Tam bir yıl doluyordu o gün Ayşe ve Murat birbirine gönül vereli…

Bulutsu bir mutlulukla dolmuştu yine yüreği çünkü pembe rüyalar görerek uyanmıştı sabaha.

Kıpır kıpırdı genç kız, biliyordu ki sevdiği bugünü unutmayacaktı, özel kılacaktı.

Gün içi konuşmalarında hiç renk vermemişti Murat, Ayşe de iyice meraklanmıştı artık.

Saat 20 gibi evin zili çaldı, gelen Murat’tı, her zamanki tebessümü yüzündeydi yine.
– Haydi prenses hazırlan gidiyoruz, dedi.
– Nereye?
– Bırak şimdi soru sormayı, hadi al montunu da gel, diyerek ısrar etti Murat.

Arabaya bindiklerinde içi kıpır kıpırdı Ayşeciğin, her defasında çok şaşırtmıştı Murat onu, bakalım bu defa ne yapacaktı koca afacan. Boğaz kenarında bir yerde durdurdu arabayı Murat. İndiler sahile doğru, ay yukarıdan gülümsüyordu, bomboştu sahilin o kısmı, ya da Ayşe öyle sanıyordu.

Biri belirdi aniden elinde güllerden bir demetle, gülümseyerek Murat’a uzattı çiçekleri, o an bir kemanın sesi duyuldu, bizim şarkımız dedikleri melodiyi çalıyordu. Çiçekleri Ayşe’sine uzatıp sordu Murat: “Siz, hayatımın anlamı, bir yıldır tattığım mutluluğun ilhamı güzel bayan, bu dansı bana lütfeder misiniz?” Bu içten ve uzun cümleye tek kelimelik ama dev bir karşılık verdi Ayşecik yavuklusunun boynuna sarılarak: “Canııııııımmmm!”

Ayşe ne demek istemişti dersiniz?
Bir insan diğerine hangi koşullarda “Canım” der?
Ne demek istiyordur o kelimeyle?
Kimdir “Canım” denilen?

Tabii ki bahsettiğim, kelimenin, içi boşaltılmış, önüne gelene dağıtılan hali, yani “cnm” değil. Selam cnm nbr? Veya bye cnm… Bu söylemin “hey dostum naber”den hiçbir anlamsal farkı yok, ya da “iyi geceler arkadaşım”. Olan kelimeye oluyor. İçi oyulup kurutulmuş Hindistan cevizi kabuğuna dönüşüyor, kupkuru ve tatsız.

Samimiyet hissi uyandırma adına yapılan samimiyetsizlik.

Hak etmeyene verilmemesi gereken bir konum değil mi aslında “canı olmak”? Bir insanın yüreğinde kaç taht olabilir ve o taht kaç kişiye verilebilir? Anasıdır Canı! Babasıdır… Kardeşi, Ağabeyi, Ablasıdır. Oğludur, Kızıdır, Karısıdır, Kocasıdır. Evlenmediyse de “Yavuklu”sudur tabii Canım dediği. Çünkü yitirdiğinde o insanı Canından Can gider!

Can demek, tenin içinde olan demek. Tenden içerde olan demek. “İç”ten demek.

Birine Canım demek;
İçimdesin demek,
Kalbimdesin demek,
Ruhumdasın demek,
Aklımdasın demek.
En kuytumdasın demek!
Yalnız Sen’i orada saklarım demek.
Benim için özelsin demek.
Benim için önemlisin demek.
Vazgeçilmezimsin demek.
CAN ne demekse oyumsun demek!
O gidince, “Can”ımmm, “Can”sızım demek!!!

Ulu Önderimiz bugün ki gençliğin kullandığı Türkçe’yi duysa neler hisseder ve söylerdi bilemiyorum ama tahminimce şöyle girerdi söze;

“Ey Türk Gençliği,
İçine düştüğünüz gafletten uyanın ve sahip çıkın önce dilinize!”

Eminim o eşsiz dehasıyla benimkilerden çok daha güzel ifade ederdi ama Ben yine kendimce devam edeyim söze. Hak etmeyene değer vermeyin, bir kelimeliğine bile olsa.

Merhaba, nasılsın, selam falan deyin, şekerim deyin, balım deyin ama önünüze gelene; “Canım” demeyin, hele ki kelimeyi kuşa döndürüp “cnm” haline asla getirmeyin. Kelimeler, duygularınızın ifadesidir, onlarla da insanlarla da yüzeysel ilişkiler kurmayın.

Hani sıkça duyduğunuz ve yanlış yorumlanmış şeklini bellemek kolaya gelen “anı yaşa” felsefesi aslında o an içinden geleni geçeni düşünmeden dışa vurmak değil, tam aksine olan biteni izlemek ve müdahil olmak demektir. İnsanın bir şeyi “yaşıyorum” diye niteleyebilmesi için önce “farkında” olması gerekir o anın, olanın bitenin, söylediği kelimelerin, hissettiği duyguların.

Sinemada değiliz hiç birimiz. İzlediğimiz filmde bir oyuncu da değiliz. Her birimiz kendi hayatımızın senaristi, yönetmeni, başrol oyuncusuyuz. Ama her sahneyi defalarca tekrar çekme şansımız olamayabiliyor. Diğer rollerde karşımıza çıkan herkesten öğrenmemiz gerekenler var. Durmaksızın yaptığımız seçimlerimizin nedenlerini görmeliyiz, sorumluluğunu almalıyız ki ötesine geçebilelim. Yoksa aynı sahneler tekrarlanır durur. Ta ki biz öğrenene kadar!

Bu sebeple, geleceklerimizi sürekli tekrarlanan geçmişler yaratmak için kullanmamak adına bilinçli olmalıyız; yaşadıklarımız, söylediklerimiz, yaptıklarımız hakkında. Ama bilinci olmayan basit bir terazinin bile tartabilmesi için diğer küfesinde bir şeyler olması lazım tabii. Yani “değer” verebilmek için, “değer”lere sahip olmak, onları bilmek gerek. Olmayanı veremez ki insan… Banka değil ki insan yüreği…

Keza en çok yapılan hatalardan biridir ilişkilerde sonsuz kredi vermek. Hak edilmeden “değer” vermek, gökyüzüne çıkarmak… Sonra o kişi göklerden gülümser size onu kimin oraya çıkardığını unutarak…

Kişisel ve size özel “değer”leriniz olsun; hayat görüşünüzden, giyim kuşamınıza, eğlence tarzınızdan, arkadaş seçiminize kadar yansıyan… başkalarının değil, sizin belirlediğiniz ve kolay paylaşmayın onları. Hele ki doğruluklarından emin olduktan sonra onlardan ödün de vermeyin.

Erozyon topraklarımızdan öte beyinlerde başladı farkında değil misiniz?

Artık iki cümlesinden biri “anladın mı?” gençliğin. Konuştuğu kişiye salak muamelesi yapar oldu insanlar. Aslında bunun bile bilincinde değiller ya… Halbuki ille de sorulacaksa “anlatabildim mi?” denmeli… Böylesine ne söylediğinin farkında olmayanı bulduğumda, Ben ona soruyorum bu defa, hayır anlamadım, konu neydi?

Konu Can olmaktı. Haydi bu defa da noktayı şair Alaaddin Uygun “Can”ıyla koysun yazımıza…

Canıma

Canım;
Aramızdaki fark

Ne senin yaşın
Ne benim yaşım
Ne de,

Aramızdaki özgürlük.
Canım;
Can çekişiyoruz.

Bu ters denklem
Sadece senle, bana mı?
Hadi git sen

Kendi dünyanda yaşa.