Yine Ağustos bitiyor…
Yine yağmurlar dökülüyor yarılan göklerden sağnak sağnak; temmuzun sıcak tozunu, zihinlerin pasını, bir nefeste tüketilmiş yaz uçarılıklarının izini yıkıyor ağustos yağmuru…Bizi sonbaharın buruk, kekremsi toprak kokulu, kırık ama bilge bir ışıkla kutsanmış günlerine hazırlıyor.
Ben hep en çok sonbaharı sevdim.

Sonbahar, mücevher görünümlü razaki üzümlerinin, artık çok nadir bulunan kahve-sarı kabuklu, dişledikçe güzelleşen sulu armutların ve cennet taamı mor-menevişli incirlerin mevsimidir.
Yağmurlu ama soğuk olmayan pazar sabahlarında, deniz kenarında ıslak ama kendinden memnun yürüyüşler yapmanın,
Yeni bir albüm ve mümkünse yeni bir de parfüm keşfetmenin,
Vişne çürüğü rengi birşey almanın…
Özel birini farkedip, çeyrek yollu da olsa gönül düşürmenin,
Uzun zamandan sonra yeniden viskili kahve içmenin,
Evlere kapanıp, kitaplar okuyup, yüreciğinin az girilmiş kuytuluklarındaki tozlu raflarla yüzleşmenin,
Ve kendini birdenbire büyümüş bulmanın mevsimidir.
30’lu yaşların sonu gibidir sonbahar.
Çılgın olmaya çılgındır hala, ama daha dingin, daha içbükeydir…
Kesinlikle tutkuludur ama farfaracı değildir, için için yanan bir köz gibidir.
Kahkahalarla gülmenin değil içtenlikle gülümsemenin,
Bir bakış atmanın değil, uzun uzun seyretmenin,
Çekip almanın değil, usul usul sokulmanın, yavaşça alıp götürmenin
Tüketir bitirircesine bir solukta sevişmenin değil, keşfetmenin,
Kelebeklerin değil, nereye gitmek istediğini bilen kuşların,
Altüst olmanın, deliye dönmenin değil, içine sindirmenin,
Olduğundan daha fazla görünmeye çalışmanın değil, eksiklerinle barışmanın mevsimidir.
Buğulu bir mevsimdir sonbahar.
Kokuların en güzel olduğu, akşamın en güzel indiği, şarkıların gönüllere en sinsice girdiği mevsimdir.
Hatırlamanın ve unutmanın mevsimidir.
Sakince vazgeçmenin ama kestirip atmamanın, sayfaları saygıyla çevirip, kapağı okşayarak kapatmanın mevsimidir.
Bazı şeyleri daha sonra üzerinde düşünmek için saklamanın, ve bazı şeyleri dolaptan çıkarıp yeniden sevmenin mevsimidir.
Mutlaka biraz ağlamanın,
Ve illaki kararlar almanın,
Ve yine de zamana inanmanın, zamana bırakmanın mevsimidir.
Azcık Casablanca filminin meşhur şarkısındaki gibidir ”No matter what it brings, as time goes by”[1]Alpay[2] dinlemenin mevsimidir.
Hatta mümkünse biraz da Ayten Alpman[3]…
Ve bitmeyen bir tutkuyla Chet Baker – Tenderly, sonra da Misty; çaktırmadan işgal edecek, harap edecek kalp, ciğer ne varsa cümle iç organlarını… –[4]Yine de sonbaharın kendisi tarz olarak baroktur.
Vapura binip Kadıköy’e geçmenin mevsimidir sonbahar.
Bir arasokakta ”mazbut, modası geçmiş ama onurlu” hizmet vermeye devam eden Baylan pastanesine gidip Cup Kriye yemenin, ve hala bu kadar güzel olabilmesine şaşmanın,
Moda çaybahçelerinde taze ceviz, simit ve çay keyfi yapmanın,
Denize girmeyip uzaktan bakmanın mevsimidir.
Çakıl taşlarını ve deniz kabuklarını uzun cam bir vazonun dibine koyup, üzerlerini su doldurup, tepesine bir de yayvan popolu beyaz bir mum oturtmanın ve onu yakarak seyrine dalmanın mevsimidir.
Enerjik adımlarla yürümenin ama yetişecek bir yeri olmamanın mevsimidir.
San Antoine’de bir sabah tahta sıralara çöküp kalarak sessizliği ve içindeki fısıltıları dinlemenin en iyi zamanıdır.
Asildir sonbahar; insanla açıkça cenk etmez ilkbahar gibi, usulca kanına girer, nazikçe teslim alır.
Talepkardır; üstsüz denize girmeyi cüretkarlıktan saymaz yaz gibi, ruhunu görmek ister çırılçıplak.
Üstüne düşmez ama şefkatlidir. Kış gibi itip kakmaz, acıtmaz canını, seni kendi deviniminle başbaşa bırakır.

