Şu aralar özel e-mail adreslerimden birine şöyle bir mesaj bekliyorum: “Canım kızım, ölmüş falan değilim. Siz tembel tenekelerden ve de bilgisayar denen illetin azizliklerinden sıkıldım, uzun bir tatile çıkıyorum. Ameliyattan önce dediğim gibi balığa gidilecek, keh keh, ohh sefam olsun, derdine yan! Kızımı seviyorum. Onun için de nasıl öpmekse, o güzel yanaklarına reçel kavanozları ile bardak çekiyorum! Halep şehri şen olsun mu? Hodja…

Bu mesaj gelmiyor. Çünkü ne kadar inanmak zor gelse de Mustafa Öz Hoca’yı Şubat ayında kaybettik.

Ben onun cinsiyeti, yaşı önemli olmayan sevgililerinden biriydim. Sevgili sayısı o kadar çoktu ki “bana mı kaldı onun ardından yazmak” diye düşünmedim değil. Ancak zaman onun hayatını kutlama ve de kutsama zamanı şimdi. Ardından kim ne söylese az, kim ne söylese on eksik…

İki buçuk sene kadar önce bir e-mail grubu kurmuştu. Ben onun çağrısındaki tarzı görür görmez vurulmuştum. O ise ilk yazışmalarımızdan birinde “Adını görür görmez çekildim sana. Sanırım işimiz var. Affedersin, bok boku ille de Kayseri’de bulacak diye bir kural yok!” demişti. Yüz yüze tanışmak nasip olmadığı için “manyetiğini sevdiğimin gizi” diye severdi beni.

 

O tanıdığım bir iki gerçek ışık işçisinden biriydi, biz öğrencileri ise ışığın şaşkın kuşlarıydık; işlerini e-mail, kitap, sohbet Allah ne verdiyse onu kullanarak yapıyordu. Ondan gelen e-mailleri tereddütsüz heyecanlanarak ve sevinerek açar, özellikle ilk zamanlarda bazen yarısına gelmeden uyuklamaya başlar, okumazdım. Olsun, hocadan iki satır gelsindi de okumasam da olurdu. Mutlaka sakin kafayla maillerine geri döner, okur, sonra bir daha okumak zorunda kalırdım. Üç vakte kadar maillerin içeriğini anlama ihtimalim olurdu. Aylar sonra şimdi de yaptığım, gibi yazdıklarına geri döner yeni yeni içerikler, katmanlar bulurdum.

İlk önce Cennetlikler, daha sonra Sevgi 1-A diye e-mail grupları kurmuştuk. Bu gruplarda topladığı öğrencilerle yazışarak kendi sevgi kuramını geliştiriyordu. Hiç bir e-mail grubuna benzemeyen, çok yoğun duygusal dalgalanmalara sebep olan, insanı zaman zaman alt üst eden gruplardı bunlar. Alt yapıları hazır ve sağlamdı, ancak biz küçük egoların büyük kavgaları bitmek bilmiyordu. Onun yapmaya çalıştığını anlamadık, direndik. Ve bir gün neden olduğunu anlamadan Cennetlikler bir üye tarafından sorgusuz sualsiz kapatıldı, Sevgi 1-A’dan da kendi isteğiyle ayrıldı. Sevgi kuramının tamamlanması son kurduğumuz “Sevgi Dersanesi” grubunda nasip oldu. Hatırlıyorum da son gruba isim bulmakta oldukça zorlanmıştık, çünkü grup kura kura bütün sevgi dolu isimleri tüketmiştik! Bir de Yahoo Groups’ta içinde “sevgi, gönül” falan geçen grup kurmayı deneyin bakalım. Ne kadar naif ya da arabesk grup varsa içinde “sevgi-li, gönül-lü” bir şey var. Oysa bizim sevgi grubuna katılan baştan hocanın kıyma makinesine girmeyi ya da onun ameliyatlarını kabullenmiş, öğrenme adına egosunu epey bir törpülemiş olmalıydı. Çünkü onun pek çoğumuz gibi duygu düzeyinde sevgiyle işi yoktu. Onun sevgisi hizmet düzeyindeydi. Sevgisi akıllıydı, bilgeydi. Gelişmeye, geliştirmeye, anlamaya, değişmeye, üretmeye önem verirdi. Bunu da ancak hizmetteyken yapabileceğini biliyordu. Gerçekten de sevgiyi hem akılla, akademik olarak açıklıyor, hem de uygulamalarını sevgi temelinde ama bilgelikle yapıyordu. Eğer hocayı bu kadar tanıma ve anlama imkânı elde etmişseniz, onun sözleri, uyarıları, yüzleşme ve yüzleştirmeleri artık kızdırmıyordu. Aksine dışarıdan anlamayan için mazoşist bir portre çizerek, “ah keşke hoca benle uğraşsa” moduna bile sokabiliyordu adamı.

Kendisine Hoca derdi. Çünkü emekli felsefe öğretmeniydi. Yoksa guruluğunu ilan etmişliği, geniş kitlelere seslenmek istemişliği falan yoktu. İlk yazışmalarımızdan birinde “…Sanırım verici-öğretici rolü bende olacak ama bundan üste konuşlanmağa çalıştığımı ya da aşağılık kompleksiyle havalandığımı çıkarmaya kalkma lütfen. Koşullar öyle getiriyor ve ben her iletişimin aslında bir etkileşim olduğunu biliyorum,” diye yazmıştı. Aksine öğrenmek öğretmekten daha cazip gelmiş gibiydi ona. Belki de bu kadar erken gidişi de o yüzdendi, kim bilir?

