Kumdan bir kale düşünün. Çevresine güzel su kanalları yapmış, düşmanlara karşı hendekler kazmışsınız. Yalnız öyle bir yere inşa etmişsiniz ki kalenizi, dalgalar güçlendikçe önce su kanalları dolup taşıyor, sonra da heybetli surlarınız, tuzlu suyun parmakları arasında giderek erimeye başlıyor.
Sizse elinizde küçük plastik kovanız, sahilden taşıdığınız kuru kumlarla surlarınızı onarmaya çalışıyorsunuz. Yaptığınız yamalar, bir sonraki dalga darbesiyle çirkin şekiller alıyor.
Küçük plastik kovanızla habire koşturup duruyorsunuz. Kan, ter ve panik içinde!
O kadar odaklanmışsınız ki “onarmaya”, bu yıkımın artık kontrolünüzde olmadığını göremiyorsunuz.
Oysa bir dursanız, durup da yukarıdan baksanız kaleye, çamur haline gelmiş surlara ve dalgalara, onarmaya harcadığınız süre içinde yepyeni bir kale inşa edebileceğinizi göreceksiniz. Denizin biraz ötesinde, yeni bir başlangıç yapabilirdiniz.
Birçoğumuz için yaşam, denizle kumsal arasında böyle koşarak geçiyor. Alışmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız şehre, her fırsatta ne kadar da sevmediğimizi söylediğimiz işimize, günde en az sekiz saatimizi zindan eden yöneticimize, bir yere gitmediğini bildiğimiz ilişkimize, gittiği yerin bizi mutlu etmeyeceğinden emin olduğumuz ilişkimize, canımızın her türlü sıkıntısına. Düşlerimizin asla gerçekleşmeyecek olmasına…
Alışmaya çalışırken inciniyoruz. İncinen yerlerimize günlük yamalar dikiyoruz. Ertesi gün sökülüyor yamalarımız, yara bere içinde, delik deşik, yorgun argın evimize dönüyoruz. “Dayanmak zorundayım,” diyoruz. Her şeyi bırakıp bir düşün peşinden gitmenin bir lüks, şımarıklık, ciddiyetsizlik ve çocukluk olduğuna inanıyoruz. Öyle ki utanıyoruz da bazen, gitme düşlerimizden. Kimselere diyemiyoruz. Kaygılarımızdan, hırslarımızdan, yıllarca çalışıp kazandığımız sıfatlardan ve etiketlerden vazgeçemiyoruz. Elimizde kova, bir oraya bir buraya koşuyor, verdiğimiz molalarda şikayetlerimizi hayattan esirgemiyoruz.
Gün bitimlerinde sokaklardan yorgun, bıkkın yüzler geçiyor. Sormuyoruz. Bu yüzlerden biri, bize ait olabilir mi?
Sormuyoruz. Bazen bir şeyi onarmaya çalışmak yerine, yıkıp yeniden başlamak gerekmez mi?
Belki de sormalıyız artık. Hayatımızdaki bazı kumdan kaleler, denize karışmayı çoktan hak etmedi mi?