’’Hayat bir tiyatro sahnesi ve bizlerde bize verilen rolleri oynamaya çalışan birer figüran.’’
                                                                                                Sheakespare

 

Tiyatro camiasındaki insanların, kendi aralarında kullandıkları “sahne tozunu yutmak”, diye bir deyimi vardır. İlk oyununu çıkardıktan sonra, seyirci alkışını ve sahne ışıklarını tattıktan sonra. Deneyimli olanlar, yeni arkadaşları için kullanır genelde. “Artık sahne tozunu yuttu, bundan sonra iflah olmaz…” diye. Başına gelecekleri çok önceleri yaşamış insanların bilgeliği ile.  Bir çeşit esas dünyaya hoş geldin mesajıdır verdikleri. Oyun içinde oyuna ve aslında her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu ve bizlerin de birer oyuncu olduğunu keşfetmenin eşiğine hoşgeldiniz…
 

“İyi bir oyuncu, kendini rolüne adapte edebilendir”, derdi tiyatro hocam. “O duyguyu, o heyecanı insanlara verebilmen için üstüne giydiğin elbiseyi benimsemelisin”, derdi. “Katili oynuyorsan, katil gibi; kralı oynuyorsan, kral gibi hissetmelisin kendini. Önce kendini inandırmalısın ve rolünü oynarken de sadece bunu düşünmelisin”, derdi. “Ağlaman gerekiyorsa, ağlayacaksın hüngür, hüngür. Ağladığını hissedeceksin. Ağlamış olmak için ağlamayacaksın… Yada kahkaha atmak, avazının çıktığı kadar bağırmak, soyunmak, giyinmek, sürünmek… Hayata dair ne varsa yaşaman gereken, yaşayacaksın sahnedeyken… Oyunu kuralına göre oynayacaksın. Eğer yapamazsan başka bir sahnede başka bir oyuna başka bir role başlayamazsın”, derdi hocam. “Oynadığın rolün, giydiğin kostümün hakkını verene kadar !debelenip durursun bu sahnede. Aaa, tabi birde başaramayacağını anlayıp oyundan, rolden soğuyup vazgeçebilirsin, maymun iştahlılık yapıp. Ama harcarsın be evlat elindeki güzelim rolü…”, derdi. “Hem sonra yeni bir rolü bulsan bile aynı engellerle orada da karşılaşacaksın… Gel iyisi mi sen şu rolün hakkını ver önce.”  Beni ve arkadaşlarımı genelde bu şekilde motive ederdi çalışma sonraları sevdiğim o insan…
 

Onun bu konuşmaları beni kamçılar ve hırslandırırdı. Amacımız hiçbir zaman kişisel yada grup olarak ödül almak olmamıştı. Bütün gayretimiz elimizdeki rolün hakkını verip gelecek yıla yeni bir rol kapıp, onun tadına varmaktı.
 

 

