Sevgili editörümüz Sonsuz bu ayki yazı konusunu “Yolculuk” olarak belirleyince kendi kendime “Tamam” dedim, “en sonunda buldu…” Ne kadar yazar kadrosu bilmese de Hasan’la benim aramda gizli bir çekişme vardır çünkü. Ben her ay onun istediği konuya çok farklı tarzda yaklaşan bir yazı yazmaya çalışırım, o da benim bu tarz yazı yazmamam için herkesin farklı tarzlarda işleyeceği bir konu bulmaya çalışır. Beni vurmaya , şu ana kadar “sevgililer günü” ve “ bahar” konularında oldukça yaklaşmış da olsa, bu sefer tam 12’den vurdu. Yolculuk konusunda ne kadar farklı yazabilirsin ki? Ya oturur farklı bir yere yaptığın gezilerden bahsedersin, ya da kendi içsel yolculuğundan bahsedersin.

Ne yazabilirim diye düşünürken, 3-4 sene evvel Denizli’de bir bankada çalışırken yazdığım bazı notları buldum. Notlar, yolculuktan gelenlerin buluştuğu yer olan otogarda alınmıştı ve beni aldatan ve büyük ihtimalle terk edecek olan sevgilimi düşünürken yazılmışlardı. İlginç bir tesadüf olarak, daha geçen hafta , bir yılı aşkın süredir beraber olduğum sevgilim beni aldattı ve terk etti. Ve yine aynı şekilde onu otogarda beklerken aklımdan yine binlerce düşünce geçti. Eve vardığımda düşüncelerimi ve dört yıl önce aldığım notları birleştirirsem farklı bir şey olur diye düşündüm. Sonuçta aşağıdaki yazı çıktı, umarım beğenirsiniz.
Bu yazıyı beni terk eden sevgilime adıyorum.Çünkü onu da aynı otogarda çok bekledim.
Denizli otogarı….
Kendi hayatımdan çaldığım birkaç dakika daha…

 

Aylardan Mayıs olmasına rağmen, Ağustos’taymışız gibi sıcak ama Kasım’daymışız gibi boğuk ve kapalı bir hava var. Ve ben yine, insanların sadece geçiş noktası olarak kullandıkları bu yerde, hayatımdaki ikinci en önemli insanı karşılamak ve sonra da uğurlayarak hayatımdan silmek için Denizli otogarında bekliyorum. Üstad Kasparov, bir satranç maçında kırk hamle ötesini görebildiğinden, bu oyunu çok iyi oynar. Ben Kasparov kadar satranç bilmem, o kadar da iyi oynadığım söylenemez. Ben hayatı daha iyi bilirim. Ve kırk hamle ötesini göremesem de yaklaşık dört-beş hamle ötemi görebilirim.
O bana hiçbir zaman ayrılmayı düşündüğünü söylemedi.
Biliyordum.
Eski sevgilisiyle beraber olmuştu ve kafası karışmıştı. Fakat beni terk edeceğini, eski sevgilisini görmeden evvel bilinçaltında oluşturduğunu, sadece eski sevgilisinin o olayı hızlandırdığını da bilmiyordu.
Ben biliyordum.
Şu ana dönelim. Bundan iki ay sonra kısa bir e-posta hayali ile günlerce bilgisayar başında ümitle bekleyeceğini, küçücük umutlarla yaşamak zorunda kalacağını, iyice yalnız kalacağını bu zamanda iyice ezileceğini, hayallerinin teker teker yıkılacağını da bilmiyor.
Ben biliyorum.
Madem bu adımları görebiliyorum, Kasparov’dan farkım ne o zaman?
Fark çok bariz.
O hangi hamleleri oynaması gerektiğini biliyor, ben bilmiyorum.
Normalde gidişine yürek ezdiğim bir kızın ilk defa gelişine yürek eziyorum. Denizli otogarında gözyaşı dökmek olmaz, yakışmaz, onun yanında da dökmemelisin, ancak o gidince yalnız başına kaldığında yapabilirsin bunu… Erkekliğin kuralıdır bu…Başka bir kural da, kural 147dir.
Kural no 147 şudur: “hayat onsuz da devam ediyor.”

