Aşık ve dünya ya da aşıksız dünya. Başka bir bakış açısıyla kadınsız erkek, ya da erilsiz dişil. Hangi katagorideyiz? Bir erkek, kadınsız, bir kadın da erkeksiz yaşayabilir mi? Karşı cinse kızgın olanlar buna hemen ‘evet’ cevabını verecektir ama benim amacım; kimseyi tercih etme noktasına getirmek değil.
Bu yazıyı , ben hiç aşık olmadım diyenlere, aşka inanmıyorum inancını yayanlara, aşkın ömrü 3 gündür diyerek yaratımın inkarına gidenlere , aşkı; erkeğin kadınına, kadının erkeğine bağımlılığında köleleştirenlere, ruhun bilinmezliğini materyalist bilince satanlara, hayal gücü tükenmişlere ve korkaklara yazmıyorum. Ben bu yazıyı kendini inisiye edeceklere ve mütavazi olanlara yazıyorum.
Aşkın hedef kitlesi; dönüşüme gönüllü olanlardır. Dönüşümünden dönmeyenlerdir. Arkasına bakmadan, yerinmeden, gücenmeden, eyleme katılmadan, bir daha olsa bir daha yaşarım diyen cesurlara yazıyorum. Aşkın hedef kitlesi, ruhunun cinsiyetinin olmadığını bilenlerdir.
Merkür’ün ismi ‘Hermes !’ Venüs’ün ki ‘Afrodit !’
Yani ortak adımız olmuştur ‘Hermafrodit !’
Kadın ve erkek bedeni, illüzyonun sahnelendiği evrensel oyunun en önemli kısmıdır. Bu oyun alanı aynı zamanda da illüzyonunun kendini enerji bilincine dönüştürdüğü yeridir. O halde beden bilincinin farkındalığında, erkek ve kadın ismi, eril ve dişil enerjiye dönüşerek ve de ‘bilincin bilişi’ olarak deneyimlendiğinde erkek ve dişil vasıflarımızı inisiye etmiş olmaz mıyız?
Nedir bu inisiyasyon? Bilenlerin bilişi, bilenlerin eli, bilenlerin öğretisi, bilenlerin deneyimi, bilenlerin uyumlaması… Kim beni hangi eliyle aşka uyumlayacak? Kim benim yerime deneyimlediği aşkı bana öğreti olarak verecek? Ya da kim bana, bende ki ‘ben’imin’ bilişinin deneyimini anlatacak?
Aşk; ruhun tanrı ve tanrıçasına olan özlemi ve kavuşmasıdır. Dönüştüren, yok eden, güzelleştiren, egoyu sarsıntıya uğratan, uğruna sabrı öğretendir. Hiç aşkın inisiyasyonuna uğradınız mı? Karanlıkların prensi ya da prensesi oldunuz mu? Aydınlıkların dilencisi, dilsizlerin efendisi oldunuz mu? Kraliçeliğinizden vazgeçip, kralın ihtişamına ve gücüne umarsız kaldınız mı? Sözlerin söylemine aldırmadan, kendini aşkın sözde özgürleştirmesi adı altında terk edişine bırakmasına rağmen, hiç aldırmadan yolunuza devam ettiniz mi?
Erkeğin kürek kemiği efsanesinden, kadının şehvetinden geçip, ruhun tanrı ve tanrıçasına deneyimlediniz mi? Bu ikilinin eşliğinde yukarıya ve daha yukarıya çıkıp ama daha sonra aşağılarda ki gizemine vardınız mı? İnisiyasyon… İşte bizi önce aşağılara daha sonra yukarılara çıkaran süreç…Hatırladınız mı?
Aşk, üreyen, kanayan gücün fakındalığını ortaya çıkaran ve sürekliliğinde sarhoş edici, yaratıcı ama aynı zamanda dengeyi dengesiz bırakan, şiirsel ve gözün gördüğünün ötesinde yaşanan büyü.
