‘’Alkol almak’’ denilince keskin, içimi yakan bir koku ve hiç de iyi başlanmayan bir sabah gelir aklıma. Kanına alkol karıştırmak fikri bir tuhaf, bir itici gelir… ‘’Zıkkımlanmayı’’ sevmem o yüzden oldum olası. Ben tabiri caizse, tatlı tatlı ‘’demlenmeyi’’ severim.

Kendinden uzaklaşmak için içen çoktur bilirim. Ama benim için içmek kendine yakınlaşmaktır. Duygularımın bütün çıplaklığı ile kalmak, güzel olmak ve çiçek açmak için içerim ben. Ne her akşamdır, ne de her hafta gönül soframın açılma zamanı. Alışkanlığa döndürmeye kıyamam onu. Vakt-i kerahatimin gelmesini beklerim…

Gönül sofrası dememden anlayın ki, yalnız içmeyi sevmem pek! Zira muhabbettir içkinin en iyi mezesi. Dost bildiğim, gönlünü gönlüme, dilini dilime yakın bulduğum, içme halini sevdiğim insanla içerim. E tabi bu durumda tercihan rakı içerim…

Muhabbettir dedim ya, bu meretin en iyi mezesi, o kadarla pek kalınmaz aslında… Musiki arar gönül muhabbetin yanında. ‘’Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken. Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken.’’ diye nameleri hançeresine yaslayıp inim inim inleten bir Hamiyet Yüceses iyi gider. Ya da ‘’Gülşen-i Hüsnüne Kimler Varıyor? Kim ayağın öperek yalvarıyor? ’’ diye sevgilisine hasretini en delikanlısından haykıran bir Müzeyyen Abla…

Gönlüne değecek gönül ve gönülleri birbirine kaynaştıracak musiki esastır dedim tamam da, rakı dediğin boş masada içilmez. Bir parça peynir, bir dilim kavun illaki, bir küçük tabakcık köpoğlu, hatta bir de meyhane usulü bol sarmısak ve karabiberle pişirilmiş fasulye pilaki… Ara sıcak olarak incecik, yumuşacık bir yaprak ciğer de koydular mı sofraya, hem gözüm doyar, hem gönlüm.

Rakının ve muhabbet sofrasının sıkı bir yeri vardır benim gönül yolculuklarımda.

Ben Kurtuluş’ta büyüdüm ama Despina’nın Bahçesi’ne ilk kez 20 yaşında gittim. O akşam aşık oldum beni oraya götüren adama ve bir yıl içinde o adamla evlendim. Aşkımız toplasan üç yıl bile yürümedi o ayrı… Ne gam! Ona dair bazı anılarıma acımsı tatlar karışmış olsa da, inkar etmem güzelliğini bazı rakı sofralarımızın.

Yine Despina’daydık bir gece mesela… Birden cereyan kesildi. Zifiri karanlık bir yaz bahçesi, neredeyse dolun halindeki ay, yıldızlar, Tatavla evlerinin uzak ışıkları ve Haliç’in karanlığın örtüsüyle daha da güzelleşen silueti… ‘’Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz İstanbul’’ şarkısını sevmiştim hep. Ama hiç o akşamki kadar derin ve hakiki söylememiştim.

Bir Paskalya gecesi… Silivri kökenli bir Ermeni ailesinin, inanılmaz farklı köklerden gelen insanları misafir ettiği mükellef donatılmış sofrası… Rakı sofrası dendi mi aklına gelecek her çeşit meze ve hatta evde pişirilmiş topik, midye dolma, en alasından zeytinyağlı yaprak sarması, lokum gibi bir lakerda. Bir de insanın ne vakit bitirdiğini anlamadan içtiği o erik rakısı… O akşam masada bulunan her lehçeden, her dilden insanın gönlünden kopan ne kadar Anadolulu, İstanbullu, Trakyalı name varsa, onlar da cabası… Sayan parmaklarıma inanamadan tüketilmiş yedi duble. Ve ayağa kalktığımda beni taşıyamadıklarını hayretle farkettiğim bacaklarım.

26 yaşıma girdiğim doğumgünü gecesi… Yine Despina! Nasıl olup da yanyana geldiğini anlamadığım bir şahane insan grubu. Ne zaman ansam yüzümü güldüren o deli-güzel kadınlar ve birkaç iyi adam. Hepsi kendi hikayesini yaşıyor biryerlerde şimdi. Hatta en güzellerinden, en keyif ehli olanlarından birini öte aleme yolcu ettik. Tek bir gül dalı alıp getirmişti bana o akşam… Masamıza gelen ve sanki bütün akşam kalkmayan çingene çalgıcılar. Ve kemancının benim için tambur çalan arkadaşına söyledikleri: ‘’Nerde çıkar acaba bu gacı sahneye?’’ Tambur çalanın cevabı: ‘’Yok, sanırsam çıkmaz bu bir yerde. Baksana güzünde güzlüğü var. Besbelli okumuş bir gacıdır!’’.