Fransızca konuşmaya çalışmanın mevsimidir nedense.
”Bonhoeur e chagrain”[5] arasında tatlı tatlı salınmaktır.
”Ne me quitte pas” yı Nina Simon gibi söylemeye uğraşmak,
Moustaki’den ”Meteque” i en az üç defa döndürmek ve sonra da türkçe sözlü versiyonunu Tanju Okan’dan dinleyip ”Hasret”e[6] boğulmak…
Ve birgün sabahtan başlayıp ila-nihaye Şükrü Tunar şarkıları çalmanın mevsimidir;
“Gönül durup dururken bir güle uçtu kuş gibi
Çırpındı dalında dikeni tanıyormuş gibi
Yoruldu boş yere derdinden anlıyormuş gibi
Döndü geldi, yarası hala kanıyormuş gibi”
Aaaaa tabiiki yeni palazlanan sarı-kanatlarla birlikte neşeli bir rakı sofrası donatmaktır o günün gecesinde,
Accık çakırkeyif, ya da alenen sarhoş olmaktır.
Lise arkadaşlarını aramaktır sonra, gecenin bir vakti ve sevecen küfürlerle ve kahkahalarla süslenmiş uzun sohbetler yapmaktır.
Uyumadan önce eski aşklarına gönlünden selam çakıp, helalleşmektir.
Kendini bırakmaktır sonbahar, yaşamın içinden geçip, seni de yağmurlarla yıkaması için kapılarını pencerelerini hatta damını açık bırakmaktır.
Aldığın nefesi bir kutsama gibi içine çekmek ve verirken bir dua gibi sevecenlikle salıvermektir.
Ellerinin hala süren esmerliğine şaşkınlıkla bakmak ve sonra zaman içerisinde yine beyaza dönmelerini severek izlemektir.
Ne garip, ilk kez şimdi düşünüyorum böyle birşeyi; vücudunun bir bölümünü sonbahara ada deseler ben herhalde ellerimi adardım…
Çünki sonbahar dokunmaktır;
Yere düşen yapraklara,
Yağmurdan ıslanan saçlarına,
Eski plakların, dibine inmiş parfüm şişelerinin üzerindeki toza,
Kitap okurken kalınan yeri bellemek için kıvrılıvermiş sayfa uçlarına,
Artık teni yakmayan güneş hüzmelerine,
Şarap bardaklarının kenarındaki dudak izlerine,
Rüzgardan uçan eteklerine…
Aslında yalnız ellerinle değil, zihninle de dokunmaktır.
Zihin açıklığı zamanıdır sonbahar.
Vizyon zamanıdır.
Ruhunun kanatlandığı zamandır.
Türbe ziyaretlerinin zamanıdır.
Hafta başı bir öğleden sonra Çırağan yokuşunu sakin sakin tırmanıp Yahya Efendi’yle sohbete gitmek, o yeşil ışığın kalbini bir kuşun kanatları gibi özenle kavradığını hissetmek zamanıdır.
Kabuklarını inceltip, yaşamla bütünleşmek,
Kendini sevmek,
Sarmak,
Hayata adanmış bir şölen düzenleyip, son bir kadeh kaldırdıktan sonra öğrendiklerinle yeniden yola vurmak zamanıdır.
Ve artık susmak zamanıdır ki müzik konuşsun…
Çikolata renkli, kadife sesli, siyahi şarkıcı Nat King Cole yitirilmiş bir aşkın anılarıyla sesleniyor bizlere eski günlerden;
”The falling leaves drift by my window,
The autumn leaves of red and gold
I see your lips, the summer kisses,
The sunburned hands I used to hold
Since you went away the days grew long
And soon I’ll hear old winter’s song
But I miss you most of all my darling
When autumn leaves start to fall”[7][1] ”Ne getirirse getirsin zaman geçip giderken beraberinde”
[2] ”Eylülde Gel” dinlemek ve ortaokul aşkının beyaz dişli esmer gülüşünü dün gibi hatırlamak
[3] Ses tellerini sigara ile terbiye etmiş bir kadından ”’Uzun zamandır hasret kaldım yüzüne” dinlemek tıpkı derin bir nefes sigara çeker gibi içine.
[4] Bunu dipnot yapmaya kıyamadım zorla okutmak istedim.
[5] Mutluluk ve Hüzün
[6] Bu akşam çok efkarlıyım! Kalbim neden kan ağlıyor bunu bir bilsem sevgilim…
[7] ”Pencereme rüzgarla savrulan yapraklar,
Kırmızı ve altın rengi sonbahar yaprakları
Dudakların geliyor gözümün önüne ve yaz öpüşleri
Ve güneş yanığı ellerin, ellerimde tuttuğum
Gittiğinden beri uzadı sanki günler
Ve yakında başlayacak o bildik kış şarkısı
Ne varki sensin en fazla özlenen
Düşerken bu sonbahar yaprakları”

Alef Berfin

Alef Berfin bir mahlas... Alef ruhun nefesidir. Berfin ise kar tanesidir - evrendeki en hayranlık uyandırıcı tasarımlardan biri Ben bütün varlıkların ruhun nefesinden bir yansıma olduğuna ve muhteşem tasarımlar olduğumuza inanıyorum. Yaşamın kendimize doğru yürünen bir yol olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda kendi deneyimlerimden yansımalar olacak. Biraz da hayalgücü...