Aşk; Tanrısının ve Tanrıçasının savasını kazanmış sihirli değneğinin sırtımızdaki en büyük gücü. Kundaktaki bebek gibi saf enerji ama dünyaya geldiği için sütünü de beraberinde getiren bereketin ve aynı zamanda yokluğun adı.
Aşk uğruna adalar veriliyor, camiiler yapılıyor ya da baş yapıtlar inşa ediliyor. Şiirler, romanlar yazılıyor ve kutsal kitaplar onun yakıcılığından bahsediyor. Yanmalı mı gerçekten? Yanmak neden gerekli? Ateş aşkın bir diğer yüzü. Aşk kaç yüzlüdür o zaman?
Aşk: mitolojik aşk, evrensel aşk, ilahi aşk, efsane aşk, trajik aşk, ilk aşk, sonsuz aşk…Listeyi uzatmak mümkün. Ancak anlaşıldığı üzere amacım çiftlerin aşkını yazmak değil. Tek’in tekilliğini hatırlatmak…
Yazımda, beni etkileyen aşk hikayelerine yer verdim biraz. Tek bir bakış açısıyla, aşkın, erkek halinin, kadın haline yansıyan ‘farkındasız gücünü’ keşfe çıkarak inisiyasyonu başlatmak istedim. Ve tabii ki ‘kendinden kendine’ olacak şekilde..
Şimdi, kısa bir süreliğine tarihte yerini almış ölümsüz aşklara birlikte göz atalım. Hikayelerin açıklamalarında, konu aşk olunca şiirsel bir dil kullanmamak benim için mümkün değildi. Şiirin değmediği bir aşk bana göre, aşkı anlatamazdı.
TRAJİK AŞK ‘ a Örnekler
1-‘Eurydice ,Antik Çağ’ın gizemli ozanı Orpheus’un ilk ve tek aşkıdır. Bir gün Orpheus, eşi Eurydice’ye bir şal almak üzere şehre inmiş. Eurydice de Orpheus’a çiçek toplamak için kırlara çıkmış. Çiçekleri toplamakla meşgulken, arıcılık yapan Aristaios, Eurydice’yi görmüş ve tıpkı Orpheus gibi, o da aşık olmuştu Eurydice’ye …
Aristaios’un ağla kaplı korkutucu yüzünü gören ve ne düşündüğünü anlayan Eurydice, dehşete kapılmış, telaş içinde Aristaios’tan kaçmaya başlamış … Öylesine korkmuştu ki nereye bastığını bilmeksizin çılgınca koşmuş. Büyük aşkı için aldığı şalla şehirden dönen Orpheus, eve geldiğinde, eşi Eurydice’nin cansız bedeniyle karşılaşmış. Eurydice kaçarken üzerine bastığı bir yılanın onu topuğundan sokması nedeniyle yaşamını yitirmiş.
Karısını kaybeden Orpehus yaşadığı aşk acısıyla güneye, bilinen dünyanın sonuna, Ölüler Ülkesi’ne, Hades’in krallığına gitmeye karar vermiş. Ölenlerin ruhları Hermes tarafından Ölüler Ülkesi’ne götürülüyordu. Ölüler Ülkesi’ndeyse görevi Charon devralıyor ve ruhları Styx ve Acheron nehirleri üzerinden karşı kıyıya geçiriyordu. Yaşayan hiç kimse bu nehirlerin öte yakasına geçememişti ama Orpheus’un lirinden dökülen ve Eurydice’ye dair derin özleminin müziği öylesine etkilemişti ki Charon’u, yüreği daha fazla dayanamamış ve Orpheus’u nehirlerin öte yakasına geçirmeyi kabul etmişti. Sonunda Orpheus, Yeraltı’nın kara kraliçesi Persephone ve onun kocası, Ölüler Ülkesi’nin kralı Hades’in huzurlarına çıkmayı başarabilmiş ve onlara şöyle yakarmıştı:
“Aşk’ın tutsağıyım, mutsuzluğuma dayanamıyorum; ama sizleri de işte, Aşk birleştirmiş bulunuyor.”
