Aşk; başımızı döndüren, bizi geçmiş ve geleceğin prangalarından özgürleştiren , zamanın durduğu , mekanın kaybolduğu, sevgilinin varlığında eriyip, teslimiyetin en yüce halini deneyimlediğimiz, bir insanın başına gelebilecek en kutsal haldir. Ve aşk, aşk olarak kaldığında kutsal olmaya devam eder.
Aşk içimizde yükselmeye başladığında, bu enerjinin hareketini neredeyse tüm bedenimizde hissederiz. Aşık olduğumuz insan, hissettiğimiz bu halin etkisiyle insan ötesi bir varlığa dönüşür. Tüm kusurları bir anda kaybolur ve ona karşı konulmaz bir çekim hissederiz. Arzuladığımız tek şey birliktir. “Bir” olma duygusudur, bedenlerimizin, ruhumuzun, tüm varlığımızın birleşme ve bir olma arzusu. Bu enerji dalgasını bedenimizin sınırları içerisinde muhafaza etmek zor olduğundan birine kanalize etme ihtiyacı hissederiz. Oysa içimizde harekete geçen bu enerji tamamen bize aittir, onun yaratıcısı enerjiyi taşıyan kişidir. Bir insanın varlığıyla harekete geçen bir duygu değildir, harekete geçtiği için bir insan arayışı içine girilmiştir. Aktarma arzusu duyduğumuz ve enerjiyi yönlendirdiğimiz kişi bizim içimizde doğan ve büyüyen bir enerjinin paylaşımcısıdır sadece ve bir paylaşımcı olarak görebilmeyi başarmak ise tam bir idrak gerektirir. Daha açık bir tanımla; adına aşk dediğimiz bu muazzam enerji kendi benliğimiz içinde harekete geçtiğinde, içinde barındırdığı haz, coşku, birlik, teklik, mutlak teslimiyet duygularını beynimizdeki nöronlar aracılığıyla harekete geçirir. Aynı zamanda korku ve acıya dair belleğimizde kayıtlı olan duygularda tetiklenmeye hazır hale gelir. Bu nasıl gerçekleşir?
Bilimsel araştırmalar duyguların henüz anne karnında tecrübe edilmeye başlandığını kanıtlamıştır. Bebeğin anne karnında başlayan duygu deneyimleri gelişmekte olan beynin duygu hafızasında kayıt altına alınır. Annenin değişkenlik gösteren duyguları, doğumdan sonra da bebek üzerinde etkisini sürdürmeye devam eder. Bebeğin hayatta kalmaya yönelik temel bakım ve duygu ihtiyaçlarını karşılayan ebeveyn veya ebeveyn rolünü üstlenen kişi ile arasında bir bağ oluşur. Bebeğin ihtiyaçlarına (göz kontağı, beslenme,kucaklanma,görülme, ait olma, sıcaklık) doğru zamanda ve doğru oranda karşılık verildiğinde oluşan bu bağ sağlıklı ve güvenli hale gelir. Bu ihtiyaçların karşılanmaması veya eksikliğinin hissedilmesi durumu psikolojide “bağlanma bozukluğu” olarak tanımlanır.
Ebeveyn çocuk veya bir bakıcı ile çocuk arasında ihtiyaçların karşılanmasına yönelik gelişen bu ilişkiye ise sembiyotik ilişki adı verilir. Çocuğun duygu ve temel bakım ihtiyaçları yeterli oranda karşılandığında çocuk ve ebeveyn arasında sağlıklı bir ayrışma gerçekleşecektir. Sembiyotik ilişkinin devam ettiği, özerkliğin gerçekleşmediği durumlarda çocuk, edindiği sağlıksız bağlanma modelini yaşamı boyunca kurduğu tüm ilişkilerde bilinçaltı düzeyinde taşıyacak ve bazen farkında olmadığı davranışlarla bu ihtiyaçlarının (göz kontağı, beslenme,kucaklanma,görülme, ait olma, sıcaklık) karşılanmasını talep edecektir.
Yapılan araştırmalar içinde bulunduğumuz toplumun sağlıksız bağlanma oranının %80 civarında olduğunu göstermektedir. Bu verilere göre büyük oranda partnerimizle kurduğumuz ilişki sembiyotik ihtiyaçlarımızın giderilmesi talebiyle, beklentilerimizin karşılanmasına yöneliktir. En korunmasız ve savunmasız olduğumuz bebeklik dönemimizde ihtiyacımız olan ilgiyi, sevgiyi, sıcaklığı bulamadığımızda hissettiğimiz yoksunluk duygusu belleğimizde acı ve korku olarak iz bırakır. Hayatta kalma ihtiyacımızı, kaynağını bu duygulardan alan ego adını verdiğimiz savunma mekanizmasını geliştirerek gidermeye çalışırız.
Hücrelerimizin derinlerine nüfuz eden, tüm boyutlarımızı harekete geçiren aşkı, saf haliyle deneyimlememize engel olan işte bu ihtiyaç ve beklentilerimizdir. Enerjiyi tamamen karşımızdaki kişi ile ilişkilendirir, ondan gelecek bir karşılık ya da ilgi ile bu enerjinin akışına olanak verir, varlığımızdan yükselen bu hali tam bir fail edasıyla ego düzeyine taşırız. Egonun aşk bilinci, bilincin aşk halinden son derece uzak, sahiplenici, yönetici, yönlendirici ve hükmedicidir. Bana aitsin ve benimsin der, benimlesin demek sevgiliyi özgür bırakmak ve bir birey olarak ona saygı duymaktır. Egonun aşk bilincinde saygı yoktur ve burada ortaya çıkan sevgi tamamen koşulludur.
Aşk başladığında aşkla birlikte farkındalıkta derinleşir. İçimizdeki çocuğun karşılanmamış ihtiyaçlarına yenik düştüğümüzde, aşkın akmasına engel olan kaygı ya da kaçınmaya getirdiğimiz anlayış ile büyümemize fırsat sunan bu muazzam enerji güçlü bir dönüşüm sağlayacaktır.