Taşınmak ne zor işmiş meğer hele de doğduğunuzdan beri oturduğunuz; çocukluğunuzu, gençliğinizi yaşadığınız, sokaklarını-caddelerini ve hatta esnaflarını bile ezbere bildiğiniz bir semtten ayrılıyorsanız… Yaşadığınız şehirden, memleketinizden ayrılmak zordur zaten, ama semtinizden, evinizden, yıllardır alışmış olduğunuz kurulu düzeninizden ayrılmak daha bir kötü koyar insana. Ama bir gün aniden kapınız çalar ve size sunulan fırsatlar, koşullar sizi başka şehirlere, semtlere, hiç bilmediğiniz sokaklara, yabancısı olduğunuz bir kültürü yaşayan insanların arasına yani çok başka diyarlara doğru yolcu edebilir. Sonuna kadar hep aynı yerde oturmanız, yaşamanız beklenemez zaten ama bu kadarda uzağa gidilmez ki diye düşünebilirsiniz. Ama hayat bu ve gerçektende sürprizlerle dolu. Peki, nedir bu sizi yolcu konumuna getiren nedenler, koşullar? Bu yolculuk, bir iş nedeniyle olabileceği gibi evlilik nedeniyle de olabilir. İş ve aşk, hayatımızın en önem verdiğimiz mevzuları. İnsanlar, daha iyi koşullarda yaşamak, ihtiyaçlarını karşılayabilmek, yuva kurmak vs. daha birçok nedenden ötürü geçmişten günümüze iş için ordan oraya göç etmediler mi? Sevdiği kişi ile evlenme kararı alan çiftlerden yurdunu, memleketini bırakan binlerce gelin ya da damat yok mu? Kişi için önemli olan hayalleri, istekleri doğrultusunda yaşayabilmek değil midir? O zaman mutlaka fedakârlıklar ve ayrılıklarda hayatımızın içinde olacaktır. Kardeşim okumak için kendine en uygun fırsatı tanıyan ülkeye gitti, ben iş uğruna memleketimden ayrıldım, annem de babam için Kıbrıs’tan İstanbul’a gelin geldi zamanında J . Bunlar hayatın içinde olabilecek, yaşanan güzel şeyler tabi, özellikle de söz konusu olan aşksa. Ama her zaman her şey hayal edildiği gibi de olamıyor maalesef. Eğitim, iş, kariyer için kısa süreli yer değişiklikleri olabilir de, evliliklerde durum biraz daha ciddi bir hal alıyor. Aşk uğruna insan ömrünün büyük bir kısmını etkileyecek kadar önemli kararlar alabiliyor. Ve üstelik uzun yıllardan sonra bu kararın yanlış olduğu kanaatine varılabiliyor.

Kısa bir süre önce İstanbul’dan ayrılıp başka bir diyara yerleştim bende. Diyar diyorum çünkü hem çok uzaktayım hem de farklı bir kültürün içine girdim. Ama daha öncede gelip gittiğim için çokta yabancı olmadığım bir yer. Dolayısıyla önceden burada tanımış olduğum insanlar yeni evime yerleşirken oldukça yardımcı oldu bana. Hatta sipariş ettiğimiz yeni koltuklar gelene kadar TV karşısında rahat oturabilmemiz için eski ama rahat ikinci el bir koltuk bile hediye edildi. İkinci el eşyaların değerli olduğu hep söylenirdi, ama benim ikinci el koltuğumun manevi değeri çok daha fazlaydı. Çünkü sadece geçmişin izlerini değil, geçmişe ait çok daha anlamlı şeyler barındırıyordu içersinde. Çok yorgun olduğum bir akşam kendimi koltuğa atmış dinlenirken koltuğun aşağı doğru kayan minderinin altından el yazısı ile yazılmış bir kâğıt düştü. Bunu fark eden bendeniz de büyük bir merakla hemen kâğıdı okumaya başladım ve gözlerime inanamadım. Hemen minderin altına yumuldum ve büyük bir hazinenin