Heeey çocuklaaar! Bakın, bakın! Jonathan, gördünüz mü ? Kara ufuktaaaa !!!! Ama daha az önce hiçbir şey yoktu sudan başka etrafta… Tanrım, bomboş bir ada olmasın bu defa da ayak basacağım! Alarm, alarm, alaaaaarm! Bütün birimler savaş yerlerineeee! Kaç limana yanaştım, kaç adaya ayak bastım, kaç keşfe niyetlendim ve kaç defa demir aldım bir gün bile duramadan… Yıllar önceydi okyanusa açılmayı seçtiğim gün. Ne demişti kalemşör Andre Gide? “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez!”
Evet, evet, kıyıları, köşeleri vardı “Ben”in fazlasıyla… Yola çıkarken ister istemez yanıma almıştım onları da… Fırtınalar, kasırgalar gözümü korkutmuyordu o zamanla. Çünkü gemimin kaya gibi iki direği vardı; Annem ve Babam. Badireleri Ben yerine onlar göğüslemişti her defasında. Onlar batmamı engelliyor, bense sadece azıcık ıslanıyordum. Okyanustaydım. Açılmıştım hayatın derinliklerine…
Demiştim ya, onlarca nitelikte kara parçası çıktı karşıma; uzaktan çok güzel görünen lakin keşfettikçe çirkinleşen, bazısı siyahtan bile koyu. Kapağı süslü içi boş kitaplar … Derin dalgaları, sağanak yağmurları özleten sığ kıyılar… Yanaştım her kara parçasına. Ya da öyle sandık o adacıklar da, ben de… Oysa sadece mikroskobun lamıydı hareket eden. Yaklaşma eylemi, bir yakınlaşma barındırmamıştı aslında !
Onlarca gün yeni keşiflerde, onlarca yıl denizlerde, onlarca ömür “Ben”in peşinde geçti. Amaç da buydu ya; “insan” olarak doğduğumuzu varsayan biz insansılar, aslında o sıfatı hak etmeye gelmedik mi Dünya’ya? Yani, okyanusa açılmaya… Lakin kıyı güvenlidir çoğu zaman, okyanussa ürkütür. Gidişi, girişi bellidir ama, dönüşünün nasıl olacağı bilinmez. Başarabilirsen yolculuğu tamamlamayı eğer, geri gelen, giden “Sen” değildir, artık. Her şeyiyle “Ben” gelmiştir!
Daha yeni diniyordu başıma gelen en büyük kasırga. Ve giderken , direklerimin birini de, annemi de almıştı bu defa yanına! Kırılmıştım! Titriyordum! Bir ben eksilmişti “Ben”den. Gözyaşlarım toprağa düşsün istiyor ama okyanustan kurtulamıyordum. Çölde seraptı açılan her kucak. Bense istiyordum artık o son limana demir atmak. O’nun Koy’unda ağlamak, acımı yaşamak, yasımı tutmak. Duymuş olmalı Tanrı içimde sıkışan çığlığı. Ya da Annem parmağını sokmuştu bu işe cennetten… Ki buldum !
Daha dün gibi anımsıyorum o topraklara ayak bastığım günü. Ne kadar da huzur kokuyordu her yan… Hiç bu renklerde kelebekler görmeyen ben. Nasıl da şaşkındım! Cennet’in kavramsal mantıksızlığına aşina olan zihnim, işte tam ortasındasın diye bas bas bağıran duygularıma çoktaaaan mağlup olmuştu. Boncuk mavi gözlü, bembeyaz bir kelebeğin peşinde kaybolmuştum. Nasıl anlatılır, ne ad verilir ki? O, Benim Koyum!