Orpheus’un acısına dayanamayan Persephone, Orpheus’a, eşi Eurydice’yi de yanına alarak yukarıya çıkabileceğinin iznini vermiş; ama Hades, bu izne bir koşul eklemişti. “Bunu yapabilirsin; ama Styx Nehri’ni aşıp karşı kıyıya geçene, Ölüler Ülkesi’ni tamamen terk edene kadar ardınıza bakmayacaksınız”
Orpheus önde, güzeller güzeli Eurydice’si de ardında karanlıklar içinde yürüyorlardı. Orpheus, hem yarattığı etkinin bozulmaması hem de eşi Eurydice’nin karanlıkta yönünü bulmasını kolaylaştırmak için müziğini sürdürmeye devam ediyordu. Tam Styx’in karşı kıyısına geçmeyi başarabilmişlerdi ki sabırsız Orpheus, dünyanın ışığını görür görmez, daha Ölüler Ülkesi’ni tam olarak terk etmeden dönüp arkasına, Eurydice’sine bakmıştı. İşte o anda Hermes gelmiş ve Eurydice’yi karanlıklar içine – sonsuza dek – geri çekmişti.
Eurydice artık sonsuza kadar Orpheus’tan bir daha geri verilmemek üzere alınmıştı .
Son sözü ise, zayıf bir soluk biçimde dökülmüştü dudaklarından:
‘Zalim kader !’
Aşk’ın en korkusuzca yaşananı hiç kuşkusuz Orpheus’un ölüler diyarında kendini de ölümsüzlüğe çevirecek cesareti bulmasıydı. Ama bu kolay değildi. Aşk teslimiyet gerektirirdi. Merak etmeyeceksin, hikayende korkuyu kurgulamayacaksın. Aşağılara inmek, yukarılara çıkmak denge gerektirir ve ikisini karıştırmayacaksın. Karıştıracaksın! Eriticeksin! Nerede ve ne zaman? Tam saat 4’ü 4 geçe, merkezde!
Ruhun erimesi, simya gerektirir. Enerjiler yer değiştirir, kimi zaman dişidir, kimi zaman eril… Aşk’ın tutsağı olmak; kılavuzu karga olanın koku organını derinleştirir ama özgürleştirmez. Karanlıktan aydınlığa yürümek için, kendi özünü takip etmeyen bir yere varamaz. Aksini ispatlamaya gerek bile yoktur.
Arkaya bakmasaydı Orpheus, ölümsüz kılacaktı arkadaki bilge yılanı
Şahmaran gibi bilgeliğini göstermeden kendinden bile sakladı Eurydice yılan dostunun sırrını
Kader demeyi tercih etti aşk yerine Eurydice ve böylece sona erdi hikaye.
2-‘Kleopatra-Sezar-Marcus Antonius:”sesi, istediği her titreşimi çıkarıp, istediği her dili kullanabildiği çok telli bir müzik aleti gibiydi“… böyle diyor Romalı ünlü tarihçi Plutarkhos. Kleopatra;Sezar’ın, Roma’nın en güçlü adamının aşkını kazandı ve ona hayatı boyunca sahip olduğu tek oğulu verdi. Fakat Sezar katledilince, cesur Marküs Antonius‘u tanıdı. Antonius’la büyük aşkını yaşadı. Antonius Kleopatra’ya olan aşkından ona Kıbrıs’ı vermiştir.
Romalılar Kleopatra’nın yine bir komutanı kendisine aşık etmesine tahammül edemediler. onların aşkını kabul etmediler. Aşıklar Oktavius‘un ordularının önünden İskenderiye’ye kadar kaçtı. Burada ilk önce yakalanacağını anlayan Antonius sevgilisine veda ederek intihar etti. Ardından kölesinin getirdiği incir dolu sepette saklı zehirli yılanı göğsüne bastırarak Kleopatra intihar etti. Bu, trajik aşk pek çok filme ve edebiyat eserlerine konu oldu.’
Antonius, sevgisi uğruna canından oldu,
Şarkılar sesinde müzik, aşk’ı dillere destan oldu,
Kleoptara’yı ısıran yılan ise başına geleni hiç anlamadı.
