırması yeterli olabilir.
Peki gelelim aşk mevzusuna…Aşkı nasıl tanımlarsınız?
Aşk’ı, zıtlıkların birbirlerine vuslat olma arzusu diye tanımlıyorum. Düalitenin birbirine kavuşma arzusu, özlem.
Özlem giderildiği vakit?
İşte o özlem maddi aleminde hiç getirilmez. Aşkı ikiye ayırırsak mecazi ve manevi olarak; mecazi aşk, manevi-ilahi aşka giden bir köprü. Çünkü senin zıttın olan bir varlığa karşı bir arzu ve özlem hissediyorsun, özlemde kendi görmediğin taraflarını ve parçalarını biri üzerinden sevmeyi öğreniyorsun, o da aşk yaratıyor. Bu mecazi aşk. Mecazi aşktan sonra o kişiden sana yansıyan parçayı bulup kendi içinde birleştirirsen yüksek bir hal oluşuyor. O hal de aşk hali, aşkınlık, teslimiyet, tevekkül, hali…O aşk, yaşam aşkına yani ilahi aşka dönüşüyor. Fakat, ben Allah aşkını buldum, başka kimseyle ilişkiye girmeyeceğim, ondan kaçacağım demekte çok manidar değil. Çünkü insan yaşadığı sürece hem maddi alemin aktiviteleri içinde olacak hem de manevi anlamda uyanık kalmalı, yani ikisini birleştirerek yaşamayı öğrenmeli. Buradaki en önemli nokta ise maddi aleme esir olmaksızın orayı araç olarak görerek en güzel zevkleri de, yaşama fırsatını da kendine vermeli, kendini-varlığının merkezini unutmadan ve manevi tarafını da unutmadan yaşamalı…yine dengeye geliyoruz, aşkta bir denge…
Bağımlılığın olmadığı bir aşk yani…
Özgürlük tabii… Peki neye bağımlıyız? Düşünceye aslında. İnsan düşünceleri üzerinden maddi dünyayı deneyimliyor. Düşüncelerini dengeye getiren, düşünce akışını izleyebilen bir insan maddi aleminde de bağımlılıklarından kurtarabilir kendisini.
İnsanların bunun için belli bir farkındalığa erişmeleri gerekiyor değil mi? Ama bu hepimizde aynı zamanda tezahür etmeyecektir. Herkesin belli bir zamanı mı var?
Kesinlikle. Hiçbir zaman kimseyi, görmediğini-göremediğini göstermeye, duyamadığını duyurmaya, hissedemediğini hissettirmeye zorlayamayız. Herkesin vakti geldiğinde bizimle veya bir vesileyle kendi içsel yolculuğuyla, kendi içindeki o özle yani yaratılışın hakikatiyle yolu kesişecek ve bunun farkındalığına ermek üzere yolculuğu açılacaktır.
Peki yol aldığınız bu alanda amacınıza ulaştınız mı diye sorsam?
Öğrenci olma amacıma devam ediyorum; konuştuklarımı paylaşmak ve bunları aynı zamanda kendime duyurmak-aklımda tutmak… Her an konuştuğumla kendimi dinlediğim zaman ben de kendime öğretmiş oluyorum. Nasibi olanla birleşiyor yolumuz ve kampıma katılan kadınların hiçbiri tesadüfen orada değiller. Hepsi benim bir şekilde hayat hikayemin içerisinde gördüğüm, yaşadığım farklı dönemlerdeki evrelerimi yansıtıyorlar. Gamze olarak var olan varlık, kampta bütün kadınları kucaklayabilecek enerjiyi aktarabiliyorsa kendi geçmiş evrelerindeki Gamzeyi de kabullenmiş oluyor. Amaç dersek eğer, bu vesile ile kendimi anlıyorum, tanıyorum. Eğer orda en ufak miktarda kadınların acısıyla özdeşleşmem oluyorsa kendimde de öyle bir şeyi henüz kabul etmemişim demektir. Benim amacım kendimi anlamak, kendime yolculuk yapmak, yaparken de yolu benimle kesişen kadınlarla birlikte bu yolculuğu yapabiliyorsam ne mutlu. Geri bildirimlerden de güzel şeyler döndüğüne göre yolculuk devam ediyor, daha birçok da sürpriz var.
O zaman hemen üzerine soralım; gerçekleştirmeye niyet ettiğiniz daha başka çalışmalar varsa detay alabilir miyiz?
