Çok sıcak bir yaz gününde, sağa sola koştururken, dilimiz damağımız kurumuşken en net olarak hissettiğimiz şey susuzluktur değil mi? Ve pek tabi ki bu susuzluğumuzu gidermek isteriz. Bunun için o anda elimizin altında su varsa ne ala, hemen içiveririz. Yoksa bir cafeye oturup buz gibi bir meyve suyu, ayran, kola, bira, soda veya herhangi bir şey içmemiz de bizim ihtiyacımızı gidermeye yetecektir. Bir yerde oturmak için vaktimiz yoksa da, o anda susuzluğumuzu gidermek için canımız ne çekiyorsa gider br büfeden alırız ve içeriz. Susuzluğumuz geçer ve dilimizden istemsiz ve derinden bir Ohhh! dökülüverir. Çünkü artık susamıyoruzdur, ihtiyacımızı gidermişizdir.

Aslında hepimiz için çok basit bir süreç olmasına karşın, susuzluk, açlık gibi bedensel ihtiyaçlarımızda çok pratik ve büyük oranda koşulsuz olabiliyoruz. Demek istediğim, susuzluktan bayılacak haldeyken “Ph’ı 7.0 olan su istiyorum”, “Gazlı içecek xx tarihinde üretilmiş olmalı, çünkü ancak ben öylesini içebiliyorum” demeyiz, diyemeyiz asla. Çünkü ya düşer bayılırız, ya da daha ciddi başka bedensel sorunlar yaşarız. O yüzden koşulsuz olarak “Çok susadım, ne içebilirim?” diye sorarız. Çünkü tek bir amacımız vardır o da susuzluğu gidermek.

İşte duygu bedenimizin ihtiyaçları da aslında açlık ve susuzluk kadar net hissettiriyor kendini. Sadece günlük olaylar akışı içerisinde bu netliği kaybediyoruz ve formatlamaya, şekilsel tanımlamalar koymaya başlıyoruz. Canımız karpuzlu, ananaslı buzlu meyve suyu çekebilir, ya da xxx restoranın özel bir yemeğini yemek isteyebilir; ama esas olan açlık ve susuzluğumuzu dindirmektir. Hayatımızdaki duygusal ihtiyaçlarımız da mutluluk, güven, şefkat, huzur gibi duyguları temel alıyor.

Son yıllardaki “istediğin şeyi hayal et, olsun. İmajinasyon yap; ne istiyorsan, o sana gelsin” akımı ise, işin kolayına kaçmaya meyilli biz insanoğlunun yönünü şaşırtan bir rüzgar oluyor. İşin daha da fenası kısmen doğru olan bir yöntem olması. 🙂 O yüzden tamamen reddedemiyor, ama bu işte bir terslik var diyorsunuz.

Benim de başıma gelen bu oldu. Maddesel şeylerin hayalini kurgulama eğilimim olmasa da, uzun zamandır aradığım aşkı, sevgiliyi, mutlu olacağım işi, dans ederken ki beni, şarkı söylerken ki beni hayal ederken hep ana merkezin dışında kalıyor, bir türlü kalp kutumun o en içine giremiyor, sanki bana ait çok güzel bir dağ evine sadece dışardan bakabiliyordum. Bir türlü kendimle bir noktada o samimiyeti kuramıyordum.. Neden sonra yavaş yavaş o evin kapısını araladım ve içinde bin bir renkten oluşan bir duygu yumağını buldum. Tek yapmam gereken duygularımı tanımaktı. Bunun için de onlara odaklanmaktan başka yol yoktu. Bir kez duygularımı tanıdıktan sonra, ne zaman bir şeyi diler bulsam kendimi, hemen bir adım ötesine, yani gizli dağ evimin içine bakıp, bu hayalimin hangi duyguma ya da hangi duygularıma dokunduğunu, ya da bir başka deyişle hangi duygusal ihtiyaçlarım beni o dileği dilemeye itiyor olduğunu hissetmeye çalıştım. Gözlerimi kapadım ve duygularıma odaklandım. Neydi ihtiyaç duyduğum his? İşte bunun cevabını sezgisel olarak bildiğim zaman, artık hayalim sınır tanımıyor, hayalime sınır koyan küçük duygu kapanlarını bir anda fotoğraf netliğinde karşıma çıkıyordu.