Hiç unutamam, 1992 yılının ortalarındaydık. Cevat Fehmi Başkut’un PAYDOS adlı oyununu hazırlıyorduk. Oldukça kalabalık bir ekiptik ve hepimizde amatör ruhla uğraşıyorduk tiyatro ile. Bütün bir sene uğraşmış, sonunda da bölgesel yarışmalara katılmıştık. Oyunu sergileyecek son grup bizimki idi. Diğer bütün grupların oyunlarını seyretmiş ve sıranın bize gelmesini biraz da sabırsızlıkla beklemiştik. Mersin’in haziran sıcakları bastırdığı için sahilde bulunan açık hava sahnesinde yapılıyordu yarışmalar… Oyun günü öğlene kadar dekorun kurulmasını bitirmiş, öğlende üstlerimizi çıkarıp güneşin altına uzanarak, akdeniz güneşinin tadını çıkarmıştık… Oyunun başlama saati yaklaştıkça bizi kuliste tatlı bir telaş, heyecan almıştı. Gülmekten akan makyajlara yapılan son rütuşlar, son anın heyecanı ile unutulan repliklere suflör eşliğinde tekrar geçmeler… Oyun başlayıp sahne aldığımız zaman anlayabilmiştim ancak hocamın bütün bir yıl bana/bize usanmadan anlatmaya çalıştıklarını. Sahnenin ışıkları altında bizden başka kimsenin kalmadığını anlatmamıştı ki hocam bana… Koskoca evrende bir sen, bir sahne ve bir de elindeki rol… Sanki bir hesaplaşma anı idi… Ama bu huşu anı fazla sürmedi. Birinci perdenin inmesine (tabi ki açık havada ancak ışıkları kapatarak perde indirebiliyordunuz) dakikalar kala yağmur damlaları yüzümüzdeki makyajları baştan çıkarmaya başladı. Perdeyi bitirip kendimizi kulise atabildik ama yağmur hiçte nisan yağmuru niyetiyle yağmıyordu. O dakikadan itibaren Mersin’e son yirmi yılında inen en şiddetli yağmur eşliğinde boşaltmak zorunda kaldık tiyatroyu. Diz boyu biriken yağmur sularının eşliğinde dekoru daha doğrusu yüzen dekoru toplayıp gemiyi en son terk eden olduk… Gece evlerimizde sabahı sabah ettik ve kahvaltılarımızı bile etmeden hocamızın yanına koştuk… Hocam, akşam oyunun tekrarını isteyelim. Bizim hakkımız bu… Oyunu tamamlayamadık, ödül törenini yarına ertelesinler. Yalvardık hocamıza ama dinletemedik. Karar çoktan verilmiş. Görecekleri kadar görmüşler bizi. Akşam hepimizi top yekün ödül törenine beklediği talimatını verip toplantıyı dağıtmıştı. Ama bizi dağıtamamıştı. Akşama kadar haksızlığı hazmetmeye çalışmıştık arkadaşlarla. Akşam olunca da çaresiz tutmuştuk hezimete uğradığımız savaş alanının yolunu… Ödüller peşi sıra dağıtılıp sıra bize gelince salonda bir alkış koptu. Bütün izleyenler bizim bir gece önceki çabalarımızı ayakta alkışlamış ve jüri bize “EN SEMPATİK GRUP” ödülünü vermişti. Tören sonrası elimizde avuntu ödülümüzle (kimse bu ödülü elinde tutmak istemediği için mecburen taşımak bana kalmıştı) protokol fotoğrafları çektirirken hocam yanıma yanaşmış, objektiflere poz verirken biraz sırıtmamı, olayı fazla büyütmememi ve aslında bizlerinde en az diğerleri kadar başarılı olduğumuzu falan fısıldamıştı. Bütün protokol kurallarını hiçe sayarak içimdeki öfke tohumlarını savurmak için hocama dönüp ödülün umurumuzda olmadığını, verdiklerini gibi dilerlerse geri alabileceklerini, ama bize en azından elimizdeki rolün hakkını verebilmemiz için bir şans daha tanımaları gerekliliği üzerine biraz da yüksek sesle anlamsız bir çıkışta bulunmuştum. En azından giydiğimiz rollerin hakkını verebilmeliydik. Bizler bu rollerin üstesinden geldik diyebilmeliydik başka bir rol isteyebilmek için…  Sesimi yükselttiğim içim utancımdan hocamın gözlerinden kaçırmak zorunda kaldım bakışlarımı sözlerimi tamamlayamadan. Hocamsa bana sarılmak zorunda kaldı gözlerinde biriken yaşları gizlemek için. Kulağıma fısıldadı gönül rahatlığı ile istediğim role doğru yola çıkabileceğimi. Kimse duymak zorunda da değildi zaten. “İnsanın, kazandığı en büyük ödül hayattaki deneyimleridir evlat” dedi. Sonra da bizi arkadaşlarımızla baş başa bıraktı geceyi kutlamamız için. Kutlayacak neyimiz kaldıysa elimizde…

 

Hayatım boyunca zihnimde çınlamasına engel olamayacağım sözler olmuştu bu sözler…

“İnsanın, kazandığı en büyük ödül hayattaki deneyimleridir…”
 

Ama küsmeme engel olamamıştı benim tiyatroya. Gerçi tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış misali, hiçte umursamadı o benim bu küslüğümü. Ama bir oyunculuk ve bir yönetmenlik deneyimimden başka ilişkim de olmadı onunla. Üniversite yıllarında, tiyatro grubunun başındaki insanın saçma sapan kaprisleri yüzünden de barışma teklifini geri çevirdim tiyatronun. Ama hala büyük hayranlık beslerim tiyatro emektarlarına. Çünkü bir yaşama; istemedikleri kadar hayatı, istemedikleri kadar rolü sığdırabilme şansları var hala. Bizler gibi her bir hayata bir rol eşleşmesi yapmak zorunda değiller ve oynadıkları oyunun farkındalar.
 

