Aralık ayı yılın en sevdiğim ayıdır desem yanlış olmaz. Hem yılbaşı gecesine yaklaşırsınız kiben o geceye aşığımdır, hem de bir ay boyunca her yer ışıl ışıldır. Hele de Ankara’nın Tunalı Hilmi’si üzerinde oturuyorsanız ve özellikle yılbaşından önceki son cumartesi gecesi bu caddeye çıktıysanız, ortam sizi mest eder. Hatta yaşadığınıza bile şükrettirebilir. Eğer siz de bu güzelliklere şükredenlerdenseniz, lütfen şükretmek için gökyüzüne açtığınız avuçlarınızı kapatmayın ve eğer varsa varolduğu için, yoksa da size geleceğine olan inancınız için bir duyguya şükredin; aşka… Çünkü aşk, Aralık’ta bir başka güzeldir…

 

 

Bu girişten sonra bu yazıda size hayatımda bir kıza ilk “seni seviyorum” dediğim günü, yani 14 Aralık’ı da anlatabilirim; ya da aşık olduğum kişiyle geçirdiğim bir yılbaşı gecesini de, ya da ilahi bir aşkla dolduğum 2000 yılbaşı gecesini de, ya da elde edilmemişlikleri anlatmak daha kolay ve yüreği vurucudur düşüncesiyle, bir yandan da elde edeceğine dair umudu besleyip okuyucuyu mutlu edici bir dille, deniz kenarında tek başıma, ama bir o kadar da keyifli geçirdiğim yılbaşı gecesini de anlatabilirim: gökyüzüne başımı kaldırıp, denize karşı bakarak “o kişiyi” dilediğim anı… Ama ben bunların hiç birisini yapmayacağım, çünkü bunların hepsini daha önce defalarca yazdım ve defalarca da yazılmıştır. Ben bu sefer zamanında bir hocamla tartıştığım ve yapıp yapamayacağım konusunda pek de emin olmadığım bir durumu yazmayı deneyeceğim: aşkı bulmayı…

 

Esasında tüm hikaye bundan taaa sekiz sene önce, benim ilk yazdığım yazıyla birlikte başladı. O yazı karamsar bir bakış açısıyla ama, bir o kadar da çok yaşanan bir senaryoyu anlatan bir hikayeydi. Hikaye birçok kişiyi derinden etkilemiş, hatta Hıncal Abi’nin köşesinde bile yer almıştı. Çok sevdiğim bir hocamla birlikte bu yazıyı tartışmıştık ve bana “evet, karamsar bir hikaye gibi görünüyor, ama bunun alternatifi de yok gibi ve olumlusu da yazılamaz sanırım” demişti. Ben de “ama hocam olmalı, olması lazım ve ben nasıl yapacağımı bilmiyorum, ama bir gün bunu yazacağım” demiştim. O hikaye, 80 yaşında bir adamın kendine itiraflarıydı ve belki de o gün onu yazmış olmasam, benim hayat senaryom olacaktı. Fakat, hani derler ya “gelecekten haber alırsan, sana onu değiştirme fırsatı da verilmiştir” diye, benimkisi öyle bir haldi sanırsam ve değişti. Hocama söylediğim yazıyı yazabildiğimi görmek için daha çooook vakit var bence, çünkü önümde yaşanacak koca bir hayat var. Ama bu demek değil ki bazı denemeler için o kadar bekleyeceğim, hele ki “aşk” olunca konu…

 

O “aşk” ki yıllar boyu çağırdım onu, şiirler yazdım adına, yazılar döktürdüm ve romantik filmleri izleyip, o sahneleri benim de yaşayacağımı umup mutlu oldum. Bana gelsin diye, benim olsun diye yapmadığım kalmadı. Çoğu zaman da onu bulduğumu düşündüm ve coşkuya kapıldım, davullar zurnalar eşliğinde çığırdım durdum onu ve insanları da benimle halaya davet ettim. Ağladım da hatta, sızladım, küfrettim, lanet ettim vs. Ben “aşk”ı bulmak için her şeyi ama her şeyi yaptım. Ama sonuç noldu size söyleyeyim mi; beklediğim hiçbir şey gerçekleşmedi… Ne o çabalarımın sonucu, bana aşkını sunmasını istediğim kızlardan bir karşılık geldi beklediğim ölçüde, ne de beklediğim duyguları yaşadım. Bol bol kırıklık ve kalp acısı kaldı geride yadigar. Ha bir de şu oldu; arada gerçekten hoşlandığım ve hatta aşık olabileceğim insanlar da oldu, ama ilk pırıltılar geçince büyü çabucak yitti ve ben kaçmak istedim; çünkü istediğim aşk bu değildi…

 