Bu durum daha çok aşk-sevgili konularında karşıma çıktı. Hem kendi yaşantımda hem de sevdiklerimin tanıklık ettiğim yaşam süreçlerine. Örneğin 6-7 yıl önce, okuduğum xxxx sayıdaki kuantum, kişisel gelişim kitaplarından birinde imajinasyon ve tanımlamadan bahsediyordu. Hah dedim işte buldum! Gizli formül buydu! Evrene ilacımın hangi maddeleri içermesi gerektiğini yazıp yollayacaktım ve evren de bana özel olarak ürettiği ilacımı yollayıverecekti. 🙂 E iyi de ben daha hastalığımı tanımlamamıştım ki! Ne ilacı? O yüzden de baş ağrısına mide hapı, regl sancısına da göz damlası verip duruyordu evren bana. Ben de sürekli yahu arkadaş ben nerede hata yapıyorum, neden bir türlü iyileşemiyorum diyordum. Ama siz bir de benim reçeteleri görecektiniz:

Aşk ararken; benden 4-5 yaş büyük, kalp dünyası geniş, egosantrik olmayan, dans eden, kıskanç olmayan ama sahiplenen, sadık, iyi bir işi olan, normal (!) bir aileden gelen, Dünya görüşü benimle uyumlu, teknik ve pratik konulara hakim, beni deli gibi seven ve benim ona sunduğum sevginin kıymetini bilecek vs. özelliklerinde bir aziz arıyordum. E bulduklarım da bunların hiçbiri olmuyordu. Hep bir kesişim kümesi yakalıyordum ama hiç bir zaman tam olarak bulamıyordum aradığımı. Dolayısıyla her ne kadar çok büyük mutluluklar yaşamış olsam da, sonuç hep hüsran oluyordu.

Ya da şarkı söylerken ya da dans ederken ki beni, bana bakan insanların gözünden hayal ediyordum. Şöyle bir bakış, şöyle bir duruş, şöyle bir hayranlık uyandırma vs. Beni tango gecelerinde ya da şarkı söylediğim yerlerde gören isimsiz onca insan için bayağı bir imgeleme yapmışım izinlerini almadan anlayacağınız:)

Peki neden hüsranla sonlanan hikayelerin kahramanı oluyordum? O kadar da kafa patlatıyordum ne istediğimi tanımlamaya çalışmak için… E çünkü ben kısıtlı tecrübelerim, duyduğum ve okuduğum bilgiler aracılığıyla zihnimin beni yönlendirebildiği kadarıyla hayal kuruyordum. Evrenin bana sunabileceği seçenekleri o kadar sınırlıyordum ki, kendimi kendi yarattığım bir kısır döngü içine sokup sokup duruyordum. Evrenden aslında tereyağlı İskender isteyip, ondan un, şeker, yoğurt, tavuk, nane vs. gibi eksik ya da ilgisiz malzemeler kullanmasını talep ediyordum. Evren ne yapsın! 🙂

Şaka bir yana, yavaş yavaş gizli dağ evimin içindeki o rengarenk duygu yumağının iplerini ayıklamaya başladım ve elimde onlarca renkte birbirinden güzel ve farklı duygu doneleri oldu. Ben neler hissediyormuşum meğerse?!?! İşte şimdi, yavaş yavaş, her geçen gün biraz daha duygularıma odaklanmaya, onları anlamaya, hissetmeye çalışıyorum. Yani “Allah’ım n’olursun bu adam ben arasın, bana gelsin, bana güzel sözler söylesin” dediğimi fark ettiğim anda, “Allah’ım kendimi huzurlu, sakin, güvende, aşkla dolu ve hepsinin başlangıcında ve sonunda MUTLU hissetmek istiyorum.” demeye başlıyorum. Çünkü belki de o adamın beni araması bana mutluluk ya da huzur ya da aşk ya da güven getirmeyecek. Ya da dans ederken bir tüy gibi mi hissetmek istiyordum? Şarkı söylerken bir kuşun rahatlığını ve güvenini mi yaşamak istiyordum? Nice örnekler, nice duygusal tanımlamalar.

İşin en özünde fark ettiğim nokta şu oldu: Maddeyi ve koşulları tanımlayarak varoluş amacım – ız olan MUTLU OLMAYI ıskalamak istemiyorum. Çünkü bugünümden geçmişime bakarken, elimde tek kalan şey hissettiğim duygular. Anılarım sadece birer aracı olmuş o duyguları heybeme katabilmem için.

Kısacası hikayelerimize eklemlenen sadece hissettiklerimiz ve sonsuzluk boyutunda var olan duygularımız. O yüzden bir sefer “şu” koşullar altında mutlu, bir başka sefer belki de neredeyse tamamen alakasız “o” koşullar altında mutlu, huzurlu hissedebiliyoruz. O yüzden birden çok aşık olabiliyoruz, o yüzden hayatımızın her alanında düşsek de kalkabiliyoruz.

Çünkü içimizdeki o sadece bize olan ait dağ evinin tapusunun elimizde olduğunu aklımız bilmese de kalbimiz biliyor.

Sadece günlük hengamemiz içindeki maddesel koşulların bir adım ötesine bakıp, duygularımıza dokunmamız yeterli.

Deniz Öztin