Yapacak çok işimiz var.
Bir kere eşimiz var. Karı, koca, sevgili, kız arkadaş, erkek arkadaş. Adı her neyse. İnişleri çıkışları, sıkıntıları hoşlukları, aldıkları verdikleriyle hayatın en çok vakit ve enerji isteyen bölümü. Sinirlenmek, sevinmek, tartışmak, küsmek, sevmek, nefret etmek, hepsi bu işin parçası.
Sonra, işimiz var. Ofis, şirket, dükkan, ajans, banka. Adı her neyse. Toplantısı, sunumu, telefonu, şefi, patronu, saatleri, randevuları var. Hepsine yetişmek gerek.
Cep telefonumuz var, hiç kapatamadığımız. Ya bir şey olursa? Ya mühim biri ararsa? Sinemadayken bile tek yapabileceğimiz “sessize almak”.
İşyerinde “mail”imiz var. Bir sabah çalar saati duymayıp işe iki saat geç kalsak, “okunmayan mesajlar”ın sayısının 79’a ulaştığını görürüz ve birden kendimizi şu aritmetik problemini çözmeye çalışırken buluruz: Bir e-postayı okuma süresi 37 saniye, yanıtlama süresi 92 saniye olduğuna ve gelen e-postaların % 81’i yanıtlandığına göre, 79 e-postayı okuyup yanıtlamak için kaç saate ihtiyacım var?
O anda aklımıza tek bir cevap gelir. Çantayı alıp çekip gitmek. E) Hiçbiri.
Bitmedi. Yatırılması gereken faturalar, alınması gereken hediyeler ve kullanılması, çizilmesi ve servise götürülmesi gereken 100 beygirlik arabalar var.
Yapacak çok iş var. Zaman yok.
Kendimize ayıracağımız, kendimizle kalacağımız bir zaman dilimi yok. Telefonu bile sessize alabiliyoruz, kendimizi sessize alamıyoruz. Hep cevap vermek zorundayız. Birilerine. Bir şeylere.
“Ah bir zamanım olsa, neler neler yaparım!” diyoruz.
Gerçek bu mu?
Biri dese ki bize “Bugün bütün gün senin, hiçbir şeyi dert etme”, mutluluktan deliye mi döneriz yoksa korkudan ödümüz mü patlar?
Düşünelim: Bazen yaptığımız bir plan iptal olur ve günün tamamı bize kalır. O an ne hissederiz? Rahatlama mı? Yoksa şaşkınlık, tedirginlik, hatta panik mi?
Sanırım ikincisi. Çünkü sessizlik ve durgunluğun bizi derinlere indirmesinden ürküyoruz.
İnsan aslında kendi derinliklerinde yatan öze ulaşmak isteyen bir varlık. Fakat yüzeydeki “kişilik” bu isteğe engel oluyor, her şeyin üstünü örtüyor, derindekine varmamızı önlemeye çalışıyor. Çünkü “derindeki” ortaya çıkarsa “yüzeydeki”nin iktidarı sona erer.
İşte bütün bu koşuşturmaca, vakitsizlik ve yetişme gayreti, “yüzeydeki”nin icat ettiği, icat etmediyse bile memnuniyetle kabul ettiği oyunlar. Bu hız, onun iktidarını sağlamlaştırırken “derindeki”ni iyice dibe gömüyor. Hızın ve gürültünün olduğu yerde kararları “yüzeydeki” alıyor, “derindeki”nin sesi duyulmuyor, adı bile anılmıyor.
Oysa “gerçek” tüm sakinliği ve ışığıyla dipte yatıyor. İnci gibi.
Çare belli: Kendimize, yani “yüzeydeki”ne, arada bir “Kenara çekil!” dememiz gerek.
“Dur bakalım!”
Dur ki bakalım. Derinlere.