Sonra öyle bir döneme girdim ki hayatımda ne bir kimse oldu, ne doğru düzgün bir duygu. Evet, hoşlandığım birkaç kişi de vardı ve onların da benden hoşlandıklarını biliyordum, ama açıkçası gönlümü oyalıyordum, hatta oyalıyor ve eğleniyorduk. Ama “aşk” değildi bu. Sonra yine ‘sonra’ denen zaman dilimi işledi ve aylar ilerledi. Kalbimin yerinde uyuşmuş ve “Aşksal” anlamda pek de bir şey hissetmeyen bir gölge vardı sanki. Çevremde o kadar aşık olunabilecek kız olmasına rağmen, hepsine boş gözler ve duygularla bakıyordum, çünkü bir şey hissedemiyordum küçük kıvılcımlardan başka… Ve derken bir Pazar günü, beni yıllar boyu koşulsuzca sevmiş ve koşulsuz sevginin ne olduğunu öğretmiş bir insanla konuşup, hayatıma kattıkları için teşekkür ettikten sonra, Taksim AKM önüne ağır ağır yürümeye başladım, Beşiktaş’tan yukarı doğru. Yarım saat sonra bir okuyucumla buluşacaktım, çünkü ve esasında içimden gelen tek şey o anda boş boş yürümek ve kendine acımaktı biraz. Gümüşsuyu’ndan çıkarken artık tamamen teslim olmuş ve pes etmiş haldeydim. “Aşk”ı bulmak için elimden geleni ardına koymamış ve çabalamıştım bol bol, ama artık bitmişti. Pes ediyordum ve kendi kendime şunu söyledim: “Tamam, kabul ediyorum. Aşk olayı benim için bitmiştir. Bir daha ne ararım, ne sorarım. Kendimi de çalışmalarıma adayacağım artık”. Tabii bu cümleleri söylerken “Şu kızla da tam buluşacak zamanı buldum ha, neyse bir yarım saat oturur ve sonra kaçarım. Eve gider Şansal’la Erman’ı seyrederim de biraz eğlence olur belki” diye düşünüyordum. Tabii kızın güzel olma ihtimali de vardı, ki benim güzel kızlara karşı zaafım olduğunu asla inkar etmedim. Hatta benim öyle “içi güzel olsun, gerisi problem değil gibi” sözlerle işim de olmaz. Önce dışı güzel olacak, sonra içi de güzel olursa ne ala diye düşünen bir yapım vardı. Şimdi buradaki “–dı” eki esasında benim kendime olan “Hasan olm, sende de amma kalıplar varmış. Halen de bir sürü kalıbın var ve hem kendine, hem de millete bu kalıpları duygularınmış gibi yedirmeyi başardın ya, helal olsun”un itirafı; yoksa “ben erdim de kök çakram gökkubeye değdi” vs. tatmini değil. Ben “aşk” konusunda esasında çok da esnek olmayan, kalıplar içinde hareket eden biriymişim (ama bu noktaya sonra tekrar dönecem).

 

AKM’nin önüne geldiğimde artık iyice çökmüştüm ve öyle dibe vurup sonra da umutla “olsun ben asla vazgeçmem” deyip, kendine çiçek alıp rahatlamaya çalışan ve ertesi gün dibe vurmadığına kendini ikna etmeye çalışan balatayı yakmış bir ruh halim hiç yoktu açıkçası. İliklerime, köküme kadar bitmişti artık her şey ve ben bir saat önce beni koşulsuz sevmiş o insana teşekkür ederken, hayatımda önemli yer tutmuş “aşk hikayelerim” etiketli dosyayı da “kütttt” sesi eşliğinde kapatıp, raflara kaldırdığımı biliyordum. Benimkisi bir yandan da bildiğini sandığın bir evrenin sonunu görmekti. O evrenin döngüsü tamamlanmış ve çember kapanmıştı. Bana kalan ise bir sürü anıydı yadigar… Eh bir de o yokuşu çıkarken hissettiğim pes etme duygusu ile yalnızlık hissi…

 

Kızı beklemeye başladım hafif soğukta. Birkaç gün önce posta kutuma gelen bir mailde tanıtmıştı kendini bana. Şöyle bir bakmış ama çok da inceden inceye okumamıştım mailini. Silmemiştim de “gelen kutu”mdan ama. derKi’nin beşinci sayısının tasarımıyla meşguldüm ve birkaç gün yanıt bile atmadım. Sonra İstanbul’a gitmeden önceki gece yanıtladım onu ve telefonda konuştuk biraz. “Ben de yarın İstanbul’a geliyorum, vakit olursa buluşuruz” demiştim. Pazar gecesi de Şansal’la Erman dışında yapacak daha iyi bir şey olmadığı için “ee bari buluşalım” deyip aramıştım. Ondan önce de bir nev’i vedalaştığım o kişiyle buluşmuştum ve işte AKM önündeydim ve kırkbeş dakikadır da bekliyordum…

