Klişe bile olsa geride kalanların gözyaşlarına sorti yaptıran bir soru cümlesidir: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Oysa bence asıl cevap hakkı gidene tanınmalıdır; “Hayatı nasıl buldunuz?” sorusuna karşılık… Peki bırakın hayatı nasıl bulduğunuzu, hayatın sizi nasıl bulduğunu hiç düşündünüz mü? Size sağlanan bu hak üzerinden bir puanlama yapılsa acaba kaç alırdınız? Buradan yola çıkarsak hayatı hesapsızca, tepe tepe yaşamak mıdır güzel kılan; yoksa doğrusuyla, dengesiyle, hijyeniyle sürdürmek midir makbul olan? Ya az sonra gözlerinizi dünyaya kapatacak olsanız…Yapamadıklarınızdan ötürü ruhunuza saplanan krampları yok sayacak kadar kendinizden geçmediniz değil mi? Belki isteklerinizi hayata geçirmek konusunda daha da özenli davranabilirdiniz. O gitmek istediğiniz ülkeler, tanışmak istediğiniz insanlar, yaşamak istediğiniz aşklar, öğrenmek istediğiniz konular, söylemek istediğiniz cümleler… Peki şimdi? Gerçekleşmek için hala neyi bekliyorlar?

Özdemir Asaf’ın bir şiiri belki de durumu en basit şekilde özetleyenlerden :

“Son isteğin nedir?
sorusu
çok çok daha kolaydır
ilk isteğin nedir?
sorusundan

çünkü
o soruyu
kimse kimseye soramadı,
korkusundan…”
Evet, kendi isteklerimizi hayata geçirmek şöyle dursun, onların önünü kesen binlerce nedenimiz var. Haklı ama haksız, doğru ya da yanlış! Hal böyle olunca da bir ispanyol atasözü olan “Defienda me Dios de mi!” yani “Tanrı beni kendimden korusun!” söylemi de haklılık kazanmıyor değil! Buyrun çoğumuzun içini sinsi sinsi kemiren bir hayat hikayesi özeti ; “Kendine karşı suikast!”

Trafikte küfür eden bir taksi şoföründen, öğrencilerini azarlayan öğretmene… Kızılay meydanında kendini yakan memurdan, aşkının karşılığını boğazın serin sularında arayan gözü dönmüş delikanlıya kadar… Yaşayamadıklarımızdan dolayı hayata duyduğumuz öc katsayısı katlanarak artmaya devam ediyor.

Oysa yapmak istediklerimiz bir kedi yavrusu şirinliğiyle hayatımızın en kuytu köşesinden gülümsüyorken biz, genellikle yapmak zorunda olduklarımızdan kafamızı kaldırıp, ne yapmak istediğimizi bile hatırlayacak durumda olmuyoruz. Ve sonra an geliyor. Belki bir filmin son karesinde, belki de bir şarkının nakaratında aklımıza takılan o düşüncenin bir kramp gibi ruhumuza saplanmasına karşı koyamıyoruz ;
“Oysa ki daha yapacak çok şeyimiz var!”

Eğer vaktimiz ve halimiz de varsa şanslı olduğumuzu bile söyleyebiliriz. En azından bu iç çekişin bir umut, bir karar ve bir eyleme dönüşme ihtimali var. Elbette ki en makbul geri dönüşüm bu! Ama tam tersi durumlar da yok değil hani. Yani insanın değil hayal kuracak, istediği şey uğruna cümle bile kuracak mecalinin kalmadığı anlar…Peşisıra o kendinden vazgeçmişliğin emareleri… Sıkıntı, buhran, tatminsizlik ve haz alamama durumuyla paralel, hiçbir işe yaramama tripleri… Bir nevi solma efekti, hem de tam da tomurcuğa kalkmışken…

Romen yazar Emil Cioran “Doğmuş Olmanın Sakıncası” adlı kitabında insanın yaratıcı bir varlık olmasının nedenini onun ölümlü bir canlı olmasına bağlar. Çünkü ancak bırakacağı yapıtlarla kendi ölümsüzlüğünü sağlayabilir ki zaten ölüm, ölümsüzlüğüne rağmen kaçınılmazdır. Buna rağmen “İnsan yaşamından geriye kalanlar var ama o zaman da geriye yaşam kalmıyor” söylemi ironik olduğu kadar da haklı bir saptamanın altını çizer.