Öğretmenliği sabırlıydı. Talebi olana, üşenmez tek tek programlar yazardı. Öğrenmek istediğiniz konu içtense düzeyinizin, sorularınızın aptalca olup olmamasının falan önemi yoktu. Bu arada içten olup olmadığınız asla gözünden kaçmazdı. Derinlerinizi görürdü her seferinde. İşte bu yüzden çok kereler grupların dışında özel yazışmalarımız olmuş, en yakınlarımın duymadığı, bilmediği, mahrem, her türlü gerekli, gereksiz zır zırımı dinlemişti. Hiçbirini yanıtsız ya da çözümsüz bırakmamıştı. Düşünün hayatının bir bölümünde Müslüman dünyada bilinç sıçraması olması için ciddi çalışmalar yapan, Hans Aiberg gibi anlaşılmazı anlaşılır kılan bir dehadan, zaman zaman kuantum fiziğiyle yatar kalkar olmuş bir kafadan, durmadan okuyan, yazan ve üreten bir kişiden bahsediyoruz. Bu kişi beni hiç görmemiş, tanımamış üstelik. Ama “hamileyim, düşük yaptım, kocamla söyle böyle oldu” falan gibi gayet Güzin Ablamsı soruları dinliyor, bunlara hayat değiştiren yanıtlarla geliyordu. Hatta bir keresinde grup yazışması sırasında, onun çok entelektüel birikimi olduğu, benim ise olmadığını bu nedenle asla onun gibi yazamayacağımdan/olamayacağımdan yakınır gibi olmuştum. Üç ay sonra özelime bir mail attı. Unutmamış, durup düşünmüş, ne yapmam gerektiğini anlatmıştı.

Evet, onu ne kanlı canlı gördüm, ne de uzun yıllardır tanırım. Ama hayatımın çok önemli bir rehberi, dostu, sevgilisi oldu. Her anışımda gözlerimin dolup durmasının nedeni elbette onu çok özleyecek olmam. Ama bir de yarım kalmışlık hissi var, daha ne çok paylaşacağımız, yapacağımız şey vardı be hocam.

Ameliyatından iki hafta önce sevgidersanesi grubuna “Son Ders” konulu uzun bir e-mail atmıştı. Bu mailde bize son sitemlerini ediyor, ancak daha da önemlisi gidişinin haberini veriyordu. Açık açık “…Ve şimdi çok farklı bir okuma ile karşı karşıyayım. Büyük bir olasılıkla aranızdan değil, bu dünyadan ayrılacağım,” diye yazmıştı. Olacağı ameliyat ciddiydi ama yüzde doksan kurtulma şansı vardı. Bu nedenle sanırım hiçbirimiz geri dönmeme ihtimalini düşünmüyorduk. Oysa o bağıra bağıra, ilan ede ede gidiyordu.

Yine Son Ders mailinde aşağıdaki satırları da yazmıştı;

Sevgililer!

Bu dünyada sevmekten daha tatlı ve daha doğru bir şey yok. Ama şunu kafanıza yerleştirin: Sevgi son durak değil. Siz benimle olduğunuz zaman önce sevmeyi öğrenmek sonra o gelişmenin uzun yoluna gönüllüce atılmak üzere varsınız. Başka bir alternatifi kabul etmem. Zaten ufkunuz yeterince açıldığında bunun böyle olması gerektiğini değil, bunun böyle olduğunu görürsünüz.

Evet, sıkı bir ameliyat var. Öbür yakaya düşme ihtimalim de var, bu yakaya düşme ihtimalim de. Tekrar aranıza düşersem, Hans grubundan da ilgili ve yatkınları alıp tekrar bir program yapmak isterim. Bu tarafa düşmüşsem hareketli günler olacağa benziyor. Öbür yakaya düşersem, tekrar dönmenin yollarını ararım. Oysa, bu günlere gelinceye kadar kim bilir kaç kere dünyadan artık öğrenecek şeyimin kalmadığını bu alçak gezegenden kurtulmak gerektiğini düşündüğüm zamanlar olmuştur. Ama şimdi filmin en hareketli zamanında olduğumuzu görüyorum. Bu filim kaçmaz abiler! Bütün programların oturtulduğu ve Ortaçağ gibi tıkır tıkır işlemeğe başladığı bir zaman ve ortam düşünün. Orada yapılan hizmet ve kazanımlar ile bu geçiş döneminde yapılan hizmetin önemi, gereği ve anlamı biraz farklı gibi geliyor bana.

Hoca şu anda sevgililerinin en bi sevgilisiyle. Sevgi dersanesinin bir öğrencisi Arzu’nun dediği gibi “o şimdi peşine düştüğü kavramların ana kaynağına ulaşmış vaziyette. Kim bilir ne denli mutlu olmuş, şaşırmıştır.” En azından bu nedenle bile sevinebiliriz. Hem yukarıdaki satırlarına bakılırsa orada fazla vakit kaybetmeden aramıza geri gelecek. İnşallah bu sefer yüz yüze tanışıp, insan bedenlerimizle kucaklaşabiliriz. Daha sonra da tel fırçalara devam ederiz…

Seni çok seviyor ve özlüyorum canım hocam…