 

Tamamen nötr bir kırkbeş dakikaydı aslında, hiçbir beklentim yoktu ve isteğim biraz oturup sonra da kaçmaktı kaldığım eve doğru. Artık zaten benim için “aşk” yoktu ve ona dair bir beklentim de kalmamıştı. “Yaşasın buldum onu” diyerek gördüğüm her iskeleden heyecanla koşup suya balıklamasına atlamış, ama her seferinde de derin sandığım suların, sığ olduğunu maalesef kafayı gözü yarıp, ruhumun şaftını kaydırarak öğrenmiştim. “Ee be kardeşim, sende de hiç mi akıl yok, kaç defa atladın o iskelelerden ve ruhun şarampole yuvarlanmış pamuk yüklü kamyona döndü, almadın mı dersini?” diye soran ruhsal parçama, “Tamam haklıymışsın, şimdi tanıdığın bir kaportacı varsa söyle de bari kasanın kalanını kurtaralım. Düzelmeyen taraflar da yamuk kalsın” diyerek teslimiyetimin iyice altını çizmiştim.

 

Derken o geldi ve yüzüne bir an baktım… Hissettiğim şeyi “O, evet O, yıllardır aradığım O karşımdaydı, bunca yıl uğruna kafayı gözü yardığım, her filmde beklediğim O karşımdaydı ve artık gece benim için daha parlıyordu, ruhum alev alev yanıyordu, tüm kırgınlığım bir anda gitmişti ve ellerimi açıp o anda Tanrıya şükrettim” gibi cümlelerle anlatamam, çünkü ortada böyle bir durum yoktu. Ona baktım ve “ne tatlı bir kız böyle ve ne güzel gülümsüyor” dedim son derece insani bir tonlamayla. Sonra birlikte yürümeye başladık İstiklal Caddesi’ne doğru ve o yürüyüş halen devam ediyor ve sanırsam daha çok uzun yıllar devam edecek…

 

Çok sevdiğim ama bir yandan da doğru olmasından ötürü biraz da rahatsızlık hissettiğim bir dize vardır: “İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim, ama ihtiyacım olan her şey bana geldi” diye. Sanırım benim hayatımın eksen öğretilerinden birisi de bu. Esasında özünde istediğim her şey gerçekleşti, ama elde etmek duygusundan vazgeçtiğim anda. Bu da genellikle burnum iyice sürtülerek veya pes ettiğim anlarda gerçekleşti. İstediklerim aslında ihtiyacını da  duyduğum şeylerdi ama o ihtiyaç, o anda, o istediğim kişi veya duyguyla tatmin olacak gibi değildi. Aşkından deliye divaneye döndüğüm bir insanla birlikte hiç olamadık, ama yarım saat oturur kaçarım dediğim kızla belki de yarım yüzyıl birlikte oturacağız ve şöyle bir geriye dönüp baktığımda, o istediğim kişiyle “iyi ki de birlikte olmamışız” diyorum hani. Evet, o duygular da ayrı güzeldi ve açıkçası bana çok güzel yaratımlar için ilham verdi, ama benim o anda ihtiyacım olan onunla bir birliktelik değildi ve olmadı da… Ama çok yoğun bir tutku hissettim, erişememenin verdiği yoğun eksikliğin neredeyse elle tutulacak duygulara dönüşümünü deneyimledim ve “aşk” olarak düşündüğün o duyguları “evet, bu aşk” diye bol bol da ifade ettim. Ama benim yaptığım Pygmalion efsanesindeki heykeltıraşın yaptığından farklı bir şey değilmiş, bunu şimdi anlıyorum. Ben kafamda kalıplara uygun bir biçim veriyordum elimdeki malzemeye ve ruhumdan da ona üflüyor, sonra da canlanmasını bekliyordum. O kalıba yakın karakterdeki kişilere de “evet, işte bu o, bu o” şevkiyle yakınlaşıp, coşkuyla “aşk”ımı kutluyordum. Ama ne o kişiler, benim Pygmalion’umdu, ne de Pygmalion’um o kişiler… Bu nedenle bol bol kırıklık yaşıyordum ve o kırıklık yüzünden de kimselere yaklaşmıyordum içimde. Hem yaklaşsam ve dokunsam işin büyüsü giderdi ki… Ayrıca esasında sevmem ve dokunmam gereken kişinin, “aşk”ı yaşamayı istediğim kişinin “kendim” olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalır ve bir de kendimle yüzleşmek zorunda kalma gerçeğini görür ve iyice zorlardım ruhumun süspansiyonlarını… Ama gerçeklerden kaçışlar nereye kadardı ki…

