“Seni sevmeyen ölsün!” Bu şarkıyı bilmeyen var mı? Ben onunla büyüdüm. Ve bir gün ne oldu biliyor musunuz, beni artık sevmeyen öldü. Yemin ederim ölümüyle bir ilgim yok, gazeteden öğrendim. Üzülmez miyim, üzüldüm elbet. Ama bu, sevilmeyişimi kabullenme sürecindeki üzüntüden fazla mıydı, işte ondan emin olamadım. Ne de olsa o çok daha önce, çekip giderken kendisini bende öldürmüştü. Beni sevmemesi, gözümde ölmesiyle eşdeğerdi. Bir yerlerde yaşadığını ama hiç umurunda olmadığımı düşünmektense onu yok saymayı tercih etmişti, ilk gençliğimin şimdikinden katbekat sağlam savunma teknikleri.
Ama hayat insana acımaz. Sevilmeme ihtimalimin de olduğunu yara bere içinde kalarak da olsa öğrendim. Bir an etkilenip sonra uzaklaşanlar olduğu gibi, başından beri hiç hazzetmeyenler, hakkımda olumlu ya da olumsuz bir kanısı bile olmayanlar da vardı. Bunlara tümüyle alıştım desem yalan olur, her seferinde şaşırıyorum. Lütfen şımarıklık olarak algılamayın söylediklerimi. Ne o, yoksa benden hoşlanmadınız mı?
Bazen durup etrafıma bakarım. İnsan bazen kendisinde görmekten kaçındığı birçok özelliği önce başkasında görür. Sevilmek için yaptıklarımız örneğin. İş arkadaşlarımız, yakın arkadaşlarımız, sevgilimiz hatta anne babamız bizi sevsin, daha çok sevsin diye sergilediğimiz birtakım davranışlar. Bize ait olmayan. Aslında o anda canımızın hiç istemediği. Zor gelen ama katlanmak zorunda kaldığımız. Hatta belki de daha kötüsü, kendi arzumuzla yaptığımızı sandığımız.
Ayşe’nin eski sevgilisi. Terk eden taraf Ayşe’dir ama yine de sonsuza dek sevilsin ister. Onun başka biriyle daha mutlu olabileceğini, kendisinin içten içe kanayan bir yara bile olamadan maziye karışacağını kabul etmek istemez. Hal böyle olunca da kontrolü elinden bırakmaz. Gider canciğer dost olmaya kalkar, ne de olsa onu en iyi Ayşe anlar.
Tolga arkadaşlarıyla her buluşmaya en az iki güncel konu, beş yeni espri, on magazin haberiyle gider. Olası sessizlikleri önlemek için. Tolga ne hoş, ne bilgili çocuk, desinler. En çok ona gülsünler. Bu tolga’yı yorar mı, yorar. Strese de sokar. Ama başka türlüsünü bilmez. Örneğin mert’in masanın köşesinde kendi varlığından mesut oturmasına ve sırf bu duruşla kendisinden daha popüler olmasına akıl sır erdiremez.
Kerem alkol alınacağı belli her geceye arabasıyla gelir ve eğlencenin sonunda kendisinden başka çakırkeyif herkesi kentin türlü köşesine bırakır. Yıllardan beri böyle olduğu için, kimsede akşam eve nasıl dönerim derdi olmaz. Kerem de bundan rahatsız olmaz. Bir kere de ben felekten bir gece çalayım dese, onları kendinden soğutmaktan çekinir.
Kimin canı sıkılsa ilk Aysel koşar. Arkadaşı başka kıtada bile olsa yemez içmez uyumaz, saat farkını aşar, telefonun başından ayrılmaz. Saatlerce dinler de dinler. Sabah işe geç kalır, toplantıyı kaçırır, müdüründen fırça yer ama tüm bunlar Leyla’nın bunalımından daha mı önemlidir? Hiçbir zaman değildir.
“Bırak,” dedi bir gün bana, “o da seni sevmeyiversin!”
Yüreğim sıkıştı, ama nasıl olur?
“Sevilmeme ihtimalini kabullenmek seni özgürleştirir,” dedi, “sana kendini yaşama fırsatı verir.”
Haklıydı. Yutkunarak da olsa, çok derin bir nefes gerektirse de, bunu yapmalıydı insan. Yalnızca kendisini değil, kendisinden hoşlanmama hakkını içtenlikle vererek onları da seçimlerinde özgür bırakmak için. En önemlisi de, uzun vadede aynada gördüğünü sevebilmek için.