Ya bizler, ya bizlerin çoğu ??? Kaçımız, kaçınız yada kaçı biliyor aslında dünya denen yüzeyin, mükemmel ve hiçbir dekor masrafından kaçılmamış bir sahne olduğunu. Varolan en kalabalık ve en uyumlu insan kalabalığı tarafından sahnelenen bir oyun olduğunu. Rollerin dağılımındaki ahengin, dengenin ve uyumun kaç kişi farkında ??? Hiçbir senaryoya bağlı kalmadan (tamamen doğaçlama), her türlü hatayı, potu, gafı, durağanlığı telafi edebilecek kadar kurgusu sağlam bir oyunun oyuncuları olduğumuzun kaçı farkında insanlığın? İsteyen istediği yerde oyunu terk edip, yeni bir rolle tekrar ve istediği yerden girebiliyor oyuna. İsteyene yönetmen istediği rolle oyuna katılabilme özgürlüğünü de veriyor üstelik. Kostüm, dekor, makyaj giderleri de cabası…. Ama hala büyük bir çoğunluğumuz lise yada ortaokul yıllarındaki eğitsel kollara zorla isimleri yazılmış huysuz öğrenciler gibi bulundukları sahneye çıktıklarına bin pişman.  Hala bir çoğumuz anlamsız kaprisler yaparak dağıtılan rollerden hoşnutsuzluğumuzu dile getiriyoruz durmadan. “Aslında o rol bana daha çok uyardı…”, “Ben daha zengin bir rol istiyordum ama kala, kala bana bu rol kalmış…”, “Isınamadım ben bu karaktere…”, gibisinden bir de burun kıvırmalar. Ne zaman farkına varacağız aslında hepimizin, hepinizin elindeki roller bu oynanan büyük sahnede birbirine bağlı, bağımlı ve diğeri olmadan yarım…
 

Düşünün lütfen… Bir baba ve babalık duygusunu hissedebilmek için dünyaya gelmesine izin verdiği bir çocuk… Çocuk, oynadığı oyunun farkında bile değil. Ne kadar gerekli ve ne kadar önemli olduğunun. (Gerçi, çoğu baba da farkında değil ya…) İçinizde babalık duygusunun nasıl bir şey olduğunu bilen var mı? (Anneler kızmasın, o daha yüce bir deneyim ve o konuda deneyimim olmadığı için yorumsuz kalmayı seçtim.) Evet, babalığın nasıl bir duygu olduğunu bilenler var mı? Ancak, baba olanlarınız “Evet…” diyebilir. Diğerleriniz o role sadece seyircidir çünkü…
 

Kanımın deli akmaya başladığı dönemlerde, babamla sık, sık atışıp dururduk. “Sen beni anlamıyorsun. Devir değişti artık. Lütfen anlamaya çalış beni…”, diye hezeyan ederken, o sakin, sakin beni dinler ve hiç sinirlenmeden, hatta hafif tebessümle, (ki bu tebessüm, haklı olmanın, mağrur gururudur) “Ben seni anlıyorum evlat, çünkü ben senin gibiydim. Senin geçtiğin yolları geçtim. Ama sen beni anlamaktan şu anda o kadar uzaksın ki. Çünkü sen daha baba olmadın… Bu konuları seninle ileride tekrar tartışmak isterim. ”, derdi her seferinde. Bir çeşit “büyü de gel…” şarkısı yani.  Ama, ne yazık ki doğruydu söyledikleri. O insan yıllar önce benim şu anda oynamaya çalıştığım rolü, yorum farklılıkları ile de olsa oynamış ve daha farklı bir role geçmişti. Benim hakkında hiçbir fikrim olmayan bir role…Bunu kabullenmem epey bir zamanımı aldı.
 

Geçtiğimiz günlerde, oğlumun bir rahatsızlığı esnasında kabullenebildim babamın haklılığını ve ilk defa onu anlayabildiğimi, ama gerçekten anlayabildiğimi hissettim. Minicik bedeni ile her zaman haylazlık yapmasına, koltukların üstünde zıplamasına, bütün dolaplara tırmanmasına alışık olduğum ve arkasından koşturmaktan bitap düştüğüm oğlum, minicik kolunda ona hiç yakışmayan bir serumla, ateşler içinde yatıyordu. Ateşini normal seyrine döndürene kadar tüm aile baş ucunda hiç konuşmadan geçirmiştik geceyi. Arada sırada gözlerini açıp etrafında bizleri arayan oğlum, yalnız olmadığını hissedince, halsiz bir öpücük veriyor ve sonra tekrar uykuya yenik düşüyordu. O anda, oğlumun tekrar eski haline gelip, kudurması, ortalığı dağıtması ve koltukların üstünde zıplamaya başlaması için neler yapabileceğimi düşündüm. Dünyayı yerinden oynatabilirdim. Babalık denen duygu, demek ki böyle bir şeymiş. Oğlum, kendine gelmeye başladığında, hepimizin yüzü tekrar gülmeye başlamıştı. Babamla birbirimize bakıp rahat bir nefes aldık. Yüreğimize serin, serin sular serpilmişti.
 

Babam, tam zamanının geldiğine inanmış olacak ki, hemen beylik bir laf patlattı, rahatlamamızın ve canımızın eski haline dönmesinin şerefine, “Ben, yanarım oğluma; oğlum, yanar oğluna.”, “İşte oğlum, babalık budur…”
 

Demek zamanı gelmişti. Şimdi ben de onu anlayabiliyordum. Aynı sahnede, aynı rolleri, farklı yorumlayan iki oyuncuyduk onunla ve bunun farkındaydık ikimizde. Tıpkı sizlerle olduğumuz gibi.  

Emre Sakaryalı