 

Yazılarımda sık sık bahsettiğim sevgili Bilge’yle bir çalışmamız esnasında Bilge bana, “Hasan, seninle bir odaya girdik ve içeride bir sürü kız vardı. Ama kızlarda da bir gariplik vardı. Hiçbirisi canlı bakmıyorlardı ve sanki kalıplar halinde yapılmış yapılmış ve oraya tıkılmışlardı” dedi (Çok derin ve yoğun bir çalışmaydı ve açıkçası insan dışarıdan yardımlarla çok daha kolay atlatabiliyor bu zorlu deneyimleri. Benim bu kalıpları yaratmamın da nedenleri vardı elbet ve Bilge’yle yaptığımız terapiler esnasında bu nedenleri de çözdük ve bu da benim çözülme sürecimi hızlandırdı. Eee her ruhun, iyi bir kaporta ustasına ihtiyacı var zannımca, benimkisi de Bilge ve hayatımı baştan yaratmamda ona ve çalışmasına çok şey borçluyum). Çalışmadan sonra, ilerleyen günlerde bir rüya gördüm. Bir kilisede oturuyordum ve yanıma ağır ağır birisi yaklaştı. O, dört sene önce ayrıldığım ama içimde bir türlü vedalaşamadığım kız arkadaşımdı ve bana dedi ki “ben, senin bana yüklediğin anlamlar değilim, ben sadece senin kız arkadaşındım, ötesi değil” ve kalkıp, gitti. O sabah uyandığımda artık onunla vedalaştığımı anlamıştım…

 

Ve şimdi bu satırları yazarken AKM önünde başlayan yeni yolculuğuma ve yol arkadaşıma bakıyorum. Ona bakar bakmaz ilk hissettiğim şey “amanın kıza bak ne güzel” falan filan olmadı. Evet, kendisi cidden fiziksel olarak güzel bir kızdır, fakat ben o gece sanırım ilk defa Pygmalion’umun ötesinde bir varlığı gördüm. Karşımdaki benim elimle yoğurduğum ve “kendimde fark etmek istediğim, ama beceremediğim için başka bir varlığa o değerleri ruh olarak üflediğim” bir kalıp değildi. Etiyle, kemiğiyle, bakışıyla, gülüşüyle bir insandı ve ben bir insana bakıyordum. Ondan hoşlandığımı da hissettim ayrıca, ama bu gerçekten “o”ndan hoşlanmaktı, “o bakışın duygusundan hoşlanmak” falan değil. Öyle yerler gökler gümbürdemedi, kalbim deliler gibi de çarpmadı ayrıca, zaten ben o hisleri Pygmalion’larım da defalarca yaşamıştım önceden. Dinginlik vardı içimde ve o andan bugüne kadar da şunu net hissediyorum: “Aşk, başka bahçedeki çok güzel bir ağacı köküyle söküp kendi bahçene yerleştirmek ve o ağacın, senin bahçene uyması umudu değilmiş. Bilakis bahçeye ağacın fidesini ekmek ve o fideye özenle, emek harcayarak bakmak ve o fidenin yetişmesi için izin vermekmiş”.

 

Sekiz yıl önce hocamla daha olumlu bir hayat senaryosu yazılabilir mi konusunu tartıştığım günden beri aklımı kurcalayan bir şeydi “acaba bir gün gerçekten bunun olumlusunu yazabilecek miyim?” sorusu ve yine “yaşanmamışlıklar veya erişilmemişlikler üzerine olur hep aşk yazıları, peki ya yaşananlar, erişilenler ve paylaşılanlar…?”. Bu yazı benim, kendime verdiğim bir yanıt esasında ve sekiz senelik merakımın da bir yanıtı…

 

Aşk Her Yerde… Fıskiyeler önünde ve ayışığı altında, sevgilinizle öpüşmekten ötesi bir sadelik ve zerafette belki de… Belki de “Love Actually” gibi tüm zamanların en güzel aşk filmlerinden birini izlerken, bu sefer “o aşkı bulacağına dair umudun mutluluğu”nu yaşamaktan da öte, “keşke bu filmi birlikte izleyebilseydik” diyebilmek sessizce, ya da “Aşk Her Yerde” başlıklı yazıyı yazıp, “bu ayki derKi yazılarımdan birisi, redaksiyonunu acilen yapabilir misin canım” başlıklı bir e-posta gönderip, yazıyı okurken yüzünün alacağı şekli düşünmek belki de..

 

Öyle ya da böyle, ama gerçek olan şu ki; AŞK HER YERDE… 😉

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...