Ne oldu da ada verildi senin uğruna Kleopatra? Senin farkın neydi aşk yolunda? Ölüm eğer sonsuzluğa kattıysa sizi, o zaman bu gerçek aşk ‘yaşamak için ölmek’ olmalı.
‘Yaşamak için ölmek’ dedikleri nasıl bir kavramdır? Bana göre; 2 ayrı cinsiyetin etkisinden çıkarak ölmek yani bu bilinci ruhun gerçek enerjisine dönüştürmektir. Ölmek: büyük dönüşüm ya da büyük değişim. Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Sevmek için önce kendinizi tüm kısıtlamalardan öldürmeniz gerekiyor. Zira aşk öyle kuvvetli bir akışla gelecek ki, bunu kabul etmeniz için sizin onunla aynı odada bulunmamanız gereklidir. Savrulmayı göze alıp, geçmiş, ve geleceğin hesabını tutmadan sadece ol’mak. Aşk olmak. Aşık olmak değil. Aşık olunacak bir varlık yok. Sadece bunu anlayacağımız aracılarımız var. Bu aracılar elbette olmalı ama bizi köleleştirmeden görevini yapmasına izin verilmelidir.
Kleopatra kendinde ki sevme potansiyelinden dolayı böylesine muhteşem, 2 aşk hikayesine konu olmuştur. Bunun ne Sezar’la ne de Antonius’la bir alakası vardır. Aşk ve aşık biribirinden ayrı kefelerde olan bir durum değildir. Aşk herkesi sevme potansiyelidir ama kişinin bedensel tatmini için aracı değildir.
3- ‘Abelard-Heloise:Abelard döneminin radikal filozofu, Heloise de onun güzeller güzeli öğrencisi. Birbirlerini gördükleri anda aşık olmuşlardır. Heloise soylu bir ailenin kızıdır ve vasisi olan güçlü yönetici dayısı bu aşka asla onay vermez ve gizlice evlenirler.
Bir çocukları olur fakat Heloise’in dayısı bunu duyduğu an Abelard’ı hadım ettirir ve ikisi de ayrı ayrı birer küçük manastıra sığınırlar. Geride yürek burkan mektuplar kalır. Biri de şöyle ki:
Ben böyle seviyorum seni. Zerafetini, gaddarlığını. Olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum.
bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seviyorum. (heloise).
Tanrı beni bir şair bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak… (Abelard).’
Aşk’ın hatırlaması nasıl olmalı o zaman Abelard?
Şair bir sevgili, filozof, olmayan erkek kalsaydı hatırda kalan
Küçük manastırınız olur muydu oyun bozan?
Neden aklımızda sevgi kalmalıdır? Neden hep ölümlünün arkasından ’nasıl bilirdiniz’ diye sorar imam? İyi bilirdik der tüm oyuna katılan ama aslında akılda kalan, kendi aşkımızın bir gün bizi de yok edeceği zaman.
Hikaye diyerek üstünde durmadığımız bir çok aşk aslında hep bizi sonsuzluğa götüren birer köprü görevini görüyor. Sonunda bedensel olan efsanevi aşklar yerini kalben hissedişe ve aşkınlığa götürüyor. Ve de götürmelidir zaten.
Efsanevi Aşk
1- ‘Öncü depremler gibi öncü aşklar yaşanmıştır. Bunların derin anlamları günümüze kadar boşuna gelmemiştir. Kadınına ya da erkeğine sadık kalamayan bedenler aşka sadık kalmış ve sonsuz aşkı bedenlerde arayarak bunu tescillemiştir. Tıpkı Nazım’ın Piraye’ye sadık kalamadığı halde, aşka olan aşkını yine ona seslenerek dile getirmiştir.’
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden en güzel
Şarkıyı dinlemek gibi bir şey
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil
Şarkı söylemek istiyorum…
Bulutlar geçiyor haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir: -“pîrâye, pîrâye!..” diye.. Nazım Hikmet 1945
Eğer Nazım ‘aşk’ ismini Piraye! diye haykırmasaydı onun aşkı isimsiz kalır mıydı? Aşk isminden, cisminden, resminden soyunsaydı yine aynı anlamı ifade eder miydi?
