“Ne kadar kaldın Hindistan’da?”
“İki ay.”
“Evli değildin herhalde?”
“Evliydim?”
“Şanslıymışsın o zaman…”

Şimdiye kadar karşılaştığım bu türden ilk tepki değil. Zamanında, başka başka “gezmelere” giderken, sözümü, duruşumu sakınmazken ya da öylesine susarken…

Kaynağını anlıyorum. Yalnızca, niyesini kavramakta zorlanıyorum. Çok eskiden, çocukken de anlamazdım. Bu, ergence bir “Karşıyım, karşı!” tavrı değil de, en basitinden bir anlayamama hali. İnsan birini dünyasına, kendi hayatını kısıtlamak için mi alır? Böyle bir arzu -varsa eğer- sağlıklı mıdır? Neden bir başkasını severiz? Ona destek değil de köstek olmaksa amacımız, neden evleniriz? Mutluluk kaynağımız kuruyacaksa, gözlerimizdeki ışığı yavaş yavaş söndüreceksek, neden birlikte yaşlanmak isteriz?

İşi evliliğe vardırmaya da gerek yok, daha ilişkinin başında konar kurallar. Sözsüz bir sözleşme imzalanmış gibi. O zamana dek kendi halinde yaşayan kişi hop! “izin alan”a dönüşüverir. Bir süre sonra da muhtaç olana. Kahramanımız işini biliyorsa hemen karşılıklılık ilkesini devreye alır. O da bazı yetkiler isteyecektir elbet. Böylece herkes kendi ipini törenle ötekine teslim eder ve masal başlar. Ya da orada biter.

Soruya dönelim: Birini niye severiz? Sevdiğimiz insanın büyüdüğünü, geliştiğini, kendi yolunda neşeyle ilerlediğini görmek bizi niye tedirgin eder de, bir manisi olsun, gidemesin o yolda ya da birazcık gitsin yeter işte, o kadar da “şımarmasın”, dizimizin dibinde otursun dursun isteriz? Niye o, “dursun” isteriz? Kaybetme korkusu mu? Kaybetmediğimizin ne kadarının “o” olduğuna nasıl emin olabiliriz?

Bu, illa “Alıp başımı gidecektim de bırakmadılar,” meselesi değil. Durduğu yerde de kendisi olamayabilir, zamanla bunu kanıksayabilir, kendini unutabilir insan.

Kendimizi (kime karşı?) savunacak açıklamalar da buluruz elbet: Beni sahipleniyor! Çok seviyorsa demek… Hem o da benim için şundan vazgeçiyor…

Yapılsın, yapılmasın demek kimin haddine. Ama en azından yaptığımızın adını doğru koyalım. Kendimizi, niyetimizi iyi bilelim.

İkna savaşlarının yaşandığı, izinlerin koparıldığı, kozların saklandığı bir kentin adı “aşk” olabilir mi? Öyle bir kentin sokaklarında insan kollarını aça aça koşabilir mi?

Deniz Yalım Kadıoğlu