beni beklediğini gördüm. Bu öyle bir hazine ki; 80 yılına ait ve manevi değerinin zamanında çok büyük ve önemli olduğunu gösteren “canım, bir tanem, kadınım” gibi kelimelerde başlayan sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıydı bunlar. Ve bu mektupların hepsi, artık benim avuçlarımın içinde tekrar okunmayı yani yaşanmayı bekliyorlardı J Yoksa benim hiçbir suçum yok. Mektuplar okunmak içindir, hele bir de saklanmış eski mektuplarsa bunlar, okunup hatırlanmalı ya da hayallerde tekrar yaşatılmalıdır. Ben hayalinde yaşatan grubuna dâhil oluyorum. Ayrıca koltuğun altında unutulduğuna göre bu mektuplar terkedilmiş ya da gerçekten unutulmak istenmiş. Neyse ben birkaç sayfanın ardından mektupların kime ait olduğunu çözdüm ama bu beni çok rahatsız, mutsuz etti, üzüldüm. Çünkü boşanmış bir çifte aitti bu mektuplar, üstelik 20 yıllık bir evliliğin ardından boşanmışlardı. Zamanında çok büyük bir aşk yaşadıklarını duymuştum ama mektupları okuyunca bu aşkın masumiyetini, güzelliğini, tutkusunu, gücünü çok daha iyi anladım. Hem de artık bu aşkı anlatanlardan daha da yoğun hissediyordum onların aşkını. Sonuçta, karşılıklı olarak yazılmış bu mektuplar, içinde çok özel duyguları barındırıyor. Ama ne garip ki, bu mektup sayfaları bu yoğun duyguları, aşkı barındırıp beslemeye devam ederken bu duyguların sahibi olan kişiler artık birbirine karşı iki yabancı olmuş. Bir zamanlar birbirlerine karşı olan o derin hisleri, duyguları ölmüş, belki de öldürülmüş. Ama sonuç itibariyle bitmiş-tükenmiş bir aşk hikâyesi yaşamışlar. Evime misafir gelen bu mektupları izinsiz okudum ama bunları sahibine vermek en doğrusuydu. Nitekim düşündüğüm gibi unutulmuştu bu mektuplar ama varlığı değil sadece nerde oldukları unutulmak istenmişti ve bu konuda da başarılı olunmuştu. Sonuçta sahipsiz, ıssız bırakılmış mektuplardı bunlar. Ama benim bulmam tekrar hatırlanmasına yol açtı, meğer benim bulduklarım zamanında yazılmış olan mektupların yarısı bile değilmiş. Üstelik bu mektupları yazmak için öyle emek verilmiş, çaba gösterilmiş ki… Hatta ne zorluklarla birbirlerine ulaştırmışlar bu mektupları. Birinin üniversiteyi bitirip memleketine dönmesi ile diğerinin henüz okulu bitmediği için yurdunda deli gibi ders çalışıp erken bitirme çabaları, bu süre zarfında birbirlerine karşı olan özlemleri, okulun bitimiyle gerçekleştirmeyi arzuladıkları hayalleri ve günlük gibi her gün neler yaptıklarını anlattıkları yazıları ve bunun gibi birçok masum duygu ve düşünceleri, yaşananları, paylaşımları anlatıyor bu mektuplar. Hatta mektubun birinde“benimle kavga edişini, bana kızmanı ve küsmemizi bile özledim” diyor erkek tarafı. Peki, sonra nasıl oluyor da bu hale geliniyor diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun gibi ne çok yaşanmış aşk hikâyesi vardır, sonu hayal kırıklığı ile biten. Bu mektuplar yazılırken hayal edilenler, istekler, arzular sonradan gerçekleştiriliyor da neden daha sonra bunlar değerini yitiriveriyor ve hiçbir şey yetmemeye başlıyor? Aşk, ölümsüz değil belki ama yıllarca karşılıklı