Adını haykırmasaydın Piraye diye
Şarkı söylemek geçermiydi aklından dinlemek yerine
Kalbin anlayınca mektup yerine buruştuğunu, Piraye artık bulut olmuştu toprak yerine.
Aşk sadakat içermeli midir? Yani tek bir kişiye duyulan aşk bir bir ömür boyu sürebilir mi? Elbette hayır! Elbette Evet!
Aşk, kadın ve erkek bedeninden özgürleşmemişse o zaman arayışlarını asla bitirmeyecektir. Aşkın aradığı kendi bedeninde ki bedensizliktir. o zaman özgürleşecek ve bir kişiye, yani kendi ruhuna sonsuza kadar sadık kalacaktır.
2-‘Bu kahramanlardan biri de meşhur “Leylá ile Mecnun” hikáyemizde idi ve İnanna yahut İştar, bizim meşhur Leylá’mız oldu!
Leylá iláhi bir sevgilidir, her kadın aslında bir Leylá’dır, İştar’daki iláhi unsur, Leylá’da da vardır. İştar zamanla Venüs ile özdeşleşmiştir ve Venüs sadece geceleri görünür. “Leylá” ismi, Arapça’da “gece” demek olan “leyl” kelimesinden gelir, “geceye ait” demektir ve en zevkli ilişki, geceleri yaşanandır. İştar, Sümer kabartmalarında yanında bir arslanla beraber yeralır; arslan İştar’ın iláhi gücünün sembolüdür ve bizim hikáyemizdeki Leylá’nın yanında da mutlaka bir arslan yahut kaplan vardır ve Mecnun ne zaman Leylá’ya yaklaşmak istese karşısına bu arslan çıkar. Leylá ile Mecnun’un ayrılıkları İştar ile Dumuzi’nin ayrılığının benzeridir ve hikáyenin eski versiyonlarındaki semboller de Sümer mitolojisindeki sembollerin ya tıpatıp eşi, yahut asırlar sonrasına uyarlanmış şekilleridir. Sözün kısası, Sümer zamanının tanrıça İştar’ı, bizde hemen herkesin bildiği bir efsane-masal hálinde hálá yaşamaktadır.’
Mecnun ‘Leyla! Leyla!’ diye sayıklayınca getirdiler ona Leyla’yı ama O benzetemedi kalbindeki geceye. Ben buldum Leylam’ı içimde, artık fark etmez bundan böyle…
Suretlerden geçen yani bedensel temalı aşkın gerçek anlamını kavrayan bir aşık için artık isimlerin bir anlamı yoktur. O kendi diyarında yani gecenin içinde kendi varlığını tanımaya ve sevmeye başlamıştır.
Aşık olan Mecnun olsaydı, Leyla onun için de bulunmazdı
Şehvet yerini arslana bırakmasaydı
Kalp ilahi gücünü kuşanıp Mecnun’ aslını göstermezdi.
BEDENSEL ARZULARIN SİMGESİ EROS’A, AŞKIN SİMGESİ AFRODİT SONSUZ AŞK’I VERECEK Mİ?
Merkür’ün ismi ‘Hermes !’ Venüs’ün ki ‘Afrodit !
Yani ortak adımız olmuştur ‘Hermafrodit !’
Bu yüzden ruh, hem erkek ! Hem dişi bir kelime !
Ruh, ‘bilinmez’ kalacak hep ! Materyalist ilme ! – M.H.ULUĞ KIZILKEÇİLİ
‘Eros, Afrodit’in ve Hermes’in oğludur. Sırtında kanatları, elinde yayı ve okları gökyüzünde uçar, insanları birbirine aşık ederdi. Gezdiği yerlere güzellik ve neşe taşır, çiçek kokuları yayardı. Yunan mitolojisinin başlangıcında insanları oklarıyla kovalayan yaralayan,yaramaz bir çocuk kimliğine bürünmüştür. Eros resimlerinde çoğunlukla tombul,sırtında kanatları olan güzel bir delikanlı olarak tasvir edilir.
