Anlaşılmayı çok istiyoruz… Ve yanlış anlaşılmaktan da çok korkuyoruz! O yüzden de yanlış yapmaktansa, hiçbir şey yapmamayı tercih ediyoruz çoğu kez. “Konuşmazsam aptalca birşey söylemem, böylece herkes de beni akıllı zanneder” diyoruz! “Eğer bir adım atmazsam düşmem, böylece herkes beni dengeli zanneder” diye düşünüyoruz.
Davranmamak, durmak, ses çıkarmamak, almamak, vermemek… Teoman’ın deyimiyle;
“Havaalanında kayıp bir bavul; ya da sonbahar mevsiminde boş kalmış bir yüzme havuzu” gibi olmayı tercih etmek… “Güvenli Atalet” olarak da adlandırılabilecek bu tavır bizi tıpkı üzerimize kapalı bir fanus gibi koruyor belki, ama bir süre sonra havasız, çıkışsız da bırakıyor.
Ya da ben varım, buradayım diye çırpınıyoruz! Farkedilmek ve böylece varolduğumuza kendimiz de İNANABİLMEK için bar bar bağırıyoruz! Bir tepki almak ve aldığımız tepkilerle kendimizi tanımlamak için çırpınıyoruz! Ama aldığımız tepkiler, nedense umduğumuz tepkiler olmuyor. O zaman telaş basıyor içimizi daha çok BAĞIRIYORUZ!!! Çünkü sanıyoruz ki biz kendimizi anlatamıyoruz! Ya da etrafımızdakiler aptal da, bizi duymuyorlar ve anlamıyorlar… Öyle AVAZ AVAZ bağırırken, cümlelerin altını tekrar tekrar çizerken, insanların gözüne gözüne sokarken bizce DOĞRU olan bir şeyleri; ne kadar anlaşılmaz ve azcık da komik göründüğümüzü bilemiyoruz….
Oysa konuşmak; anlatmak, bir tür yayın yapmak demek. Temiz, düzgün frekanslı, istediği yere ulaşan bir yayın… Bunun için de sağlam bir vericiye gerek var! Ama sağlam bir verici olabilmek için önce iyi bir alıcı olmak gerekiyor!!! İnsanın kendi çıkarttığı gürültü ne etrafındakilerinin; ne de bizzat kendi yüreğinin sesini duymasına müsade etmeyecek kadar yüksek ise eğer, alıcının da vericinin de devreleri iflas ediyor.
Ben yıllar boyu insanların sözünü kesen ve cümlelerini tamamlayan çünkü onları çok iyi anladığını zanneden biri oldum. Kendimi çok akıllı zannettim hep. Söylenmeyenleri bile anlayacak kadar akıllı. Niyeyse insanlar beni hep yanılttılar! İnsanları duymadım. Ben hep canım neyi duymak istiyorsa onu duydum ve onu söyledim. Aslında tüm söylediklerimi kendime duyurmaya, kendimi inandırmaya çalışıyordum. O yüzden biri aksi ya da farklı birşey soyledimi hem kızıyor hem de ağzına tıkıyordum. Çünkü çok ama çok korkuyordum!!! SANDIĞIM ŞEY OLMAMAKTAN korkuyordum! Birilerini ikna edersem, kendime benzetirsem, yasam daha güvenli olacak sanıyordum…
Yüksek perdeden bağırarak konuşup, en güçlü yayını yaptığını zanneden ama ne dediği çoğu kez zor ve genellikle yanlış anlaşılan, parıltılı ama çatlak bir borazan gibi yaşadım yıllarca. İnsanlar “Ne derdi var bunun? Niye yırtınıyor böyle?” diye bakakalırlardı yüzüme. Bense gördüğüm ifadenin hayranlıktan ya da pes etmekten dolayı oluşan bir nutku tutulma olduğunu filan sanıyordum. :))))) (Şimdi yine arada bir tutuyor çatlak borazanlığım. Ama artık kendimi daha çabuk araklıyorum.)
Anlamak, sözcükleri içimize aklımıza estiği düzende, tıkış tıkış doldurmak değilmiş meğer… Sözlerin içimizde doğru bir yer bulması için hayata ve kendimize izin vermemiz, içimizde temiz bir yer açmamız lazımmış… Anlatmak da içimizde yükselen ilk dürtüye kapılarak, dilimizin ucuna geliveren sözcükleri nereye çarptıklarına, neyi devirdiklerine
aldırmaksızın fırlatmak değilmiş… Konuşabilmek ve anlatabilmek için bağrış çığrış yollara dökülmeden önce dinlemek lazımmış… Saygıyla dinlemek… Duyduklarımızı, gördüklerimizi isimize geldiği gibi yorumlamak ya da yargılamak değil! İşimize gelsin gelmesin, hayatin içinden bir ses olarak, geldiği gibi almak lazımmış…
Canlı ve cansız, her varlığın bir bilgeliği ve yansıttığı bir gerçek var. Etrafımızdaki SESLERİ ya da SESSİZLİĞİ dinlerken duyduklarımızı yadsımamak… TEPKİLERİ ya da TEPKİSİZLİĞİ değerlendirmek… İçlerindeki mesajları fark edip kendimize pay ve duruş çıkartmak lazımmış…
Konuşurken ise; kimseye birşey ispat etmek, birilerini ille bizim olduğumuz noktaya ikna çekmek için değil; dad bildirmek, akil öğretmek için değil… Yüreğimizdeki kuşun fısıldadıklarını başkalarıyla paylaşmak için konuşmak lazımmış…
Varsayımlarımız, korkularımız, kızgınlıklarımız, beklentilerimiz, kendimize ve başkalarına birşeyler ispat etme kaygılarımızla tıka basa dolu olunca içimiz, evrenin sesi o hüzünlü dağınıklığın içinde boğulup kalıyor. Ne kendimiz duyabiliyoruz onu, ne de başkasına aktarabiliyoruz. Aktardıklarımız çoğu kez içimizdeki düşünsel ve duygusal parçalanmışlığın yansımaları oluyor. Kendimiz ve başkaları hakkında ZANNETTİKLERİMİZİN yansıması..
Kaygılar, sorular, beklentiler, kızgınlıklar, çaresizlikler, hayalkırıklıklarının sesi davullar gibi gümbürdüyorsa kulaklarınızda; SUSUN! Ve içinizdeki o küçük odaya çekilin! Sizi sevgisinden yaratanla konuştuğunuz o odaya…
O kapıyı çalın; mutlaka açılacaktır. Bırakın kargaşa dinsin, davullar sussun, şikayet ve telaşla vızıldayan bataklık böcekleri arkada kalsın; yer açın! Umudun ve sevginin kuşuna yer açın! O şarkının içinizi doldurmasına izin verin!
Ardından konuştuklarımız ve yaptıklarımız o küçük sabırlı kuşun verdiği cesareti ve bilgeliği taşıyacak… Ve bazen alıcılar uygun olmadığı için anlaşılmasak da bu kızgınlık,
saldırganlık, hırçınlık vermeyecek! Sadece yaşam ve herşeye rağmen yürümek hakkında biraz daha anlayış verecek bize…
Ne demişler: “Çömleği ise yarar yapan içindeki boşluktur”. Ancak boş bir çömleği güzel bir yemekle doldurabilir ve onunla insanları doyurabiliriz.
Sanmayın ki bunları yazmış olmak, bunları aşmış olmaktır! Yazdıklarım benden ötedir…
Ben sadece hissettiklerimi belki sizler de içinde kendinizden birşeyler bulursunuz diye ortaya döktüm…