Erkekler aslında büyümüş küçük çocuklardır. Küçükken ne yapıyorlarsa, büyüyünce biraz modifiye ederek aynısı yapmaya devam ederler. Tek kale maç yerine halı saha maç yaparlar, kafa-karış oynayacaklarına bilardo ya da bowling oynarlar, kertenkelelere taş atanlar, balık tutarlar…. Belki de bu yüzden anlamıyoruz ve de bilmiyoruz ne yapmamız gerektiğini.
“Seviyorum” diyorsun o kıza.
Güzel, peki küçükken pazarda beğendiğin o capcanlı renkli şekerleri de severdin, annen alır mıydı sana onları? Sen de aynı o zaman annene verdiğin tepkiyi, sevgini kabul etmeyen kıza verirsin şaşırınca. Ağlarsın ve “bana ne, bana ne… istiyorum işte…” dersin. Fark etmez ki , o zaman da şeker senin olmamıştı, şu anda da kız senin değil…

Erken gelmişim gara, otobüs de rötarlı, tam 40 dakikadır bekliyorum, kalbim olduğu yerde büzülerek. Birazdan gelişini hayal ediyorum, o uzun siyah saçlarını savurarak inecek otobüsten, benimle son kez sarılacak öpüşecek, ondan sonra kim bilir kim bekleyecek onun otobüsten inişini….

Sıcak hava buhardan bir kalıp gibi ciğerlerime yapışıyor. Nefes alabiliyorum ama gittikçe zorlaşıyor. Bu yoğun havaya rağmen yanımdaki adam gayet neşeli ve boş vermiş bir hava içinde, sigarasını içiyor ve dumandan halkalar sıralıyor.

Biraz daha uzağımda duran uzun saçlı grunge dinleyen öğrenci de walkmani sonuna kadar açmış. Müzik bangır bangır. Ama oldukça sinirli olduğu belli. Kendini yatıştırmak için büyük efor harcıyor. Hem de bu müzikle. İlginç…

 

Onun hayaleti gözümden gitmiyor. Kendisine hep “aşk kadını” derdi. Anlaşılan aradaki 250 km, onun aşkı için fazla uzun bir mesafeydi. “Aramızdaki elektrik azaldı” dedi bana. Oysa benim bildiğim özlem sadece bir rüzgardır. Sevgiyse bir alev.
Eğer sevgi büyükse, alev de büyüktür ve artan özlem onu harlar, iyice alevlendirir ve daha da büyür o sevgi. Ama eğer sevgi küçükse, özlem onu anında söndürür yok eder. Sevgisinin ne kadar büyük olduğu belli.
Sevgisine büyük derdi, ama yoldan sıkıldığını da hep söylerdi. Oysa ben 800 km ötedeki sevgilime gittim geldim 2 sene boyunca. Ondan evvelki sevgilimse 1500 km ötede beni görmeden bekledi tam 6 ay boyunca.
Sen ne kadar bekledin beni peki? Üç ay olmadı bile galiba…
Hiçbir zaman inanmadım ki zaten bana aşık olduğuna. Olsa olsa bir liseli genç kız heyecanıydı yaşadığı…

Sıkıldım. Beklemekten, sıcaktan… her şeyden…

 

Bir de beklerken hafızanın oynadığı küçük oyunlar vardır ya…. Normalde hiç hatırlamayacağın, ama o anda birden aklına gelen ve seni hem gülümseten hem içini burkan anılar. Küçük anı parçacıkları. Yanında uyurken ona nasıl sarıldığın, onu nasıl tuttuğun…Yazın sıcaktan bunalıp da vantilatörü açtığında onun üşüyüp battaniye istemesi… Onu sinirlendirdiğinde ela gözlerinde oynaşan minik ışık oyunları… Bir türlü çalıştırmayı başaramadığı su ısıtıcın ve utanarak seni yardıma çağırması… O seni deli eden simsiyah saçlarının kokusu ve dokunuşu… Anlamadığı şeyleri sana sorarken kaşlarını hafifçe yukarı kaldırması ve sana attığı o masum bakışlar… Ne kadar sıcak olursa olsun sürekli üşümesi…. Örnekler çoğalır gider….

Güneş gözlüklerimin arkasından gözlerimi yakan güneşe aldırmadan saçak altından çıktım, gözlerimi kapadım başımı geriye attım ve güneş ışınlarıyla yıkandığımı hissettim. İyice temizlendiğimi, ve arındığımı. Gözlerimi tekrar açıp etrafta bekleyen klasikleşmiş otogar müdavimlerini aradım. Askere gidenler, onları yolcu edecek olanlar, öğrenciler, sevgililer, köylüler, zar zar ağlayan 3-4 yaşında çocuklar. Bunları niye getiriler ki otogara? Hatta evden niye dışarı çıkarırlar ki ?

Birden gara Azrail gibi giren bir yolculuk otobüsü ile düşüncelerim toparlandı. Kesin bizimki bundadır. Otobüse yaklaşırken onun arkadaki koltuklardan kalkıp aşağıya indiğini görüyorum. Beni görüyor ve timsah gözyaşlarıyla boynuma sarılıp “ Neredesin aşkım, seni çok özledim “diyor.

Şimdi ben bu sahte hamle üzerine ne piyon oynasam ne de fili çapraza çeksem bir işe yaramayacak.
Ben zaten çoktan mat olmuşum.

Tunç Pekmen