İnsanların yüreğine aşk okları saplayan Eros, bir gün kendi yüreğine de aşk okunu sapladı. Bir kralının üç kızından en güzeli olan Psykhe’ye aşık olmuştu. Efsaneye göre; Psykhe’nin güzelliği Aphrodite ile kıyaslanır olmuştu. Bu kıyaslamadan rahatsız olan Aphrodite; Eros’u, Psykhe’yi bulup onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık etmekle görevlendirmişti.
Eros annesinin isteğini yerine getirmek için hemen yola koyularak Psykhe’yi bulmuştu ve okunu onun kalbine nişanlamıştı, fakat oku atmak üzereyken Psykhe’nin güzelliği gözlerini kamaştırıp, Psykhe’ye kendisi aşık olmuştu. Psykhe’yi alıp ormanın ortasında kurulu, sihirli bir saraya götürdü.
Eros geceleri saraya geliyordu ama sevdiği kadına yüzünü göstermeden gün doğmadan gidiyordu..Psykhe, kendisini deliler gibi seven bu delikanlının yüzünü görmek istiyor, Eros bu isteği kabul etmiyor, ‘Aşkımızın sırrını kalbinde taşıdığın sürece mutlu olacaksın, Beni görmeyi aklından bile geçirme, kim olduğumu ya da kimin oğlu olduğumu öğrenme, bilmeden tanımadan beni körü körüne sev. Senden gizlenen şeyleri öğrenmeye çalışarak mutlu olma fırsatnı elinden kaçırma.’, diyordu.’
Psykhe, Eros’u görmeden, kim olduğunu bilmeden öylesine sevdi. Birlikte çok mutluydular ta ki Psykhe’nin kızkardeşleri onların bu mutluluğunu kıskanana kadar.
Yunanlı filozof Platon’a göre şehvet dolu bedensel arzuların simgesi, Eros’la ortaya çıkıyor.
Aşkın simgesi Afrodit ve bedensel arzuların simgesi Eros ayrı kefelere konuyor.
Platon aşkın insanlar ile tanrılar arasında bir elçi olduğunu söylüyor ve ona göre, aşkın dünyevi ve uhrevi bir boyutu var. Eros’u kim olduğunu bile bilmeden seven Psykhe uhrevi aşkı temsil ederken, kızkardeşlerinin mutluluğunu kıskanması aşkın dünyevi boyuttaki anlaşılmazlığını simgeler.
Kardeşleri, birbirlerini görmeden aşk yaşayan Psykhe’nin kafasını karıştırmak için, Eros’u yerin dibine batırıp Psykhe’nin kafasını bulandırınca olan olur. Eros’u görmeye kalkınca onu hepten kaybeder ve Psykhe, Eros’a kavuşmak için Afrodit’in merhametine sığınır. Onun bu aşkından etkilenen Eros’da birleşmeleri için yüce Tanrı Zeus’a yalvarır. Zeus onun tüm isteklerini kabul ederek Hermes’ten, Psykhe’nin Olympos’a getirilmesini ister.
Psykhe, Olympos’a getirilir ve orada hayatta her şeyden daha çok sevdiği erkekle evlenerek çok mutlu bir hayat sürer.
Eros’un ölümsüz aşkı annesinin ellerinde nasıl bir dönüşüm geçirecektir? İnisiyasyon burada başlamıştır. Aşk yerin altına indi. Uhrevi aşk bedenlenemez olduğundan Eros ve Psykhe yer yüzüne çıkabilmek için aşkı ve bedensel arzuları aynı kefede görme illüzyonundan nasıl kurtulabilir?