Yine de hayatın, amaçları uğruna yaşayanlar için daha çekilebilir olduğu gerçeğini yadsıyamıyoruz. Bu amaca ulaşmak içinse önce taşıdığımız anlamların farkına varmak gerekiyor. Çünkü hayat, kendi farkının farkına vararak taşıdığı anlamları gerçekle buluşturanları farklılaştırıyor. Kendini farklı sananları ise açık ara farkla anlamsızlaştırıyor.

Peki bahsi geçen anlamlar sizce ne denli etkileyebiliyor hayatımızı? Bir anda yolumuzu değiştirebilecek kadar aklımızı çelebiliyor mu? Yoksa korkularımızdan oluşan tümsekler zaten yeterince çelme takıyor mu?

Cevabı ne olursa olsun, arkamızda bırakacağımız nice izler varken, izi bile olmayan onca şeyin peşinden “yaşam kaygısı” uğruna koşmamız yukarıdan bile bakıldığında pek affedilir durmuyor. Para, statü, ün ve sayılabilecek onlarca amaç uğruna birbirinden temiz, kullanılmış, masraf isteyen hatta sıfır hayatlarımızı paşa paşa hibe ediyoruz. Kimimiz bunu daha iyimser bir tablo çizerek hayatını kiraladığını da söyleyebilir. Ama bir elbise askısına asar gibi rafa kaldırdığımız değerlerimizi hayata geçiremedikten sonra tapusunun bizde olması da ne kadar tolare edicidir tartışılır.

Ve işte sabah kaçta kalkacağımızı bile etkileyen, hatta dakikasına kadar belirleyen başka amaçların aracı olmamızı değiştiremiyoruz. Hikayenin bu kısmına tam zamanlı bir suçlu aranıyor. Ama aradığımız kişiye hala ulaşılamıyor. Çünkü kaplama alanını ve anlamını fark edemeyecek kadar olayın içinde kalıyor.

İşte biz, hiç de meçhul olmayan bir fail edasıyla kendimizi yaşama bağladığımız yerden bir kurdela gibi çözülürken, her nasıl oluyorsa bu hamlemiz bizi, hayatımızdan başka her şeye düğümlüyor. Artık büyük bir düğümün ortasında “ruhsal ve çözümsel engelli” halimizle bulunduğumuz yeri itinayla süsler bir duruma geliyoruz. İhtiyaçlarımız, sorumluluklarımız ve zorunluluklarımız arttıkça da ne hayalimiz kalıyor, ne de zamanımız… Günü kurtarma telaşesi, hayatımızı kaybetme acizliğine galip geliyor ve o yapmak istediğimiz şeyler yarının karanlığında kayboluyor.

Oysa ki bu dünyaya gönderilmiş olmamızın bir nedeni olmalı, nefes almaktan başka…Kimyasal ve fiziksel olarak otomatize işleyen sistemimiz dışındaki tüm ruhsal alemimizin sorumluluğunu taşımak hiç de kolay olmasa gerek!

Bu yüzden henüz merhum olmamışken insanın kendisine “beni nasıl bilirler?” diye sormasında yarar var. Sahi, isteklerini gerçekleştirmiş biri olarak mı yaşıyorsunuz? Yoksa sözü cemaate mi bırakıyorsunuz?

Cevap hakkını ne şekilde kullanırsınız bilinmez ama hayatını yaşayanlara ihtiyaç var ve henüz sahibiyken aranıyorsunuz!

Elçin Demiröz