İlk önceliğim kısmet olursa kitabım “Yaş aldıkça” yı tamamlayıp artık okurla kavuşturmak istiyorum. “Şüphe” ve “Kadının İnce Çizgileri” nden sonra bu benim üçüncü kitabım olacak. İkinci olarak ise, çok sürpriz kişilerle yapacağımız güzel yayınlarımız olacak, bu gelişim yolculuğunun içine biraz mizah almaya karar verdik. Çünkü hepimizin gülmeye, eğlenmeye de ihtiyacı var. Aynı zamanda da kısmetse Türkiye’nin diğer illerinde de güzel seminerler yapmaya niyet ediyorum. Ayrıca iki güzel kamp var önümüzde, inşallah yollarımız orada kesişsin. Katılmak isteyenler instagram’dan takip edebilirler.
Sizin sormamı istediğiniz ya da şunu da anlatmayı isterdim dediğiniz bir soru varsa hemen size yönlendirebilirim?
Bir şeyi daha belirtmek isterim; mesela günümüzde en problemli alanlardan bir tanesi ilişkiler. Özellikle bana bununla ilgili çok soru geliyor; ilişkilerde nasıl daha değerli hissedebiliriz, kadın-erkek arasındaki iletişimin çözümlenmesi, birbirlerini anlayamama gibi… Kısaca şunu söylemek istiyorum; eğer ilişkiyi ihtiyaç odaklı değil de gelişim odaklı yaşamaya karar verirsek, o zaman hayatımızın içinde ilişkiye giren kişiye tutunarak değil de o kişide bize ayna tuttuğu yönlere odaklanarak ilişkiyi yaşarız. Böylece bağımlı olmaktan vazgeçeriz. İletişim kurarken de sen dilinden değil de ben dilinden kendimizi ifade edip duygularımızın anlaşılması için suçlamadan, yargılamadan, öfkemizi ve kızgınlığımızı karşı tarafa onu kıracak ve enerjisini aşağı çekecek şekilde yansıtmayı bırakarak devam etmemiz gerekiyor. Bunlar bizim en çok ilişkiler kamplarında konuştuğumuz ve iyileştirmek için vesile olmaya çalıştığımız konular. İlişkilerimizi inşa ederken öncelikle kendimizle olan ilişkimiz ve daha sonra da çevremizle olan ilişkilerimiz üzerine çalışılması gerektiğine inanıyorum özellikle de Türkiye’de.
derKi okurlarımıza, kendini bulmaya çalıştıkları özellikle de mutlu olmak için çok çabaladıkları bu dünya yolunda nasıl bir yolculuk tavsiye edersiniz?
Her şeyden önce çok basit bir cümle vardır ya “kendini sev” diye. Ne demektir bu? Bütün yaşam hikayen içerisindeki her bir detayı olduğu gibi iyisi ve kötüsüyle, doğrusu-yanlışıyla, başarısı-başarısızlığıyla olduğu gibi kucaklayarak ve sadece pozitif düşünmek değil, kendi varlığından, zihninden akan negatif düşüncelerin de farkına vararak, ikisini içinde birleştirebilmek için gayret göstermelerini öneririm. Çünkü hakikaten sonuç veren, bize iyi gelen varlığımızdaki o sonsuz şifayı uyandıran güç burada. Denge ile ruhumuzun yaralarını sarabiliyoruz. Ne yaşarsak yaşadık değiştiremeyiz. Bundan sonra bu yaşadığımız her şeyi alıp heybemize ağırlık yaratmaksızın içindeki bizi biz yapan noktaları alıp yolumuza devam etmek durumundayız. O yüzden de her şeyimizi olduğu gibi kucaklamayı öneriyorum. Bir de şunun altını çizmek isterim; medet ummak bir başkasından iyi bir şey değil. Çünkü hiç kimse size, sizin kendinizden açığa çıkacak şifanın aynısını veremez. Sadece onu görmenize vesile olabilir. Bu yüzden “seni iyileştireyim, sana şifa vereyim” gibi iddialar yerine daha kendimizi anlayarak bu şifanın sadece ve sadece kendi varlığımızda olduğunun farkına varıp bu tür söylemlere çok fazla itina edilmemesi gerektiğine inanıyorum. Buna dikkat edelim lütfen. Çünkü kimse kimseye şifa vermiyor. Zaten her an şifanın içindeyiz, kendimizde var olan o kudreti biz fark edelim.
Çok teşekkür ederiz bu güzel öneriler, mesajlar için ?
Yürüdüğümüz hatta yürümeyi unutup zaman zaman koştuğumuz bu yolda hepimizin hayatına rehber olan insanlar çıkar, çıkacaktır. Yeter ki o sesleri duyalım, onları görelim, bize uzatılan bu eller bize bir adım olduğu kadar bizim de kendimize bir adımımız… Kendine adım atmaktan korkmamalısın güzel insan, izin ver karanlığın aydınlığın olsun! Bana bunu öğrenmemde ışık olan Gamze hocama ayırdığı zaman için ve bunları sizinle paylaşmama vesile olan derKi’ye çok teşekkür ederim.