yaşanmış olan güçlü bir sevgi bağı bile demek ki zamanla bitebiliyor ve hatta bir daha karşılaşmamak, hatırlamamak ümidiyle mektuplar gibi koltuğun minderlerinin arasına sokuşturularak hiç yaşanmamış gibi hayatı sil baştan yaşamak istercesine ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Eminim ki, yaşanmış sevgi dolu güzel günler, acı dolu günlerden daha fazladır. Ama acılar her zaman mutlu günleri ezer geçer. Belki de bu yüzden günümüzde mutlu olmanın, başarılı ve her şeye rağmen güçlü olmanın yollarını anlatan kitaplara çok fazla rastlar olduk. Beklentilerimiz o kadar çok arttı ki, sınırlarımız dâhilinde bir şeyler yapamadığımız zaman mutsuz bireyler oluveriyoruz, yetinmeyi ve yeterince çaba göstermeyi bilmiyoruz. Her şey bir an önce olsun veya bitsin istiyoruz. Evlenelim, boşanalım, birlikte olalım, ayrılalım demek artık daha bir kolay oldu sanki. Mektupların sahiplerini yargılayamam, belki gerçekten de bitirmemek için çok çaba göstermişlerdir ama umarım birbirlerine karşı olan saygılarını yaşamış oldukları o güzel günlerin anısına kaybetmemişlerdir. Ancak, şu da bir gerçek ki, günümüzde sevgiler çok çabuk tüketilir bir hale gelmeye başladı. “Issız Adam” filmini seyredenler bilir; orda da seven ama bağlanamayan modern bir yaşayış tarzına sahip bir adam söz konusu ve bu adam ilişkide her şey yolunda gibi görünürken aniden birlikteliği olduğu kızdan ayrılmak ister. Kıza düşen ise bu durumu kabullenmektir. İstediğin kadar tokat at, bağır çağır nafile. O sana bağlanamadıktan sonra yapacak bir şey yok. Ama sevdiğin, kalbine yerleşmeyi başarmış olan ve deli gibi de sürekli düşündüğün bir kişiye bağlanamamak ne demek ya! Hiçbir çaba göstermeden bağlanamadığı için ilişkiyi aniden bitirmeyi istemek çok kolay, ama bu bencillik. Modern hayat mı bizi yalnızlığa sürüklüyor acaba? Modern hayatın bize sağladığı kolaylıklar hoşumuza giderken bir yandan da ruhumuzu da tembelleştirmeye başlamış olabilir miyiz? Herşeyin bu kadar kolay hale gelmesi; bizi daha az düşünmeye, daha az yormaya başladı sanırım ve bu öyle bir hale gelmeye başlamış ki artık sevgimizi bile göstermeye, paylaşmaya cesaret edemiyoruz. Sadece elde etmeyi ve çarçabuk tüketmeyi bilen bir dünya haline geldik. Herkes özgür olmalı, tabir-i caizse kimse kimsenin malı olmamalı, sonuçta hepimiz istekleri, duygu ve düşünceleri olan farklı karakterlere sahip olan birer insanız. Ama ortada karşılıklı olarak paylaşılan bir sevgi varsa bu sevgi bağını bir anda kesip atmak, koparmak bu kadar kolay olmamalı diye düşünüyorum. Bir ilişkiye başlarken gösterilen emek, çaba kadar biteceğini hissettiğin zaman için de, yaşanmış-paylaşılmış günlerin hatırına saygı göstererek düzgün bir şekilde bitirebilmeyi de bilmek gerek. Ama bunu yazarken de gurur, nefret, kin ve ben merkeziyetçilik gibi duyguların varlığı aklıma geliyor ve bu duyguların; saygı, değer verme gibi duygulardan daha ağır bastığını hatırlıyorum. Oysaki bu duyguların bizi güçlü gösterdiğini düşünürken nasıl da kendimizi kandırırız ve aslında nasıl da kendimizi güçsüz hissederiz.