Hangi mimar böyle bir şaheser tasarlamış olabilir, Roark mı? Yok canım… Onun ünikleri bile erişemez böylesi bir nadideliğe! Belli ki bu güzellik doğruca Tanrı’dan yansıyor yeryüzüne! Teşekkürler Tanrım. O’nu bulmama, görmeme, dolayısıyla sana biraz daha yaklaşmama izin verdiğin için, teşekkürler! Bu yüzden bu adı vermiştim ya Koyum’a: “The Color of God! (Tanrı’nın Rengi)”
Peki ya Koy nasıl selamlamıştı Seven’i;
“Okyanusları aşarsın bazen. Dalgalarla dövüşür, soğuklarda üşürsün… Sonra yavaş yavaş kara gözükür. Tatlı bir huzur gelir içine. Gözlerini kısar güneşe dönüp ısıtırsın içini, ay çiçekleri gibi… Ne güzel girmişti söze, ne asil bir “hoşgeldin”di…
Neden bilmem gemimden inip dolaşmaya başladığım andan itibaren o his kaplamıştı içimi. Sanki yabancı topraklar üzerinde değil, “Ben”deydim… Bir Koy’da yürümekten öte, sanki bir tende dolaşıyordu ayaklarım, parmaklarım… Ürkek, narin, sevilmeye susamış kıvırcık tüylü bir ceylan sekerek geçti önümden. Baka kaldım … İşte tam burada yine Koy dile gelsin; tarif etsin güzelliğini:
“Durgun sularda seyreder artık gemin. Dalgaların hiç vurmayacağı güzel bir koydur vardığın. Tanrı sana sonsuz şefkatini bağışlamıştır yüreğinden. Yeşil yapraklı, kollarını gölgelenmen için sana açan koca bir ağaç vardır önünde. Sonra tazecik meyveler, yuva yapmanın telaşında hep doğru yolu gösteren karıncalar, annesinin yanından ayrılmayı hiç sevmeyen yeni doğmuş bir bülbül ya da uçuşan rengarenk kelebekler… ‘Cennet burası olmalı´ kelimeleri dökülüverir ağzından. Susar ve dua edersin bu dinginliğin bitmemesi için. Güvende olan bir denizci daha ne ister ki?”
Doğruydu tüm sözleri. Peki nereden biliyordu aklımdan geçenleri? Nasıl bu kadar aynıydık, hiç karşılaşmamış ve bambaşka dünyalarda serpilmişken? Evet ya, “Cennet”ten kast edilen kesinlikle bu olmalıydı!Günleri, geceleri, doyamamacasına yaşadım Koyum’la. Birileri izlese “deli mi, niye böylesine mutlu, niye gülümseyip duruyor?” diyebilirdi. Umurumda mıydı kimin ne dediği, diyeceği? Koyum’laydım! Mutluydum! Ovalarında koşuyor, çimlerine uzanıyor, derelerinde yıkanıyordum. Ama sonra bir gün, istemeden kırdım dallarını… Koyumdan dinleyelim Denizcisinin yaptıklarını :
“Ama yağmurluğuna kaçmıştır bir kez okyanusun acı dalgaları; fikri sert kayalara çarpar gibi saklar beyninde. Korkar yitirmekten ansızın sığındığı koyu! Uzaklaştırmaya çalışır korkusunu, ama nafile… Kemirdi bir fare gibi içini acı acı bu duygu! Biraz zaman geçti. Haritaları serdi, öğrenmek istedi karşılaşabileceği olasılıkları. Bütün aksiliklerle başa çıkabilmekti derdi; siyah bulutlarla, uğuldayan kunduzlarla, ezip geçen dalgalarla… Sinsi bir kuş oldu düşünceleri. Korumak ve kaybetmemek adına güneşini engelledi yeşil yaprakların, taze meyvelerin ve yuva yapan karıncaların. O parlak koy elbiselerini çıkaran bir kadın gibi çıkardı yavaşça rengine canlılık veren cilasını. Sessizce soluyordu hem renkleri hem de nefesi. Can çekişiyordu galiba!