Afrodit, Psykhe’nin oğluna olan bu zaafını, onu köle olarak kullanmaya kadar ileri götürecek ama kazanan sonunda aşk olacak. Onlar, sonsuzluğa kölelikle ve Eros’un babası Hermes’e yalvarması sayesinde ulaşılacak diyor hikaye ama hem kadının hem erkeğin aşk için köle olması onları sonsuzluğa götürür mü? Aşk Tanrıçasına köle olmak ve aşk Tanrısına yalvarmak gerçekte ne demektir? Hem de böylesine aşk oku atmasını bilen bir usta olmanıza rağmen, tüm bu çelişkilerin içinden aşka yenilmeden nasıl çıkılacak?
Bir yanınızda anneniz bir yanınızda babanız var. Merhamet edecek olan tarafınızla özünüze inecek olan tarafınız. Saf merhametle karşılaşınca aciz oluruz( köleleşiriz) ama özümüzle bu dengeyi sağlayarak aşk’da özgürleşiriz.
Hermes en baştaki hikayemizdeki gibi ( orpheus- eudrike) oğlunu tıpkı diğerlerine yaptığı gibi yer altından çıkış yollarında yönlendirecek mi? Pskyhe de kölelikten ve bedensel bağımlılıktan çözülecek mi?
Alt bedene olan bağımlılığım( hayatta kalmalı ve hayat vermeliyim, suçlanmamalı ve güçsüz olmamalıyım, hamilim yanlızca bedenim olmalı) ve üst beden hiyerarşisinde ( ben bilirim, ben yaratırım, ben görürüm ve yönetirim) ben, acaba daha kaç defa daha inisiye olacağım? Tanrı’nın tekliğini, kendi çokluğumdan nasıl kurtacağım? Ve üstelik kurtarılacak bir şey yokken, bunu nasıl yapacağım?
Aşık olmuş ve buna bağlı olarak ‘aşk’da’ isminiz olmuşsa, o zaman sihirli asanın (Hermes’in en önemli sembollerinden biridir) aşkın en görkemli tezahüründe (Afrodit) bedeniniz kendinizle birleşmiştir.Tanrısallığın oluşması için aşk çok önemli bir görevini yerine getirmiştir.
Afrodit ışıltınla gerçek sandık senin paha biçilmez entarini
Şimdi ölüm bekleniyor zihinlerde bir etmek için bu sırrın gerisini
Kendinden kendine akan hiyerarşi aslında kendini sevme becerisi.
Kendini sevme potansiyeli gerçek anlamda en zor olanıdır. Çünkü bizler en başta kendimize güvenmediğimiz için, kendimize dost olamadığımız için kendimizi aşka davet edemiyoruz. Kendimize randevu veremiyoruz. Akşam güzel, romantik bir akşam yemeğinde kendimizle buluşamıyoruz. Kendimiz için süslenemiyoruz. Dışarıdan sevgi arayışlarıyla besleniyoruz. Kendimizi, bunun sonucunda da, senaryosu dramla dolu filmimizde, baş aktor-aktris olarak buluyoruz.
Eros, aşkı bilinmezlik örtüsüne sardı ama gün yüzüne çıkması için de okunu sürekli bize doğru tuttu. Bu sayede, aşk efsaneler ve destanlar aracılığıyla sonsuzluğa aktı.
Ölüler diyarından gün yüzüne çıkan aşk, doğası gereği tekrar bilinmeze gidecektir. Ama kaybolmadan sadece daha gelişmiş ve yükselmiş enerjilerle tekrar geri gelecektir. Ve bunu sürekli olarak sonsuza kadar emanet olarak kullandığı bedenler vasıtasıyla yapacaktır. Kimi zaman erkek, kimi zaman kadın olacaktır. Bu tekrar sürecinde değişmeyecek olan tek şey; aşkın kendisini cinsiyetsiz ruha ifade edinceye kadar, insanlığa kendi özünü hatırlatması olacaktır.
Biz bizimle bizdeydik
Biz bizimle bize geldik,
Biz bizimle bizdeyken
Bizi bizden mi soruyorlar? İ. Arabi
Asırlar önce aşk, yanlız yaşayan bir efsaneymiş
Şimdi nerede ve kiminle birleşmiş
Kalabalıklar dünyasında hemcinsi ve karşı cinsini aramış ama bilinmezlik tahtında cevabı kendine saklamış.