Aşk; aniden kapıyı çalıverir, hastalıktır, yanlışı-doğrusu birbirine karışır ama bütün güzellikleri de içinde barındırır ve bitmesi hiç istenmez ama biter. Evlilik ise tam bir kumar gibidir; ister görücü usulü evlen ister kendi seçimin olsun, ne çıkarsa bahtına J ister aşk evliliği olsun isterse mantık, değişen bir şey yok. Aşk bitipte alışkanlık halini alan bir sevgi bağına dönüşünce beklentilerde artmaya başlar. Sevgiliyken gözüne batmayan şeyler evliyken öyle bir batar ki, bir sevgilinin aşkını kaybetmemek için gösterdiği sabrı, evliyken gösteremezsin ve çok ufak şeylerden kavgalar başlar. Bu ufak sorunlar çözümlenemediği için de büyür ve daha büyük sorunlar yaşanır. Tabiki, bazı sorunları çözmek çok zordur, ama dedim ya evliliğin kendi zaten bir kumar. Fakat kumar oynamak istiyorsan, oyunu da iyice öğrenmeli, takip etmeli, analiz etmeli ve dikkatlice oynamayı da bilmelisin. Sonrası olur ya da olmaz, sen iyi düşüneceksin, kazanmayı da isteyeceksin belki ama kaybetmeyi de bileceksin. Madem bu oyunu oynamayı istedin, oyunu saygı çerçevesinde bitirmeyi de bilmek gerekir diye düşünüyorum. Kazanmak istiyorsan da yılmayacaksın. Bir yerde okumuştum bunu; “evlilik; erkeklerin özgürlükleri, kadınların da mutlulukları üzerine oynadıkları bir kumardır”. Bu düşüncenin doğruluğu olabilir, çokta ters gelmiyor bana. Ama evlilikten, bağlanmaktan değil yalnızlıktan korkmak gerek bence. Yalnızlık bencilliktir ve bencillik, insanı gün gelir yapayalnız bırakır hem de kalabalığın içinde ıssız bir şekilde de kalabilirsin. Yalnızlık için öyle büyük bir çaba sarf etmene de gerek yoktur. Oysa bize sunulan bu hayat, ıssız kalmak için değil tam tersi sevgimize, insani değerlerimize sahip çıkmak, paylaşımda bulunmak için sunulmuş; tabiî ki anlayabilene…

Yeni bir şehir, yeni bir çevre, eski bir koltuk ve beraberinde gelen geçmişe ait unutulmaya yüz tutmuş ama okununca tekrar hayallerde canlanan bir aşkı anlatan aşk mektupları… Sil baştan bir hayata başladığımı düşünürken sahip olduğum eski bir koltuk ve beraberinde sürpriz bir hazine gibi karşıma çıkardığı heyecan veren ama aynı zamanda hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken her güzelliğin aslında bir gün bitiverebildiğini kanıtlayan bu mektuplar; beni aşka, evliliğe, beklentilerimize dair türlü düşünceler içersine soktu. Belki de hayatı, yaşadıklarımızı ne kadar sorgularsak sorgulayalım bazen de kaderin önüne geçilemediğini bilmek gerekiyor. Hayatta soyut-somut ne varsa, her bir şeyin bir var olma nedeni varsa eğer, buna saygı gösterip değer vermesini bilmek ve yok etmekten ziyade kazanmak için mücadele vermeyi de unutmamak gerekir. Eğer buna rağmen olmuyorsa, o zaman da sevgileri, yaşanmış güzel anıları yıpratmadan, kötülemeden ilişkiyi bitirip yola devam edebilmeli bence.

Ben sil baştan yaşamaya karşı çıkıyorum, geçmişimi de umutlarımın yanına alıp yeni bir yola çıktım… Ve ıssız kalmaya hiç mi hiç niyetim yok. Derim ki, ıssızlığın değil paylaşımların olduğu yoldan gidip unutmak için değil hatırlamak için iz bırakalım…

Simla Taş