Arada kar serpeleyen zemheri bir Aralık soğuğu sonra… Yanımdaki bu defa kızımın babası. Tabi çocuk mocuk hak getire o zamanlar. Aramızda sadece aşk var. Ani bir kararla Bostancı’dan atlanmış bir ada vapuru. Büyükada’da titreyerek yapılan bir yürüyüş. Yine ani bir kararla tutulmuş bir otel odası. Ne yesek bu terkedilmiş adada diye dolanırken gecenin bir vakti, coşkuyla keşfedilen mini minnacık bir balıkçı meyhanesi…

Önüne koydukları hepi topu bir peynir, bir salata ve bolca kızarmış balık. Arkanda uzun bir masada oturan adanın bütün balıkçı taifesi. Türkçe ve tek tük Rumca küfürler… Dükkandaki tek kadınsın ya, kantarın topuzunu kaçırırsa birinden biri, beceriksizce sana yöneltilen bir iki özür cümlesi. Ben nasıl rahat, nasıl keyifliyim oysa… Birkaç yıl önce kaybettiğim babanın dilinden siyaset ve futbol konuşuyor ve aynı onun gibi küfrediyor bu tatlı adamların hepsi. Karşımda, sevdiğin adamın gözleri, sıcacık çikolata kahvesi. Sonra gelip yanımıza oturan beyaz saçlı, ortanın üstü yaşlı bir amca. Ve söylediği o geçmişten gelen inanılmaz şarkı… Babanın bir Müzeyyen Senar 45’liğinden mono Philips pikapta dinlemeyi sevdiği o şarkı; ‘’Kanaryam güzel kuşum. Ben sana vurulmuşum. Seni çok sevdiğimi anlatıyor duruşum. Hüzünlü bakma öyle. Benim şarkımı söyle…’’.

Yıllar boyu ‘’hep orada olduğunu bildiğim’’ birkaç iyi dostla gidilmiş meyhaneler. Kimileri çok planlı düzenli, önceden hazırlıklı. Ama belki de en güzeli günün orta yerinde gelen bir mesaj, bir telefon. ‘’Gel sana ihtiyacım var!’’ diyen, ya da demese de hissettiren bir ses. İki yudum rakı arasında masaya dökülen kaygılar ve bir dostun yüzüyle, sesiyle, gülüşüyle sunulan o tatlı ferahlama…

Nice güzel masada, öylesine tanışılmış nice güzel insanlar. Bu masalarda paylaşılmış, ayık kafayla zinhar dile dökülmeyecek, nice dolu dolu hayat hikayesi… Dost desen bu tanışlara, bunca yıldır sefanı sürüp, kahrını çeken dostlarına haksızlık. Yine de her birinin kalbi alabildiğine kalbine yakın. Çünki ne varsa konuşulan hiçbiri mantığın süzgecinde ayıklanmamış, hepsi utanmasızca samimi…

Kaderin ısrarıyla rotası değişmiş bir Cumartesi günü. Kuzguncukta birkaç arkadaşla oturulmuş bir asma altı masa, içilmiş iki kadeh rakı, birkaç türkü, anlatılan bir iki fıkra. Kısa bir araba yolculuğunda ikimizin kalbini de aynı yerden çizen klarnet nameleri. O adam gönlüme bir yaz yağmuru süresince misafir olduysa, nedeni işte bunlardır. Yine de hiç anlamamıştır – benden sakınıp, dostlarıyla paylaştığı – rakı sofralarını niye kıskandığımı…

Ama bu yazıda asıl lafı edilmesi gereken, bana hiç bilmediğim o şarkıdan bahseden bir başka deli adamdır. Nasıl çıkmaz benim gibi birinin karşısına ‘’Yine mi Güzeliz, Yine mi Çiçek’’? Nedense onu tanıyana kadar çıkmamıştır. O da benim gibi bir tuhaf Kurtuluş çocuğu. Onun da anılarındaki en güzel resimlerde kare kare Despina… Ne gariptir ki, bir uzun gönül soframız bile olmadı sayılır onunla. Hepi topu bir kadeh rakıdır içtiğimiz karşılıklı. Onun da son yudumlarını benimkinden önce boşalan bardağına aktarmıştım. Kendi ateşiyle gelip, kendi rüzgarıyla gitti hayatımdan. Sevdiği şarkı kaldı bana yadigar…

İnsan rakıyı niye sever bilir misiniz? Aşk adama nasıl bir deli güzellik verir ve nasıl çiçek gibi açtırırsa, rakının da yaptığı işte buna benzer bir halttır! Hem güzel hem çiçek olursun… Bir gönül denk düşerse o ara gönlüne, O’na… Yok kimsenin gönül teli seninle aynı yerden titremiyorsa da, kendi gönlünün güzelliğine aşık olursun.

Ne diyim, gönül sofranız hiç boş kalmasın…