Sevgilisine cilve yaptığında şımarıklıkla suçlanan ergen gibi, kafasına çekti hasırdan şapkasını. Ve görmek istemedi kimseleri! Oysa ne kadar doğaldı paylaştığı bütün güzellikler. Onlara sıfat vermek hoşuna giderdi koyun. ‘İnanılmaz´ derdi, ´garip´ derdi, ´tarifsiz´ derdi. ´ŞIK´ derdi! Sadece mutlu olduğunda tarif etmek isterdi… Ucuz bir davranış değildi ki bu! Zaten koy ordaydı, her şey tarif ettiği gibi . Kendini ziyarete gelene açıktı kapısı. İşte bu yüzden herkesi tanırdı. Belki de bu yüzdendi kütüklerinde barındırdığı gözyaşı ! ”
İster miydim sanıyorsunuz o sağanak yağmurlara sebep olmayı? Beyazın en güzel tonuyla bezeli bulutları Koyum’un üzerinde oluşturmayı… Ne kadar da aptalmışım, anlayamamıştım toprağımın kıymetini! Ve bilgeliğinin önünde eğildim, teslim oldum Koyum’a! Öyle doğruydu ki sözleri:
“Şimdi okyanus dalgalarından korkan bu yabancı, belli ki uzun kalmak için çabalayan bir aşıktı!
Doğa onu koruyanı zaten korurdu! Bu, koya aşık yabancı, ona barınak veren koya gözü gibi bakarken, bir yandan avuçlarındaki ´bembeyaz´ kumu acıtmaya başladı… Koy sessiz kaldı önce çünkü sevmişti bu aşığı. Barınağı vermesi bu yüzdendi! Çünkü onun dallarıyla aşk yapmasını seyretmek hoşuna gidiyordu. Çünkü sakin kırmızı gölün sularını bir tek o coşturuyordu. Çünkü onun sohbeti mutlu ediyordu bitki köklerini… Ama acıttı! Tarifi yoktu bu acının. Var sa bile bizimki anlatamazdı. Bilmiyordu ki aşık yabancı, Tanrı tarafından ona bağışlanan bu şefkatli koy gibi, bağışlanmıştı koya sahip oldukları! Bu yüzden kimsenin hakkı yoktu suçlamaya bu savunmasız toprak parçasını! ”
Ne kadar da aptalmışım! Hiç, bir kelebeğe “sen neden kelebeksin” denir mi? Ya da beyaza “sen neden beyazsın” diye sorulur mu? Ben yaptım! Koyum da cevap verdi incinmiş ruhuyla.
“Düşünürken çamur oldu toprak parçası. Haritada görünmez olmayı diledi. Ne doğduğu saat, ne yıldızların konumu onu ilgilendirdi… Çamur olup karışmak istedi okyanusa, sert dalgalara… Fizan’dı ulaşamayacakları yer! Gökyüzüyle denizin birleştiği yerde yok olmak istedi! Soluk almak, huzur bulmak! “
Ne diyebilirdim? Kainat’ın en büyük servetine sahip ama kördü gözlerim! Ağaçlarına baktığımda, rengarenk çiçekler, yapraklar, ırmaklarına baktığımda, berraklık ve melek balıklar, gökyüzünde mavi, ovalarında yeşilin en güzeli var diyordum! Sadece bakıyordum! Görememiştim ki bütünü!
Oysa, Tanrı kendi ışığını tutmuştu oraya; Tanrısaldı yani Koy! Ne büyük hataydı onu diğerleriyle kıyaslamak! O taklit değil asıldı! Beyaz değildi, beyazı da “Yaradanın” rengiydi! “The color of God!”
Peki ne mi oldu sonra? Anladı Denizci, nihayet doğru limana yanaştığını; Bir “ilk”ti yaşadığı ve “son”uydu… Yorgun gemisinin kalan parçalarıyla bir ev yaptı Koy’un tam kucağına. Affetti Koy, hırçınlığı altında ezildiği dalgalardan mütevellit Denizcisini. Çünkü Denizci Koysuz , Koy Denizcisiz olamıyordu! Başkasına anlatamazlardı birbirlerinde buldukları o hissi, “cennet”i… Ve, Kenetlendiler “Sonsuz”un ufkunda!
Nice senelere Sim Alem.
Mutlu, kutlu yıllar olsun!
Diliyorum, hep “birlikte” gülebilelim müttefikim!